Ağustos ayının son günleriydi. Yapraklar henüz dökülmeye niyetlenmemişti, ama belli ki karar çoktan alınmıştı: Az sonra, belki birkaç gün, belki birkaç hafta içinde, rüzgarın ilk ciddi hamlesiyle toprağa kavuşacaklardı. Dallarda asılı duran sarımsı yapraklar, hâlâ yeşilden izler taşıyan yüzlerinde bir telaş, bir tedirginlik barındırıyordu. Rüzgar onları okşadığında hafifçe sallanıyor, ama bu sallanışta çocukça bir oyun değil, bir vedalaşma hüznü gizleniyordu. Sanki her biri bana, "Az zamanımız kaldı, gitmeden önce bize biraz daha bak, hatırla, çünkü unutulmak, düşmekten daha ağırdır" diyordu.
Güneş, bu vedanın üstüne inatla ışığını vuruyordu. Öğlen saatiydi. Gökyüzünde parlak, neredeyse yakıcı bir güneş vardı. Ama bu yakıcılık yazın başındaki hoyrat ısırma değildi; daha çok, "Hâlâ buradayım, daha bitmedim" diyen bir inatçılık. Sanki yaz, bana omuzlarımda yükselen sıcaklığıyla sesleniyordu: "Beni erken gömme, ben hâlâ buradayım. Eylül'e varmadan bana veda etme."
Ama işte, insan kalbi her mevsimi aynı hevesle karşılamaz. Yaz, coşkunun, sıcağın, telaşın mevsimidir. Oysa eylül... Eylül tam ortada bir yerdedir. Ne yaz kadar hoyrat ne kış kadar soğuktur. Romantizmin mevsimi budur. Ne tam ölmekte olan yaz ne tam doğmakta olan kış; ikisinin arasında ince bir köprü, hem vedanın hem kavuşmanın ayıdır. Ve belki de bu yüzden insan kalbine en çok dokunan, en çok şairleri konuşturan, aşıkları susturan mevsimdir.
Zamanın Karar Anı
Saatime baktığımda 13.01'i gördüm. Bu rakamın bende bıraktığı his, sanki zamanın bir karar anıydı. Öğlen çoktan bitmiş, ama akşamın serinliği henüz başlamamıştı. Ne tam bir öğle ne de akşamüstüydü. İşte hayatın özü de böyle değil mi? İnsan hiçbir zaman bütünüyle bir şeyin içinde değil. Ya geçmişin gölgesinde ya geleceğin beklentisinde. Bir ayağı bir yerde, öteki başka bir yerde. Ne çocukken çocuk kalabiliyor, ne yetişkinken masumiyetini saklayabiliyor. Hep arada, hep sınırda...
Bergson'un söylediği gibi: "Zaman akıp geçen bir şey değil, yaşanan bir şeydir." Saat 13.01, işte bu yüzden bana bir "eşik saati" gibi geldi. Tıpkı ağustosun eylülün eşiği olması gibi. Bitip bitmediğini bilmediğim bir yazın, birazdan elime tutuşturacağı son hatıra gibi. Belki o yüzden bu öğleden sonra bana ağır geldi. Sıcaktan değil, kalbimdeki yoğunluktan.
Mevsimlerin Felsefesi
İnsanoğlu her daim mevsimlerin peşinden koşar. Baharı beklerken kışı över, yazı özlerken sonbaharın şiirselliğini unutur. Ama eylül... Eylül unutulmaz. Çünkü eylül bir köprü değil, bir ayna gibidir. İnsan kendi yüzünü eylülde görür.
Yaprakların sararmasında kendi yorgunluğunu, rüzgarın ilk serinliğinde kendi kırılganlığını, gökyüzünün maviliğinde kaybolan tonlarda kendi umudunun eksilişini görür. O yüzden eylülde insan biraz içine kapanır. Ama bu kapanış hüzünden öte bir dinginliktir. Tıpkı bir sevgilinin saçlarını seyrederken konuşma ihtiyacı duymamak gibi. Sessizlik bir eksiklik değil, bir fazlalıktır.
Nazım'ın dediği gibi: "En güzel deniz henüz geçilmemiş olandır." Belki de eylül, henüz geçilmemiş denizlerin mevsimi.
Romantizmin Mevsimi
Eylül, aşkı da farklı yaşatır. Yaz aşkı telaşlıdır: güneşin altında parlayan ter damlaları, sahillerdeki kalabalık kahkahalar, aceleye getirilmiş sözler, hızlı tüketilen hisler... Yaz aşkı, ne kadar parlaksa o kadar da kısa ömürlüdür.
Ama eylülün aşkı öyle değildir. Eylül aşkı, gölgelerin uzadığı, güneşin acele etmeden battığı, insanların sokaklarda ağır ağır yürüdüğü bir ritme sahiptir. Bir bakış uzun sürer, bir dokunuş kelimelerden daha çok şey anlatır. Yazın gürültüsü sona ermiş, kışın sertliği henüz gelmemiştir. Bu aralıkta kalp, kendine yer bulur.
Bir öğleden sonrası hayal edin. Sahilde yürüyorsunuz. Deniz, yazın o hoyrat dalgalarını bırakmış, daha sakin. Gökyüzü hâlâ mavi, ama bulutlar griye daha yakın. Karşınızdaki insan size bir şey söylemiyor, siz de ona bir şey söylemiyorsunuz. Ama ikiniz de biliyorsunuz ki sözcüklere gerek yok. Eylül işte tam da budur: kelimesiz anlaşmanın mevsimi.
Baudelaire'in şu sözü gelir aklıma: "İçinde yaşadığım bu an, sonsuzluktan bir parça."
Unutmanın Mevsimi
Ama eylülde başka bir şey daha vardır: unutma. İnsan yazın telaşında yaşadıklarını eylülde unutmak ister. Çünkü yazın aşırılıkları vardır: fazla kahkaha, fazla ter, fazla yolculuk, fazla kalabalık. Bunların yükü ağır gelir. Eylül, bir temizleme, bir arınma mevsimidir.
Unutmak, aslında yeniden hatırlamanın kapısını açar. Ne kadar çok şeyi unuturuz, o kadar çok yeni şeye yer açılır içimizde. Eylül bunu öğretir: bırak gitsin, çünkü bırakmazsan yenisi gelemez.
Nietzsche'nin dediği gibi: "Unutabilmek büyük bir nimettir." Ve Borges ekler: "Unutmak da bir sanat, hatırlamak kadar."
Bir Öğleden Sonrası Düşünceleri
Ben de işte böyle düşüncelerle yürüdüm o öğleden sonra. Sırtımda güneşin yakıcılığı, yüzümde rüzgarın serinliği vardı. İkisi arasında kalmış gibiydim. Ne tamamen yanıyor ne tamamen serinliyordum. Bir ikilem, bir kararsızlık, bir eşikte durma hâli.
Bir banka oturdum. Karşımda bir ağaç vardı. Yaprakları sararmış, ama hâlâ güçlü görünüyordu. Onu seyrederken düşündüm: İnsan da ağaç gibidir. Hayatın belli dönemlerinde yapraklarını döker. Bazen aşkı, bazen dostu, bazen umudu dökülür. Ama kökler toprağa tutunduğu sürece yeniden filizlenmek mümkündür.
Camus'nün sözü geldi aklıma: "Sonbaharda bile bahar tomurcukları vardır."
Ey eylül, sen kışın soğuğu değilsin. Sen baharın telaşı da değilsin. Sen yazın hoyratlığı hiç değilsin. Sen, insan kalbinin en çok kendini bulduğu, en çok kendiyle konuştuğu mevsimsin.
Senin öğleden sonralarında insanlar biraz daha yavaş yürür. Çocuklar okul yolunda biraz daha hüzünlü bakar. Aşıklar biraz daha sessiz öpüşür. Senin göğünde martılar bile daha yavaş döner. Çünkü bilinir ki sen, zamanın hızını azaltan bir dokunuşsun.
Bitmeyen Öğle
Saat 15.00'a yaklaşırken, hâlâ aynı his üzerimdeydi. Gün ilerliyordu, ama ben ilerleyemiyordum. Sanki zaman benim için sabitlenmişti. Bitmek bilmeyen bir öğle. Belki de insan, hayatının belli anlarında böyle hisseder: "Bittim, biteceğim" derken, aslında hâlâ ayakta olduğunu fark eder.
Tıpkı yazın bana söylediği gibi: "Henüz bitmedim."
Sonuç Yerine: Bir Hatırlayış
1 Ağustos öğleden sonrası bana şunu öğretti: Zaman, hiçbir mevsimi bütünüyle terk etmez. Yaz kışın içinde saklıdır, kış baharın içinde, bahar yazın içinde. Ve eylül, bunların hepsini içinde taşır. Bir köprü değil, bir ayna olduğundan.
Eylül, insana şunu fısıldar: "Hayat bitmiyor, sadece değişiyor." Ve bu değişim, aslında unutmaktan çok hatırlamaktır. Çünkü unuttuğunu sandığın her şey, bir gün başka bir renkle, başka bir ışıkla yeniden karşına çıkar.
Herakleitos'un eski sözü geliyor aklıma: "Aynı nehrin sularına iki kez giremezsin." Her an yeni, her nefes başka.
Ben o öğleden sonra yürürken bunu düşündüm: Her son, bir başlangıçtır. Her veda, bir kavuşmanın gölgesini taşır. Her unutma, bir hatırlamanın hazırlığıdır.
Ve işte, bu yüzden eylül benim için yalnızca bir ay değil, bir öğreti, bir felsefe, bir aşk biçimidir.
Yorumlar
Kalan Karakter: