Bu yazı bir arayıştan ortaya çıktı. Yola çıktığım, cevabını aradığım soru şuydu: İngilizlerin terkettikleri sömürgelerdeki İngiltere sempatisi büyük oranda devam ederken, Osmanlı'nın terkettiği topraklarda yaşayanlar acaba neden aynı sempatiyi duymaz? Bu benim bizzat sahada müşahade ettiğim bir durumdu. Sonrasında, busoruya cevap ararken, kafamda bir ışık yandı. Evet, dedim: Atatürk tam da benim sorumu cevaplamış olabilirdi. Olabilir miydi? Atatürk, Osmanlı'daki eksiklikleri gören bir kuşağın zeki bir temsilcisiydi. O dönemde Osmanlı'daki sorunlar ve nasıl çözülmesi gerektiği aydınlar arasında tartışılan bir konuydu. Muhtemeldir ki Atatürk, kurduğu yeni cumhuriyette bu soruların da cevabını vermiş olabilirdi. Bu düşünceyi de hatırımda tutarak konuya yaklaştım ve ortaya aşağıdaki yazı çıktı.
Size bir paradoks sunayım: Bengal Kıtlığı'nda üç milyon insanın ölümünden sorumlu Churchill, bugün Hindistan'da hâlâ "büyük devlet adamı" olarak anılıyor. Osmanlı ise İngilizlerin yaptığı ekonomik sömürünün binde birini bile yapmadığı halde, Arap dünyasında "işgalci" olarak hatırlanıyor. Bir hukukçu olarak bu algı farkının nedenlerini araştırdığımda, karşıma çıkan tablo, hukuk sosyolojisinin en çarpıcı örneklerinden birini oluşturuyor.
Rakamların Söylediği ve Söylemediği
Önce somut verilerle başlayalım. 2024 Global Soft Power Index'e göre Birleşik Krallık dünya ikincisi. British Council'in araştırması daha da ilginç: Hindistan'daki 18-34 yaş grubunun yüzde 86'sı İngiltere'yi "çekici" buluyor. Ekonomik tarihçi Angus Maddison'ın hesaplamalarına göre, İngilizler 1700-1950 arası dönemde Hindistan'dan 45 trilyon pound transfer etmiş.
Peki Osmanlı? Arab Barometer'ın 2023 verilerine göre, Arap ülkelerinin yüzde 72'si Osmanlı dönemini "işgal" olarak tanımlıyor. Mısır'daki Al-Azhar Üniversitesi'nde Osmanlı dönemi "el-ihtilal el-Osmani" (Osmanlı işgali) diye öğretiliyor.
Bu algı farkı nereden kaynaklanıyor? İşte burada Antonio Gramsci'nin hegemonya teorisi devreye giriyor. İtalyan düşünür, sürdürülebilir yönetim için "rıza üretimi" gerektiğini söyler. Zorla değil, rızayla yönetmek. İngilizler bunu başardı, Osmanlı başaramadı.
Hegemonyanın Üç Ayağı
Bir toplumu kalıcı olarak yönetmek için üç temel unsur gerekir. Bunu bir tabure gibi düşünün - bir ayağı eksik olursa devrilir:
1. Dil ve Eğitim Hegemonyası
İngilizler ne yaptı? 1835'te Lord Macaulay'nin meşhur memorandumu yayınlandı. Amacı açıktı: "Kan ve renkte Hintli, zevk ve zekada İngiliz bir sınıf yaratacağız." Ve yarattılar da.
Kalküta, Bombay, Madras'ta üniversiteler kuruldu. Yerel elitlerin çocukları Oxford ve Cambridge'e gönderildi. Bugün sonuç ortada: Hindistan dünyanın en büyük İngilizce konuşan ülkesi. St. Stephen's College Delhi'den mezun olmak, yerel üniversitelerden daha prestijli.
Osmanlı'ya bakalım. Osmanlı Türkçesi'nin yarısından fazlası Arapça ve Farsça kelimelerden oluşuyordu. Paradoksal bir durum: İmparatorluk Türk, ama dili yarı Arap yarı Fars. Divan şiiri Farsça yazılıyor, fetva Arapça veriliyor. Arap vilayetlerinde sistematik Türkçe öğretimi yok. Maarif Nezareti 1857'de kuruldu ama Arap topraklarına modern okul götürmek 1880'leri buldu.
Osmanlı ne yapabilirdi? İşte Atatürk'ün cevabı burada yatıyor: Dil Devrimi. Türkçe'yi bilim dili yaptı, Latin alfabesine geçti, Türk Dil Kurumu'nu kurdu. Yani Osmanlı'nın yapamadığını Cumhuriyet yaptı.
2. Kurumsal Modernleşme Transferi
İngilizler common law sistemini, Westminster parlamentosunu, modern bürokrasiyi sömürgelerine taşıdı. Bu kurumlar sadece idari araçlar değildi; modernliğin, ilerlemenin sembolleri oldu.
Singapur Başbakanı Lee Hsien Loong'un sözü çarpıcı: "İngiliz hukuk sistemi olmadan ekonomik mucize gerçekleşmezdi." Eski sömürge efendisine bu minnettarlık nereden geliyor? Çünkü bu kurumlar içselleştirildi, sahiplenildi.
Osmanlı ise yarım yamalak reformlar yaptı. Tanzimat'la nizamiye mahkemeleri kuruldu ama şer'i mahkemeler de devam etti. İki başlı bir yapı ortaya çıktı. Mecelle hazırlandı ama ne ulemanın ne de modernistlerin gönlünü kazandı.
Alternatif ne olabilirdi? Yine Atatürk'ün formülüne bakalım: Radikal ve tutarlı reform. İsviçre Medeni Kanunu'nu aldı ama Türk toplumuna adapte etti. Çift hukuk sistemine son verdi. Modern, tek tip bir hukuk düzeni kurdu.
3. Kültürel Üstünlük Söylemi
İngilizlerin "White Man's Burden" (Beyaz Adamın Yükü) söylemi vardı. Rudyard Kipling'in şiiriyle ünlenen bu kavram, sömürgeciliği "kutsal görev" olarak sunuyordu: "Medeniyetsiz halklara medeniyet götürüyoruz."
Saçma mı? Evet. Ama etkili miydi? Kesinlikle. Yerli elitler bu "medeniyet projesinin" parçası olmaktan gurur duydu. Gandhi bile genç yaşta Londra'ya hukuk okumaya gitti. Sömürgecinin başkentinde, sömürgecinin hukukunu öğrendi.
Osmanlı'nın söylemi "adalet-i mülk" idi. Güzel ama statik bir kavram. Modern çağın dinamik "ilerleme" fikrine cevap vermiyordu. Üstelik kutsal emanetleri alıp "Hadimü'l-Haremeyn" (Haremeyn'in Hizmetkarı) unvanını kabul eden Osmanlı, hegemon değil hizmetkar olduğunu ilan etmiş oluyordu.
Peki alternatif söylem ne olabilirdi? Atatürk'ün formülü: "Muasır medeniyetler seviyesine çıkmak." Bu sadece bir slogan değil, toplumsal dönüşüm projesiydi.
Köy Enstitüleri: Kaçırılan Fırsat
Atatürk'ün vizyonunun en somut örneği Köy Enstitüleri'ydi. Bu kurumları basit öğretmen okulları olarak görmeyin. Bunlar kültürel dönüşümün laboratuvarlarıydı.
Düşünün: Anadolu köyünde bir çocuk Beethoven'ın 9. Senfonisi'ni dinliyor, Shakespeare'in Hamlet'ini oynuyor, modern tarım tekniklerini öğreniyor. Mezun olunca köyüne dönüyor ve sadece ders vermiyor; tiyatro kuruyor, kooperatif örgütlüyor, kütüphane açıyor.
İşte gerçek hegemonya budur: Zorla değil, cazibeyle dönüştürmek. İngilizlerin Hindistan'da yaptığı tam da buydu. Kriket oynamak, afternoon tea içmek prestij sembolü oldu. Kimse zorlamadı ama herkes istedi.
"Bonne pour l'Orient": Batı'nın Çifte Standardı
Zülfü Livaneli'nin tespiti çok önemli: "Batı'nın Türkiye'ye kızması, modernleşmemizden değil, Orta Doğu'ya örnek olmamızdan kaynaklanıyor."
"Bonne pour l'Orient" (Doğu için yeterli) ne demek? Batı'nın Orta Doğu için uygun gördüğü düşük standartlı yönetim modeli. Size örneklerle açıklayayım:
- Batı için demokrasi → Doğu için "güdümlü demokrasi"
- Batı için tam eşitlik → Doğu için "kısmi haklar"
- Batı için bilimsel düşünce → Doğu için "kontrollü modernleşme"
Köy Enstitüleri bu paradigmayı tehdit ediyordu. Eğer Türkiye'deki köylü Beethoven dinleyebiliyorsa, Mısır'daki, İran'daki köylü neden dinlemesin? İşte Batı'nın korkusu buydu.
1954'te Köy Enstitüleri kapatıldı. Tesadüf mü? Tam da NATO'ya girdiğimiz, Marshall yardımı aldığımız dönem. Yerine ne açıldı? İmam Hatip okulları. "Bonne pour l'Orient" paradigması restore edildi.
Ara Kadrolar: "Brown Sahib" Sendromu
İngiliz sömürge edebiyatında "Brown sahib" diye bir tip vardır. Nobel ödüllü yazar V.S. Naipaul'un eserlerinde mükemmel tasvir edilir: Kendi kültürünü aşağı gören, İngiliz kültürünü yücelten ama İngilizler tarafından da tam kabul edilmeyen yerli elitler.
Türkiye'nin modernleşme tarihinde de benzer tipler var. Samuel Huntington'ın "torn countries" (parçalanmış ülkeler) kavramı tam da bunu açıklar. Ne tam Batılı ne tam Doğulu. Bu kimlik krizi, dış müdahalelere açık hale getirir toplumu.
Bugünkü Tablo: Neredeyiz?
Hukuki perspektiften bakarsak:
- Common law sistemi 2.5 milyar insanın hukuk düzeni
- İstanbul Tahkim Merkezi uluslararası arenada neredeyse görünmez
- Türk hukuku kimsenin ilgi alanında değil
Eğitim açısından:
- Oxford-Cambridge'in marka değeri trilyonlarca dolar
- Türk üniversiteleri dünya sıralamalarında ilk 500'e zor giriyor
- Yunus Emre Enstitüsü'nün varlığından kimsenin haberi yok
Kültürel üretimde:
- Türk dizileri Arap dünyasında popüler (iyi haber!)
- Ama sistematik strateji yok (kötü haber!)
- Diziler "Bonne pour l'Orient" çerçevesinde: Melodram var, modernlik yok
Sonuç: İbret Alacak mıyız?
Mehmet Âkif'in sözü kulaklarımızda çınlamalı: "Tarih tekerrürden ibarettir, ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?"
"İş bilenin, kılıç kuşananın" atasözümüz, hegemonya inşasının formülünü veriyor aslında. Sadece güç yetmez (kılıç), o gücü meşrulaştıracak, içselleştirecek mekanizmalar gerekir (iş bilmek).
İngilizler işi bildi: Sömürdüler ama hayranlık da yarattılar. Osmanlı bilmedi: Az sömürdü ama nefret topladı. Atatürk formülü buldu: Köy Enstitüleri, dil devrimi, hukuk reformu. Biz sürdüremedik: Proje yarım kaldı.
Seçim bizim: Ya kendi özgün modernlik modelimizi yaratacağız, ya da sonsuza kadar başkalarının yazdığı hikayede figüran olarak kalacağız.
Bir hukukçu olarak söyleyebilirim ki, hegemonya önce zihinlerde kurulur, sonra kurumlarda. Ve zihinleri kazanmanın yolu, zordan değil cazibeden, dayatmadan değil rıza üretiminden geçer.
İngilizler bunu 200 yıl önce anladı. Biz hâlâ anlayamadık mı?
Yorumlar
Kalan Karakter: