Soğuk Savaş’ın paslı ankrajları çözülürken 11 Eylül 2001 saldırıları, uluslararası düzeni yeni bir rota sapmasına zorladı. Washington’un cevabı “Bush Doktrini” olarak kayda geçti. İlk bakışta klasik meşru müdafaa öğretisini güncelliyor gibi görünse de aslında ön alıcı (pre‑emptive) kuvvet kullanımı tezini öne sürerek kuvvet kullanma yasağının temel direklerini çatırdattı. Bugün Irak’tan Ukrayna’ya, Gazze’den Kızıldeniz’e uzanan kriz hatlarında bu tartışma canlılığını koruyor. Bu makale, Bush Doktrini ile önleyici meşru müdafaa kavramlarını Birleşmiş Milletler (BM) sistemi, sözleşme hukuku ve teamül hukuku ışığında değerlendiriyor ve kavramların meşruiyet zeminini sorguluyor.
George W. Bush’un 2002 tarihli Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi, Amerika Birleşik Devletleri’ne yönelik varoluşsal bir tehdit algılandığında “ilk saldıran” olacağını ilan etti. Belge, kimyasal‑biyolojik‑nükleer kapasite sahibi “haydut devletlere” karşı BM doğrudan ön alıcı (pre‑emptive) vuruş yetkisini savundu; ayrıca tek taraflı hareket serbestisi ve “özgürlük yayma” misyonunu içeren geniş bir politika çerçevesi kurdu. 17. yüzyılın Hugo Grotiusçu “haklı savaş” öğretisini tersine çeviren bu yaklaşım, güç kullanımının eşiğini ileriye çekti.
BM Şartı’nın 2/4. maddesi, kuvvet kullanma yasağını jus cogens niteliğinde emredici bir norm olarak kabul eder. Yegâne istisnalar ise VII. Bölüm kararları ve 51. madde uyarınca silahlı saldırıya uğrayan devletin gereklilik ve orantılılık ilkeleri içinde kullanabileceği meşru müdafaa hakkıdır. Saldırı gerçekleşmeden ya da saldırı kaçınılmaz biçimde görünür hâle gelmeden silaha sarılmak, geleneksel yorumda hukuka aykırı sayılır. Caroline vakası (1837) ile şekillenen “gecikme lüksü tanımayan gereklilik” ve “ölçüsüz kuvvet kullanmama” kriterleri burada hâlâ belirleyicidir.
Ön alıcı (pre‑emptive) saldırı, düşmanın saldırısı artık kaçınılmaz ve görünür olduğunda atılan ilk kurşunu ifade ederken; önleyici (preventive) saldırı, tehditin uzak, muğlak ama potansiyel olduğu durumlarda kuvvet kullanılmasını meşrulaştırmaya çalışır. Bush Doktrini birinci kategoriyi yani ön alıcı saldırıyı meşrulaştırmaya çalıştı. Afganistan’ın 2001’de, Irak’ın 2003’te işgalinde bu argüman kullanılmasına rağmen, işgal sonrası bulunamayan kitle imha silahları doktrinin meşruiyet iddiasını zayıflattı.
Doktrine yöneltilen ilk eleştiri saldırı kriterinin belirsizliğidir. BM Şartı’nda “silahlı saldırı” fiilî ve ölçülebilir bir eylemken, Bush Doktrini’nde tehdit “niyet” ve “kapasite” ile tanımlandı. Böylece kuvvet kullanımının barajı, neredeyse her türlü öngörüye açık hâle geldi. İkinci eleştiri, orantılılık ve gereklilik ilkelerinin aşınmasıdır; zira Irak’ta rejim değişikliği hedefi, saldırı tehdidini bertaraf etmeyi çok geride bırakarak rejimi çökertmeye yöneldi ve asgari kuvvet ölçütü hiçe sayıldı. Üçüncü eleştiri, BM Güvenlik Konseyi’nin devre dışı bırakılmasıdır. Kuvvet kullanımı için Konsey onayı aranmadı; ABD “koalisyonun isteklileri” diyerek tek taraflı hareket etti. Son olarak, devlet pratiği ve opinio juris desteğinin yokluğu yeni bir teamül hukukunun oluşmasını engelledi.
Bush Doktrini’nin yankıları, güncel çatışma bölgelerinde de hissediliyor. İsrail’in Suriye içindeki İran bağlantılı hedeflere yönelik hava saldırılarını “ön alıcı savunma” olarak sunması, doktrinin Ortadoğu’daki en belirgin yansımalarından biri. Karadeniz’de Rusya’nın, Ukrayna hava sahasındaki NATO keşif uçaklarını stratejik tehdit ilan etmesi de kuvvet kullanımı eşiğine yaklaşan bir başka örnek. ABD’nin Kızıldeniz’de Husilere ait hedefleri denizden vururken “seyrüsefer özgürlüğünü koruma” gerekçesine başvurması ise pre‑emptif söylemin kolektif meşru müdafaa kisvesiyle nasıl iç içe geçtiğini gösteriyor.
Son iki yılda İsrail’in ve zaman zaman ABD’nin doğrudan İran topraklarındaki tesislere yönelttiği sınırlı ancak yüksek sembolik değer taşıyan saldırılar da bu pre‑emptif mantığın güncel örnekleri arasında yer alıyor. 19 Nisan 2024’te İsrail’in İsfahan yakınlarındaki hava savunma radar sahasına gerçekleştirdiği saldırı, bir hafta önce İran’ın İsrail’e füzeler ve dronlarla düzenlediği misillemenin “devam eden silahlı saldırı”nın parçası olduğu iddiasına dayandırıldı; ancak gerek saldırı anındaki tehlikenin yakınlığı, gerekse vurulan hedeflerin niteliği 51. madde bağlamında gereklilikve orantılılık ilkelerinin ne ölçüde karşılandığı konusunda tartışmaları alevlendirdi. Haziran 2025’te İsrail ile eşgüdüm hâlinde ABD ağır bombardıman uçaklarının bölgeye intikali ve İran içindeki bazı askeri tesislere yönelik yeni drone‑füze saldırıları, Tahran’ın gelecekteki nükleer kapasitesini “öngörülen tehdit” olarak çerçeveleyip ön alıcı müdafaa söylemiyle meşrulaştırmaya çalıştı; ancak “imminence” kriterinin bu kadar esnetilmesi kuvvet kullanma yasağıyla uyumsuz gri bir alan yaratıyor. İran’ın cevaben bölgedeki ABD üslerine yönelik vekâlet saldırılarını artırması ve Körfez’de gerilimin tırmanması da, bu tür tek taraflı pre‑emptif eylemlerin uluslararası barış ve güvenlik hedefiyle çelişen yan etkilerini ortaya koyuyor.
Uluslararası toplumda, önleyici meşru müdafaanın hukuki çerçevesini netleştirmeye dönük reform tartışmaları sürüyor. Siber saldırı, biyolojik tehdit ve devlet dışı aktörlerin yol açtığı riskler 51. maddedeki “silahlı saldırı” kavramının yeniden yorumlanmasını gerektirebilir. Öte yandan formel bir madde değişikliği, kuvvet kullanma yasağını daha da sulandırma tehlikesi taşıyor. Caroline vakasıyla şekillenen “imminent” kriterinin hipersonik füzeler ve siber sabotaj çağında nasıl güncelleneceği de önemli bir soru. NATO’nun kolektif savunma sistemi bile ön alıcı saldırı hakkının meşruiyetini tartışmalıdır; zira Ankara, "casus belli" uyarısını yalnızca Ege Denizi’nde Yunanistan’ın karasularını 12 deniz miline çıkarma ihtimaline karşı 1995’te siyasi bir beyan olarak kamuoyuna duyurmuş, fakat bunun için TBMM’den resmî bir yetki kararı çıkarmamıştır. Öğretide sıkça vurgulandığı üzere, kuvvet kullanma yasağı tehdidi de kapsadığı için böyle bir beyan BM Şartı’nın 2/4. maddesiyle tam olarak bağdaşmaz. Doğu Akdeniz’deki yetki alanı ihtilaflarında ise Türkiye resmî belgelerinde bu kavrama başvurmamıştır.
Sonuç olarak Bush Doktrini, Amerika’nın 21. yüzyıl başındaki küresel jandarma rolüne sözde normatif bir kılıf giydirmeye çalıştı; fakat fiiliyatta yaptığı, Birleşmiş Milletler Şartı’nın kuvvet kullanma yasağını adım adım gevşetmek ve “güçlü olanın hukuku”nu tahkim etmekten ibaretti. 51. maddeyi "olasılıklara" ve "niyet okuma"ya dayalı olarak genişletmek, Güvenlik Konseyi’ni veto çıkmazına itip sonra da "koalisyonun isteklileri" adı altında tek‑taraflı operasyonlara yönelmek, Şart’ı kâğıt üzerinde bırakıp kuvvet kullanma eşiğini fiilen düşürdü. Böylece hukuk, silahsızların kalkanı olmaktan çıktı; güç sahiplerinin çıkarlarını makyajlayan esnek bir retoriğe dönüştü. Afganistan’ın işgalinden Irak’a, Gazze’deki tekrar eden çatışmalardan İran topraklarındaki son saldırılara kadar yaşananlar, güçlü aktörlerin "pre‑emptif meşru müdafaa" etiketiyle hukuk düzenini sulandırıp kendi eylemlerine meşruiyet izafe ettiklerini gösteriyor.
Bu tablo, devletlerarası düzeni Hobbesçu bir ormana dönüştürme riskini büyütüyor: Saldırı tanımının öznel bir tehditle eş tutulması, kuvvet kullanma yasağının emredici (jus cogens) karakterini zedeliyor; "imminence" eşiği sonsuz elastik hâle gelirken korunan tek şey güçlünün rahat manevra alanı oluyor. Devlet pratiğinde yeterli örnek ve opinio jurisdesteği bulunmadığı hâlde bu alışkanlık sürerse, uluslararası hukukun lex lata (mevcut hukuk) düzeni “birleştirici norm” değil, “ayrıcalıklı güç” enstrümanı hâline gelebilir. Dolayısıyla yapılması gereken, Şart’ın 2/4 ilkesini zayıflatmayan, ancak siber ve nükleer çağın yeni tehditlerini bağlayıcı, denetlenebilir ve çoğulcu prosedürlerle karşılayacak bir reform gündemini samimiyetle hayata geçirmektir.
Yorumlar
Kalan Karakter: