Benzin aldınız. Depo doldu; şimdi içeride ödeme var. Kapıyı itip girdiniz. Tam o anda sizle neredeyse aynı saniyede giren iki-üç kişi daha var. Henüz “kuyruk” denebilecek bir çizgi oluşmamış; kasanın önü boşluk gibi, yani belirsizlik. İşte tam burada insanın içine küçük ama keskin bir dürtü saplanır: Bir an önce iki adım atıp “ilk ben” olma arzusu… Peki siz o anda ne yaparsınız? O dürtüyü fark edip frenler misiniz, yoksa “ben durursam bunlar geçer” düşüncesiyle dürtünün gereğini mi yaparsınız? Daha da can alıcı olanı şu: Siz bir an tereddüt ederken diğerlerinin aynı dürtüye kapıldığını görürseniz içinizde ne uyanır—öfke mi, tiksinti mi, hayal kırıklığı mı, yoksa “demek ki burada oyun böyle” diye ağır ağır kabulleniş mi?
Bu sahne küçüktür ama masum değildir. Çünkü burada yaşanan şey yalnızca “kasa önü düzeni” değildir; kamusal hayatta karşılaşacağınız onlarca alanın küçük bir maketidir. Kuyruk, modern toplumun en basit ama en hayati icatlarından biridir. Kuyruk dediğiniz, güçlünün güçsüzü ezmesini önleyen ucuz bir teknolojidir: Kimseyi kahraman yapmaz, kimseyi rezil etmez; yalnızca adaleti sıraya bağlar. Ne var ki kuyruk, yalnızca insanların iyi niyetine bırakılırsa bir süre sonra kuyruk olmaktan çıkar; “kim daha atak” yarışına döner. O noktada sırayı bozanın kazandığı, sıraya uyanın cezalandırıldığı bir düzen doğar. Ve bu düzen bir kez yerleşince, ahlaktan çok akılla savunulur: “Ben yapmazsam bana yapılır.”
Benzinci kasasında yaşanan, aslında bir “belirsizlik anı”nın yönetimidir. Belirsizlik artınca insanlar kurala değil, reflekslerine yaslanır. Çünkü refleks hızlıdır; kural ise ancak güven varsa çalışır. Güven dediğim şey soyut bir nezaket değil; çok somut bir beklentidir: “Ben şimdi geri durursam, bu geri duruşum aptallık sayılmayacak. Karşı taraf bunu fırsat bilip beni iteleyerek ödüllendirilmeyecek.” İşte bu beklenti yoksa, insan zihni en ilkel ama en işe yarar görünen şeye döner: ön almaya.
Bu yüzden “öne atlama”yı yalnızca görgüsüzlük diye okumak eksik kalır. Evet, görgüsüzlük kısmı da vardır; inkâr etmeyelim. Ama daha derindeki mekanizma genellikle şudur: İnsanlar sistemin adaletine güvenmez. “Burada hakkım korunur” duygusu zayıflayınca “hakkımı ben korurum” zihniyeti güçlenir. Bu zihniyet de kendine sürekli örnek biriktirir. Siz kasada sırasını bozarak öne geçenleri tekrar tekrar görürseniz, bir süre sonra en sakin insan bile içinden şunu geçirir: “Demek ki normal olan bu.” Norm dediğiniz şey, kitaplarda yazan değil; insanların tekrarla öğrettiğidir.
Bu mikro sahneler trafik gibi daha tehlikeli alanlarda daha çıplak biçimde karşımıza çıkar. Işıksız yaya geçidinde sürücünün yavaşlamak yerine hızlanması çoğu zaman salt dikkatsizlik değildir; bir “alan sahipliği” ilanıdır. “Ben geçiyorum” der; hatta bazen daha sinsi bir mesaj ekler: “Sen geçmeyi düşünme.” Yayaya düşen ise hak aramak değil, risk hesaplamak olur. Yaya, haklı olduğunu bilse bile adım atamaz; çünkü haklı olmak ile hayatta kalmak aynı şey değildir. Böylece kural kâğıtta kalır, refleks yolda hüküm sürer.
Gelişmişlik arttıkça bu tabloda gözle görülür bir değişim olması tesadüf değildir. Çünkü gelişmiş toplumlarda birey, kurala uyduğunda “enayi” olmayacağını bilir. Yani mesele, insanların doğuştan daha nazik olması değil; kurala uymanın sosyal olarak karşılıksız kalmamasıdır. Orada “bugün ben durursam yarın da bana durulur” inancı daha güçlüdür. Bu, romantik bir karşılıklılık değil; tekrar eden hayatın ürettiği rasyonel bir bilgidir. İnsanlar birbirlerini bir kez görüp kaybolmaz; aynı kurallı oyunu her gün oynarlar. Oyun tekrar edince iş birliği mantıklı hale gelir; oyun tek atımlık ve denetimsiz olunca ihlal kârlı görünür.
Burada empati meselesine geliyoruz. Empatiyi çoğu zaman kişisel bir erdem gibi anlatıyoruz. Oysa empati, pratikte bir “lüks” ya da “yatırım” gibidir: Güvenli bir zeminde değerlenir, güvensiz zeminde zarar yazar. Güvensiz toplumlarda empati, kişinin kendini açık etmesi olarak görülür. “Sen iyi niyet gösterdin; ben bunu fırsata çevireyim” kültürü yaygınsa, empati bir süre sonra çekilir. İnsanlar içlerinden iyi niyet geçse bile uygulamaya koymaz; çünkü iyi niyetin bedeli vardır.
Tam bu noktada, biyolojik metafor anlam kazanıyor. İnsan gerçekten de varoluşa bir yarışın içinden gelir. Döllenme sürecini düşünün: milyonlarca hücre, tek bir hedefe ulaşmak için yarışır ve bir tanesi “ilk” olarak başarıya varır. Bu gerçek, insanın içinde “önce davran, yoksa kaybolursun” hissine zemin sağlayabilir. Elbette burada dikkatli olmak gerekir: Biyolojiyi toplumsal hayata doğrudan kopyalamak tehlikelidir; “doğada böyle, o halde toplumda da böyle olmalı” demek hem mantık hatasıdır hem de barbarlığa mazeret üretir. Ama metafor olarak şunu söylemek mümkündür: İnsanın içinde bir ataklık potansiyeli vardır; medeniyet dediğimiz şey, o potansiyeli kamusal alanda sınırlamayı öğrenmektir. İnsan doğası rekabeti üretir; toplum aklı rekabeti terbiye eder.
O halde soru şudur: Biz neden bazı yerlerde bu terbiyeyi daha az görürüz? Cevap rahatsız edicidir ama dürüstçe söylenmeli: Çünkü kuralların istisnalarla delindiği, yaptırımın seçici olduğu, “tanıdık”ın “hak”tan güçlü olduğu düzenlerde insanlar kuralı değil kişiyi ciddiye alır. Kural kişiden güçlü değilse, insanlar kişisel strateji geliştirir. Bu strateji de çoğu zaman öne atlamaktır. Sonra bu strateji yaygınlaşır; yaygınlaşınca “karakter sorunu” olmaktan çıkar, “hayatta kalma yöntemi” kılığına bürünür.
Bu kısır döngüyü kırmak için topluma ahlak dersi vermek yetmez. Hatta çoğu zaman işe yaramaz. Çünkü insanlara “iyi olun” demek kolaydır; “iyi olmanın zarar ettirmediği bir düzen kurmak” zordur. İyileşme, öncelikle belirsizliğin azaltılmasıyla başlar. Kuyrukların fiziksel ve sembolik olarak netleşmesi, yaya geçidinin gerçekten geçit olması, ihlalin “normal” değil “ayıp ve maliyetli” hale gelmesi gerekir. İnsan, kurala uyduğunda kaybetmediğini yaşayarak görmelidir. Toplumsal dönüşümün motoru vaaz değil, tecrübedir.
Ayrıca şunu da açıkça söylemek gerekir: Bu mesele yalnızca “birey” meselesi değildir; kurum meselesidir. Kurumlar güven üretirse bireyler daha sakin, daha kontrollü olur. Kurumlar keyfilik üretirse bireyler daha kurnaz, daha sert olur. Bu yüzden “medeniyet” denen şeyin ölçüsünü bazen büyük laflarda değil, benzincide kasanın önünde ölçersiniz. Çünkü kasanın önünde kimse felsefe yapmaz; herkes içgüdüsüyle konuşur. Medeniyet, içgüdüyü yok etmek değil, içgüdünün kamusal hayatta hükümran olmasını engellemektir.
Öne atlama, insanın tabiatından gelen bir kıvılcım olabilir; fakat toplumun görevi o kıvılcımı yangına çevirmemektir. İnsan sperm gibi yarışarak var olabilir; ama yurttaş gibi yaşayarak insan kalır. Toplumsal düzenin hedefi, en hızlı olanı ödüllendirmek değil, en sıradaki insanı da güvende tutmaktır. Bunu başardığınız gün, yaya geçidinde hızlanma azalır; kasada omuz atma azalır; insanlar birbirine değil, kurala bakar. Ve en önemlisi, kişi kendine saygıyı geri kazanır: “Ben hakkımı çiğnemeden de bu toplumda var olabiliyorum” duygusu yerleşir.
Yorumlar
Kalan Karakter: