Cem Karaca'nın "Raptiye Rap Rap" Şarkısı: Bir Toplumsal Kaos Manifestosu
Cem Karaca, Türk müziğinin sadece güçlü bir sesi değil, aynı zamanda keskin bir gözlemcisi ve toplumsal vicdanın cesur bir tercümanıydı. Şarkıları, melodilerin ötesine geçerek, dinleyicilerini düşünmeye, sorgulamaya ve bazen de rahatsız olmaya davet eder. Bu davetin en çarpıcı örneklerinden biri, şüphesiz 1992 yılında yayınladığı "Raptiye Rap Rap" adlı eseridir. İlk dinleyişte absürt kelime oyunları ve anlamsız tekrarlardan oluşuyor gibi görünse de, aslında 1980 askeri darbesi sonrası Türkiye'sinin toplumsal, ekonomik ve siyasi dönüşümünün şifreli bir anlatısı, bir nevi "toplumsal kaos manifestosu"dur. Bu makalede, "Raptiye Rap Rap"ın satır aralarında gizlenen derin anlam katmanlarını, felsefi kavramlar ve sosyolojik analizler ışığında, "şapkanın altındaki" o eleştirel, isyankâr ve trajikomik evreni, bilhassa dönemin kilit figürleri, sembolleri ve Türk toplumunun kronikleşmiş sancıları üzerinden keşfe çıkacağız.
Absürdün Ritmi: "Hanimini Hüppen," Dilsel Anarşi ve Epistemolojik Kriz
Şarkı, "Hanimini hüppen denzigi banna rap rap / Kefeşle tayyüş ille de kıtmir rap rap" gibi, ilk bakışta anlamsız görünen, dadaist bir şiiri andıran tekerlemelerle açılır. Bu kasıtlı anlamsızlık, 20. yüzyıl felsefesinin önemli duraklarından biri olan absürdizm ile derin bir bağ kurar. Albert Camus, "Sisifos Söyleni"nde insanın evrendeki anlamsızlık karşısında duyduğu bocalamayı ve bu absürdü kabullenerek başkaldırmasını anlatır. Karaca'nın tekerlemeleri, modern toplumun bireye dayattığı karmaşanın, iletişimsizliğin ve anlamsız koşuşturmanın bir yansımasıdır. Birey, etrafını saran olaylar ve söylemler yığınında bir "denzigi banna" durumu yaşar; ne olduğunu tam kavrayamadığı bir akışın içinde sürüklenir. Camus'ye göre insan, rasyonel bir varlık olarak anlam arayışındadır, ancak evren bu anlama kayıtsızdır; bu çatışma absürdü doğurur. Karaca'nın anlamsız kelimeleri, bu anlamsızlığa bir başkaldırı, bir tür "absürd kahraman"ın dilidir. Sadece varoluşsal bir kaygı değil, aynı zamanda toplumsal ve siyasal alandaki mantıksızlığa, tutarsızlığa karşı bir isyanın da dilidir bu.
Ancak bu sadece varoluşsal bir absürdizm değildir; aynı zamanda dönemin Türkiye'sinin yaşadığı epistemolojik krizive dilsel anarşiyi de yansıtır. 1990'ların Türkiye'sinde yaşanan hızlı değişim, 12 Eylül darbesinin yarattığı derin travmalar, siyasi kutuplaşma ve medyanın (özellikle yeni palazlanan özel televizyonların) yarattığı bilgi kirliliği, toplumun ortak anlam dünyasını parçalamıştı. Gerçeklik algısı bulanıklaşmış, "doğru" ve "yanlış" arasındaki sınırlar kaybolmuştu. Bu dilsel kaos, Ludwig Wittgenstein'ın "Felsefi Soruşturmalar"da işaret ettiği dil oyunları kavramını akla getirir. Wittgenstein'a göre dil, sabit anlamlar taşıyan bir sistem değil, bağlama göre değişen bir oyunlar bütünüdür ve anlam, kullanımda ortaya çıkar. Karaca, "kefeşle tayyüş ille de kıtmir" gibi uydurma kelimelerle, anlamın kaygan zeminini açığa çıkarır ve egemen dil oyunlarının keyfiliğini sergiler. Bu anlamsız kelimeler, sistemin anlamsızlığının dile yansımasıdır. Evren'in "netekim"i gibi, sistem de kendi dilini doğru kullanamaz hale gelmiştir. Karaca, bu dilsel kaosa kendi kaosunu ekleyerek, sistemin absürtlüğünü görünür kılar ve bu aynı zamanda sansürden kaçmanın da bir yoludur; doğrudan eleştiri yapmak yerine, anlamsızlık kisvesi altında mesajını iletir. Şarkıdaki "rap rap" tekrarları ise hem müzikal bir unsur hem de dönemin "tekrar eden ama bir yere varmayan" söylemlerinin, vaatlerinin ve hatta şiddetinin ritmik bir yansımasıdır. Bu tekrar, bir yandan monotonluğu ve sıkışmışlığı ifade ederken, diğer yandan da bir tür hipnotik etkiyle eleştirel düşünceyi bastıran bir toplumsal mekanizmayı da çağrıştırabilir.
Ekonomik Jungle: Köşeyi Dönmenin Kutsallığı, Üretimsizlik, Lümpenleşme ve "Zübük" Siyasetinin Zemini
Şarkı, ekonomik sisteme ve onun birey üzerindeki yıkıcı etkilerine dair keskin eleştirilerle doludur. "Maaşla gırtlak gırtlak gırtlağa rap rap" dizesi, geçim sıkıntısının yarattığı amansız rekabeti ve Karl Marx'ın yabancılaşma (Entfremdung) kavramının somut bir örneğini sunar. Kapitalist üretim ilişkileri içinde emekçi, emeğinin ürününe, üretim sürecine, kendi özüne (Gattungswesen) ve diğer insanlara yabancılaşır. Bu yabancılaşma, sadece ekonomik bir sorun değil, aynı zamanda toplumsal ilişkilerin de zedelenmesine, bireylerin birbirini rakip olarak görmesine yol açar.
"Alavere dalavere kim ala da kim vere" ifadesi, piyasa ekonomisinin şeffaflıktan uzak, karmaşık ve aldatıcı yapısına işaret eder. "Liberal, miberal malı kap, götür al rap rap / Eriyor liralar, mark kap, dolar al rap rap" dizeleri, 1980 sonrası neoliberal politikaların ve bunun yarattığı "köşe dönmeci" zihniyetin, vurgunculuğun ve ekonomik istikrarsızlığın acı bir portresini çizer. Bu ortam, Türkiye'nin tam anlamıyla bir aydınlanma sürecinden geçememiş olmasının, rasyonel düşünce, bilimsel bakış açısı ve etik değerler yerine kısa yoldan zenginleşme arzusunun kutsallaştırılmasının bir sonucudur. Max Weber'in "Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu"nda tartıştığı, çalışmayı, biriktirmeyi ve rasyonel yatırımı önceleyen etik anlayışın Türkiye'de tam olarak yerleşememiş olması, "köşeyi dönme" kültürünün yaygınlaşmasında önemli bir etkendir. Üretim yerine spekülasyonun, emek yerine "iş bitiriciliğin," liyakat yerine sadakatin prim yaptığı bir toplumsal iklimde, "köşeyi dönmek" adeta bir erdem haline gelir. Özellikle 12 Eylül sonrası dönemde, bu eğilimler hız kazanmış, para kazanmak için mutlaka bilgi edinme, meslek edinme veya üretim yapmanın gerekli olmadığını fark eden niteliksiz yığınlar, hızlı bir şekilde servete ulaşma adına adeta makyavelistçe çabalar sergilemeye başlamıştır. Bu durum, toplumun bir türlü üretim toplumuna geçememe, sanayileşme ve teknolojik gelişmeyi içselleştirememe, bir nevi "köylülükten" ve onun getirdiği dar ufuklu, günü kurtarma anlayışından, feodal kalıntılardan sıyrılamama sancısının da bir yansımasıdır. Sanayi Devrimi'ni kaçırmış olmanın ve modernleşmeyi daha çok biçimsel düzeyde yaşamanın getirdiği bu yapısal sorunlar, ekonomik krizlere ve toplumsal eşitsizliklere zemin hazırlar. Bu süreçte, nitelikli emekle değer üreten öğretmenlik gibi saygın meslekler hızla itibarını ve değerini kaybetmiş, toplumda hızlı bir lümpenleşme başlamıştır. Bu lümpenleşme, sadece ekonomik bir çöküşü değil, aynı zamanda kültürel ve ahlaki bir erozyonu da beraberinde getirmiştir.
Bu noktada akla şu soru gelmektedir: Acaba 12 Eylül sonrası yaşanan bu lümpenleşme, kasıtlı bir politikanın ürünü müydü? Darbenin lideri Kenan Evren'in, 12 Eylül öncesi sendikalaşmanın ve özgürlüklerin yaygınlaştığı bir ortam için sarf ettiği iddia edilen "Bu anayasa bize bol geldi, içinde oynamaya başladık" veya "Düşünen kafalara zararlı fikirler üşüşür" gibi vecizeler, yönetimin bilinçli bir şekilde apolitik, sorgulamayan, kendi küçük çıkarlarına odaklanmış bir toplum arzuladığına işaret edebilir. Nitelikli, örgütlü ve bilinçli bir işçi sınıfı veya aydın kesim yerine, daha kolay yönetilebilir, bireyselleşmiş ve "köşeyi dönme" hayalleriyle meşgul bir kitle, otoriter bir yönetim için daha "uygun" bir zemin sunabilirdi. Dolayısıyla, saygın mesleklerin değersizleştirilmesi, eğitimin niteliğinin düşürülmesi ve kısa yoldan zenginleşme kültürünün pompalanması, bu lümpenleşmeyi besleyen ve belki de dolaylı ya da dolaysız olarak arzulanan bir sonuç olarak görülebilir. İşte bu yozlaşma, değerlerin altüst oluşu ve lümpenleşme atmosferi, Aziz Nesin'in ölümsüz karakteri "Zübük" ile simgeleşen politikacı tipinin de ortaya çıkmasına ve hatta palazlanmasına zemin hazırlamıştır. Zübük, ahlaki kaygılardan azade, manipülatif, çıkarcı ve kitlelerin zaaflarını ustaca sömüren bir figürdür. Liyakatin değil sadakatin, üretimin değil spekülasyonun, ahlakın değil "iş bitiriciliğin" prim yaptığı bir toplumda, Zübük tarzı siyasetçiler, bu çürümüş zeminde kolayca kök salabilir. Onlar, karmaşık sorunlara basit ve hamasi vaatler sunar, eleştirel düşüncenin zayıfladığı bir ortamda aldatmacalarını daha rahat sürdürürler. Cem Karaca'nın şarkısındaki "alavere dalavere" ve "bir koy üç al" mantığı, tam da Zübük siyasetinin beslendiği bu ilkesiz ve çıkarcı düzenin bir yansımasıdır.
İşte bu noktada, siyasetçilerin, özellikle köyden kente yeni göç etmiş, kentsel yaşamın karmaşıklığına ve modern ekonomik sistemin dinamiklerine henüz tam adapte olamamış, bir nevi "sosyolojik evrimini" tamamlayamamış kitleleri nasıl etkilediği sorusu önem kazanır. Bu kitleler, geleneksel dayanışma ağlarından kopmuş, Emile Durkheim'ın anomi kavramıyla ifade ettiği bir normsuzluk ve kuralsızlık hali içinde, yeni bir yaşam kurma ve hızla sınıf atlama arzusu içindedirler. Kentin anonimliği ve rekabetçi ortamı, bu bireyleri hem daha savunmasız hem de daha hırslı hale getirebilir. "Bir koy üç al, üçünü de beşlet rap rap" gibi spekülatif kazanç vaatleri, bu kitlelerin umutlarını ve çaresizliklerini sömüren popülist politikacılar için verimli bir zemin oluşturur. Aristoteles'in eudaimonia idealinden uzak, etik değerlerin aşındığı bu ortamda, siyasetçiler, somut üretim ve kalkınma projeleri yerine, kısa vadeli çıkarlar ve hayali zenginlik vaatleriyle bu kitlelerin oylarını devşirmeye çalışabilirler. Demirel gibi "baba" figürlerinin, halkla kurduğu doğrudan, paternalist ilişki biçimi, bu sosyolojik zeminde kök salar. Bu figürler, devletin soyut ve karmaşık yapısı yerine, kişisel bir bağ ve koruma vaadi sunarak, özellikle geleneksel otoriteye alışkın kitleler için bir güven unsuru oluşturabilirler.
"Ben sana hayran / Sen cama tırman" dizeleri, bu ekonomik keşmekeş içindeki bireyin trajikomik bir röntgen filmidir. Bu durum, Frankfurt Okulu düşünürlerinin (özellikle Adorno ve Horkheimer) "kültür endüstrisi" eleştirilerini ve Jean Baudrillard'ın simülakrlar teorilerini akla getirir. Kültür endüstrisi, kitleleri pasifize eden, standartlaşmış ve sahte ihtiyaçlar yaratan bir mekanizmadır; simülakrlar ise gerçekliğin yerini alan göstergelerdir. "Yok içmeye bir şişe bile ayran / Nene gerek senin taht-ı revan" dizeleri, Thorstein Veblen'in "gösterişçi tüketim" (conspicuous consumption) kavramını hatırlatmakla kalmaz, aynı zamanda Cem Karaca'nın halkın diline ve deyişlerine olan derin vukufiyetini de sergiler. Bu dizeler, Anadolu'da yaygın olarak bilinen ve biraz da müstehzi bir şekilde ifade edilen "Ayranı yok içmeye, tahtırevanla gider ...maya" şeklindeki halk deyişinin sanatsal bir inceltmeyle ve ironiyle yeniden yorumlanmasıdır. Bu kaba ama son derece çarpıcı halk deyişi, en temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamayan bir bireyin, anlamsız ve abartılı bir gösteriş, bir lüks peşinde koşmasının absürtlüğünü, toplumsal önceliklerdeki ve değer yargılarındaki derin çarpıklığı en çıplak haliyle ortaya koyar. Karaca, bu deyişteki "tahtırevan" imgesini koruyarak ve "ayran" metaforunu kullanarak, Veblen'in işaret ettiği gibi, statü ve gösteriş arzusunun, temel insani ihtiyaçların bile önüne geçebildiği, önceliklerin nasıl altüst olabildiği bir toplumsal eleştiriyi, halkın kendi diliyle yoğurarak sunar. Türk toplumunda "gösterişçi tüketim" eğilimi oldukça yaygındır ve bu, bireylerin ekonomik durumlarıyla çelişen tüketim kalıplarına girmelerine neden olabilir. Örneğin, o yıllarda maddi imkanları kısıtlı olmasına rağmen sırf moda olduğu için pahalı ithal sigaralar (Marlboro gibi) tüketmek ya da günümüzde, daha uygun fiyatlı ve işlevsel alternatifleri varken en pahalı akıllı telefonlara (iPhone gibi) veya lüks saatlere sahip olma arzusu, bu gösterişçi tüketim arzusunun farklı tezahürleridir. Bu durum, bireyin toplum içindeki yerini ve saygınlığını, sahip olduğu maddi nesneler üzerinden tanımlama çabasının bir ürünüdür. Köyden kente göçün hızlandığı bu dönemde, gecekondu mahallelerinde yaşayan ve kentin modern yaşamına öykünen, ancak ekonomik olarak bu yaşama erişemeyen bireyler için gösterişçi tüketim, bir tür aidiyet arayışının, kimlik inşa etme çabasının ve sınıfsal kaygıların da ifadesi olabilir. İthal ürünlere, markalara duyulan hayranlık, aslında ulaşılamayan bir yaşam tarzına duyulan özlemin bir yansımasıdır.
Otoritenin Metamorfozu ve Siyasi Kısır Döngü: "Raptiye," "Zaptiye," "Şapka" ve "Netekim"
Şarkının politik eleştirisi, Türkiye'nin siyasi tarihinde derin izler bırakan askeri darbeler ve siyasi figürler üzerinden şekillenir. Darbeler, sadece demokratik süreçleri kesintiye uğratmakla kalmamış, aynı zamanda toplumda derin bir apolitikleşme, korku kültürü ve sivil toplumun zayıflamasına yol açmıştır.
Otoritenin Sürekliliği: Raptiye'den Zaptiye'ye:
"Raptiye rap rap zaptiye zap zap" ifadesi, Türkiye'de devlet otoritesinin tarihsel dönüşümüne ironik bir göndermedir. Michel Foucault'nun iktidar analizlerini anımsatan bu ifade, iktidarın form değiştirse de baskıcı özünün ("zap zap") baki kaldığını vurgular. Foucault'nun "biyo-iktidar" ve "yönetimsellik" (governmentality) kavramları, devletin bireylerin yaşamlarını nasıl düzenlediğini ve kontrol ettiğini anlamak için burada devreye girebilir. Raptiye ve zaptiye, bu kontrol mekanizmalarının farklı tarihsel biçimleridir.
"N'aber Netekim Gene Geldi Şapka": Evren'e İronik Bir Mektup ve Askeri Vesayetin Hüsranı: Şarkının en vurucu ve çok katmanlı ifadesi budur. Dize, 12 Eylül darbesinin lideri Kenan Evren'e hitaben yazılmış ironik bir mektup gibidir. "Netekim" kelimesi, Evren'in konuşmalarında "nitekim"i sürekli yanlış telaffuz etmesine doğrudan bir göndermedir. Karaca, Evren'in bu meşhur telaffuz hatasını kullanarak ona seslenir: "Naber netekim efendi?" Bu hitabın devamındaki "gene geldi şapka" ifadesi ise muazzam bir ironi barındırır. "Şapka" lakaplı Süleyman Demirel, 1980 darbesinde Evren tarafından iktidardan uzaklaştırılmış, siyasi yasaklı hale getirilmişti. Evren ve askeri cunta, Demirel'i ve diğer siyasileri tamamen tasfiye ettiğini düşünüyordu. Ancak 1987 referandumu ile siyasi yasaklar kalkınca Demirel yeniden siyasete döndü ve 1991'de tekrar başbakan oldu. Karaca'nın "naber netekim gene geldi şapka" dizesi, tam da bu duruma işaret eder: "Evren efendi, o kadar uğraştın, darbeyi yaptın, Demirel'i yasakladın, siyasetten men ettin ama naber? Bak gene geldi!" Bu, askeri vesayetin başarısızlığının, siyasi mühendislik projelerinin boşa çıkmasının ironik bir ilanıdır. 1980 darbesi, sadece dönemin hükümetini devirmekle kalmamış, tüm siyasi sistemi yeniden dizayn etmeye çalışmıştı. Ancak tarih, Evren'in planlarının boşa çıktığını gösterdi. Karaca'nın "gene geldi" vurgusu, bu kontrol edilemezliğin, siyasetin doğal akışının önlenemeyeceğinin bir ifadesidir.
Askeri Yürüyüşün Boşa Çıkan Ritmi ve Siyasi Döngü: Şarkının ana motifi olan "raptiye rap rap" kalıbı, askeri yürüyüşün ritmini taklit eder. Bu ritim, 12 Eylül darbesinin ve askeri vesayetin sembolüdür. Ancak Karaca, bu ritmi tekrarlayarak ve absürt kelimelerle birleştirerek, askeri otoritenin ciddiyetini alaya alır, içinin boş olduğunu ima eder. Bu durum, Friedrich Nietzsche'nin "bengi dönüş" kavramının karamsar bir yansıması gibidir; baskının, siyasi figürlerin ve çözümsüzlüklerin sürekli yeniden üretilmesi. "Köşeleri möşeleri dön baba dönelim" dizesi, bu kısır döngüyü ve Evren'in "baba" imajını da hicveder. Bu "dön baba dönelim" ifadesi, aynı zamanda ilerleyemeyen, kendi etrafında dönüp duran bir toplumsal ve siyasal yapıyı da simgeler.
Süleyman Demirel: "Altı Kere Gidip Yedi Kere Gelen Adam" ve Popülizmin Sosyolojisi: Süleyman Demirel'in siyasi kariyeri, Türk demokrasisinin kırılganlığının ve sürekliliğinin paradoksal bir örneğidir. Karaca'nın "gene geldi şapka" ifadesi, Demirel'in bu "ölümsüzlüğüne" bir göndermedir. Fötr şapkası ile özdeşleşen Demirel, adeta Türk siyasetinin "dönüp duran" karakterini temsil eder. Onun bu geri dönüşleri, bir yandan siyasi iradenin vesayete karşı direncini gösterirken, diğer yandan da Türk siyasetinin figürler üzerinden dönen, derinlikli çözümler üretemeyen yapısını da eleştirir. Demirel'in popülist söylemleri ve "baba" imajı, özellikle kırsal kökenli, geleneksel değerlere bağlı ve devletten beklentisi yüksek olan, ancak kentsel ve endüstriyel toplumun karmaşık yapılarına henüz tam entegre olamamış, "sosyolojik evrimini tamamlayamamış" kitleler üzerinde etkili olmuştur. Bu kitleler için "şapka," istikrar ve tanıdıklık vaadi sunarken, ülkenin yapısal sorunlarına (üretimsizlik, eşitsizlik, aydınlanma eksikliği) kalıcı çözümler getirilip getirilmediği ikinci planda kalabilmiştir. Siyasetçiler, bu kitlelerin ekonomik sıkıntılarını ve sosyal güvencesizliklerini, somut politikalar yerine kişisel karizma, hamaset ve kısa vadeli vaatlerle gidermeye çalışarak, bir nevi "kitleleri kandırma" mekanizması işletmişlerdir. Bu durum, rasyonel ve eleştirel bir seçmen bilincinin gelişimini de engellemiştir.
Toplumsal Yansımalar: Göçün Etkileri, Kimlik Krizi ve Anti-Entelektüalizmin Yükselişi
"Liberal, miberal malı kap, götür al" dizesi, Özal döneminde başlayan liberal ekonomi politikalarının, Evren'in otoriter siyasi yönetimiyle olan çelişkisini "miberal" gibi uydurma bir kelimeyle hicveder. Bu melez sistem, kendi içinde çöküşünün tohumlarını barındırıyordu; ne tam otoriter ne tam demokrat, ne tam devletçi ne tam liberal bir yapı kurulamamıştı.
Köyden kente göçün yarattığı toplumsal değişimler, bu tabloda önemli bir yer tutar. Geleneksel değerlerle modern yaşam arasında sıkışmış, ne tam köylü ne tam kentli olabilen, "arada kalmış" bir toplum yapısını besler. Bu "arada kalmışlık," sosyolog Mübeccel Kıray'ın "tampon mekanizmalar" ve "saçaklanma" gibi kavramlarıyla da açıklanabilir; kente göç edenlerin ne tam olarak kentsel değerleri benimsediği ne de kırsal değerlerden tamamen koptuğu, ikisi arasında bir tür melez kimlik ve yaşam biçimi geliştirdiği durumlar. Bir türlü üretim toplumuna geçememe ve "köylülükten" gelen bazı alışkanlıkların (kısa vadeli düşünme, bireysel çıkarı önceliklendirme, kolektif bilinç eksikliği, kadercilik) kentsel yaşamda da devam etmesi, toplumsal sorunların derinleşmesine katkıda bulunur. Siyasetçiler, bu "arada kalmış" kitlelerin beklentilerini ve korkularını ustaca kullanarak, onları somut çözümler yerine semboller ve popülist vaatlerle etkileyebilir. Bu kitleler, modernleşmenin getirdiği karmaşıklık ve belirsizlik karşısında, basit ve kesin cevaplar sunan, güçlü lider imajı çizen siyasetçilere yönelebilirler.
Anti-Entelektüalizm ve Bilgi Hamallığı Düzeni: "Bakın Şu Çatlağa" ve "Yaban"ın Yankıları:
"Bir de kitap okuyor bakın şu çatlağa rap rap" dizesi, Evren döneminin ve genel olarak baskıcı rejimlerin anti-entelektüalizmine keskin bir eleştiridir. Bu durum, Türkiye'de aydınlanmanın tam anlamıyla kök salamamasının, eleştirel düşüncenin toplumsal bir değer olarak yeterince benimsenmemesinin bir sonucu olarak, entelektüelliğin alaya alınması, "entel" yaftasıyla, "fildişi kulede yaşayan," "halktan kopuk," "monşer" gibi suçlamalarla küçümsenmesi geleneğinin bir yansımasıdır. Bu anti-entelektüel duruşun sosyolojik kökenleri derindir: Bir yandan, Osmanlı'dan devralınan ve Cumhuriyet döneminde de tam olarak aşılamayan, devlet merkezli, otoriter bir geleneğin eleştirel sese tahammülsüzlüğü vardır. Diğer yandan, modernleşme sürecinin yarattığı kültürel ikilikler, eğitimdeki eşitsizlikler ve aydın kesimle halk arasındaki mesafenin popülist siyasetçiler tarafından ustaca kullanılması, "halkın adamı" imajına karşı "kitaplı/bilgili adam" imajının ötekileştirilmesine zemin hazırlamıştır. 12 Eylül sonrası hız kazanan "monşerleştirme" söylemi, bu ötekileştirmenin bir parçası olarak, Batılılaşmış, elitist ve halkın değerlerinden uzak olduğu iddia edilen bir aydın tipini hedef almıştır. Richard Hofstadter'ın "Amerikan Hayatında Anti-Entelektüalizm" adlı eserinde analiz ettiği gibi, toplumlarda zaman zaman yükselen bir aydın karşıtlığı ve cehalete prim verme eğilimini yansıtır. Bu, özellikle darbelerle sindirilmiş, eleştirel düşüncenin tehlikeli görüldüğü toplumlarda daha da belirginleşir. Platon'un mağara alegorisindeki "kitap okuyan çatlak," toplumun genel kabul görmüş yanılsamalarının ötesine geçmeye çalışan, ancak bu yüzden dışlanan, anlaşılamayan aydını temsil eder. Cem Karaca'nın şarkısı, sadece bu dizeyle değil, genelindeki anlamsızlık ve kaos vurgusuyla, "köşeyi dönme" kültürünün yüceltilmesiyle ve rasyonel düşüncenin dışlanmasıyla da bu anti-entelektüel iklimi hicveder. "Alavere dalavere," "bir koy üç al" gibi ifadeler, aklın ve emeğin değil, kurnazlığın ve spekülasyonun prim yaptığı bir toplumsal yapıyı işaret eder ki bu da entelektüel birikimin ve derinlikli analizin değersizleştiği bir ortamı besler.
Bu anti-entelektüel iklim, sadece toplumsal bir tepki olmanın ötesine geçer; zira yönetenler de entelektüel bir sorgulamayı her zaman arzulamaz. Özellikle siyaset-ticaret işbirliği içinde kurulan ve çıkara dayalı mekanizmalarla işleyen sistemler için bilinçli bir bilgi toplumu, şeffaflığı ve sorgulamayı beraberinde getireceğinden bir engel olarak görülebilir. Bu bakış açısıyla, eleştirel ve bağımsız düşünen entelektüel bireyler yerine, mevcut sistemi sorgulamayan, verilen bilgiyi olduğu gibi kabul edip aktaran, bir nevi "bilgi hamalı" işlevi görecek bireyler talep eden bir iktidar düzeni doğmaktadır. Eleştirel düşünen, analiz eden entelektüel bireyler, otoriter yapılar ve kurulu düzenler için her zaman bir tehdit potansiyeli taşır. Bu tür düzenler, karmaşık sorunlara basit çözümler sunan, kitleleri manipüle etmeye daha elverişli bir ortamı tercih eder. Entelektüel birikim ve analitik düşünce değersizleştirilirken, teknik bilgi ve pratik beceriler (o da çoğu zaman dar bir uzmanlık alanında) ön plana çıkarılabilir. Bu durum, üniversitelerin içinin boşaltılması, özgür düşünce platformlarının kısıtlanması ve medyanın tek seslileştirilmesi gibi politikalarla da desteklenebilir. Karaca'nın "çatlak" olarak yaftaladığı kitap okuyan birey, aslında bu "bilgi hamallığı" düzenine direnen, anlamaya ve anlamlandırmaya çalışan son kalelerden biridir. "Maaşla gırtlak gırtlak gırtlağa" ifadesi, bu bağlamda sadece ekonomik değil, aynı zamanda entelektüel bir boğulmayı, düşüncenin ve ifadenin dar bir alana sıkıştırılmasını da anlatır. Evren'in yarattığı sistem ve onun devamı niteliğindeki yapılar, insanları hem maddi hem manevi olarak boğmaktadır.
Bu noktada, Cem Karaca'nın hicvettiği entelektüel düşmanlığı ile Türk edebiyatının köşe taşlarından Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun "Yaban" romanındaki aydın yabancılaşması arasında çarpıcı bir paralellik kurmak mümkündür. "Yaban"da, Kurtuluş Savaşı yıllarında bir Anadolu köyüne sığınan İstanbullu aydın Ahmet Celal, köylülerin yaşam biçimi, düşünce dünyası ve milli mücadeleye olan kayıtsızlığı karşısında derin bir hayal kırıklığı ve yabancılaşma yaşar. Köylüler onu "yaban" olarak görürken, o da köylülerin cehaletine ve kaderciliğine isyan eder. Her iki eserde de –biri trajik bir anlatıyla, diğeri keskin bir hicivle– aydının kendi toplumu tarafından anlaşılamaması, dışlanması ve değersizleştirilmesi teması işlenir. Ahmet Celal'in köydeki yalnızlığı ve anlaşılamazlığı, Karaca'nın "kitap okuyan çatlağı"nın toplum içindeki yalnızlığı ve "anormalliği" ile örtüşür. "Yaban"daki yabancılaşmanın sosyolojik kökleri, Osmanlı'nın son dönemlerindeki aydın-halk kopukluğuna, eğitim ve kültür farklarına dayanırken, Karaca'nın şarkısındaki anti-entelektüalizm de benzer şekilde Türkiye'nin tamamlanmamış modernleşme serüvenine, aydınlanma eksikliğine ve popülist siyasetin aydını hedef tahtasına oturtmasına işaret eder. Her iki sanatçı da, farklı dönem ve üsluplarla, Türk toplumunun bu kronikleşmiş ve sancılı sorununa ayna tutmaktadır.
Sansürün Gölgesinde Sanat: "Yasaklasak da mı Saklasak?" ve Dilsel Oyunlarla Direniş
Şarkının sonundaki "Şarkıyı burda yasaklasak da mı saklasak, oh george / Şarkıyı yoksa yasaklamasak da mı saklasak, oh george" dizeleri, Evren döneminin yarattığı sansür paranoyasını ve sanatçının ifade özgürlüğü üzerindeki baskıyı yansıtır. Sanatçılar neyin yasak olduğunu bilemez hale gelmiştir. Bu belirsizlik ortamında herkes kendini sansürler. "Oh George" ifadesi, dönemin uluslararası bağlamına, belki George Bush dönemine ve Türkiye'nin Körfez Savaşı'ndaki pozisyonuna, dolayısıyla dış güçlerin iç politikaya etkisine işaret eder. Bu durum, John Stuart Mill'in "Hürriyet Üzerine" savunduğu düşünce özgürlüğünün ne kadar uzağında olunduğunu gösterir.
Ancak Karaca, bu baskı ortamında sadece çaresizliği dile getirmekle kalmaz, aynı zamanda dilin olanaklarını kullanarak bir tür direniş de sergiler. "Yasaklasak da mı saklasak" ifadesi, Türkçedeki meşhur "Bu yoğurdu sarımsaklasak da mı saklasak, yoksa sarımsaklamasak da mı saklasak?" tekerlemesine zekice bir göndermedir. Karaca, "sarımsak" kelimesinin ses yapısını "yasak" kelimesiyle benzeştirerek, adeta bir fonetik oyunla sansür mekanizmasının kendisiyle dalga geçer. Bu tekerleme, normalde karar verme güçlüğünü, bir ikilemde kalma halini ifade eder. Karaca, bu gündelik ve masumane tekerlemeyi alıp, "yasak" gibi son derece ciddi ve baskıcı bir kavramla ilişkilendirerek, sansürün yarattığı absürt ikilemi, sanatçının "acaba bunu söylesem başıma bir iş gelir mi, yoksa söylemesem de mi bir iş gelir?" şeklindeki kıskaç durumunu hicveder. Bu dil oyunu, sansürün ağırlığını hafifletir gibi görünse de, aslında onun saçmalığını ve keyfiliğini daha da çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Bu, Karaca'nın sadece politik bir eleştirmen değil, aynı zamanda usta bir dil cambazı ve hiciv ustası olduğunu da gösterir. Bu tekrarlar, Jacques Derrida'nın "différance" kavramını anımsatır; anlamın sürekli ertelenmesi ve sansürün belirsizlik üretme mekanizması. Karaca, bu dilsel oyunla, sansürün kendisini bir "oyun" alanına çekerek onu itibarsızlaştırır.
Sonuç: Güç Mücadelesinin Trajikomedisi, Tarihin Dehlizlerinden Yankılanan Sesler ve Bitmeyen "Rap Rap"
Cem Karaca'nın "Raptiye Rap Rap" şarkısı, Evren-Demirel mücadelesini merkeze alarak, Türkiye'nin 1980-1992 arası döneminin panoramasını çizer. "Naber netekim gene geldi şapka" dizesi, askeri vesayetin başarısızlığının, siyasi mühendislik projelerinin boşa çıkışının ironik bir özetidir. Evren'in Demirel'i tasfiye etme çabası, Demirel'in geri dönüşü, bu döngünün tekrar etmesi... Karaca, bu trajikomediyi absürt bir dille anlatır. Ne Evren'in "netekim"i ne de Demirel'in "şapka"sı, Türkiye'nin temel sorunlarına çözüm üretebilmiştir. Bu tespit, şarkının yazıldığı 1992'den bugüne uzanan yaklaşık otuz küsur yıllık zaman diliminin dehlizlerinden bakıldığında, ürkütücü bir öngörü niteliği taşır.
Şarkının genel yapısı, Türk siyasi tarihinin darbeler, yasaklar, geri dönüşlerle şekillenen döngüsel karakterini, Sisifos mitini andıran absürt bir tekrarını yansıtır. "Raptiye rap rap zaptiye zap zap" tekrarları, bu döngünün, bu bitmeyen senfoninin ritmini verir. 1992'den sonraki yıllarda Türkiye, farklı siyasi aktörler, yeni "şapkalar" ve farklı "netekim"lerle tanışmış olsa da, Karaca'nın işaret ettiği temel dinamikler şaşırtıcı bir süreklilik göstermiştir. Askeri vesayetin biçim değiştirdiği, sivil siyasetin alanının genişlediği dönemler yaşansa da, otoriter eğilimler, ifade özgürlüğü üzerindeki baskılar ve siyasetin toplumsal mühendislik aracı olarak görülme çabaları farklı kisveler altında varlığını sürdürmüştür. Tarihin dehlizlerinden bugüne süzülen "gene geldi şapka" nidası, sadece Demirel'in dönüşüne değil, aynı zamanda eski sorunların, eski zihniyetlerin ve eski politik tarzların yeni figürler aracılığıyla tekrar tekrar gündeme gelmesine de bir gönderme olarak okunabilir.
Karaca'nın ekonomik eleştirileri de zamanın ötesine geçmiştir. "Eriyor liralar, mark kap, dolar al" çığlığı, 1994, 2001 ve sonraki yıllarda yaşanan ekonomik krizlerde, Türk Lirası'nın değer kaybettiği her dönemde yeniden yankılanmıştır. "Bir koy üç al, üçünü de beşlet" zihniyeti, farklı spekülatif araçlarla (borsa manipülasyonları, saadet zincirleri, son yıllarda kripto para çılgınlıkları) varlığını korumuş, üretim ekonomisine geçişin sancıları ve "köşeyi dönme" hayalleri toplumun bir kesiminde canlı kalmıştır. Aydınlanmanın ışığının yeterince yayılamadığı, eleştirel düşüncenin ve bilimin yeterince içselleştirilemediği bir ortamda, bu tür kısa yoldan kazanç vaatleri her daim alıcı bulmuştur. Bu yozlaşma ve lümpenleşme ortamı, değerlerin aşındığı, liyakatin değil kısa yoldan kazancın ve manipülasyonun ön plana çıktığı bir iklim yaratarak, Aziz Nesin'in "Zübük" karakteriyle ölümsüzleşen politikacı tipinin de yeşermesine olanak tanımıştır. Zübükvari figürler, tam da bu toplumsal ve ahlaki zeminde, kitlelerin zaaflarını kullanarak ve popülist vaatlerle yükselme imkanı bulurlar.
"Bir de kitap okuyor bakın şu çatlağa" dizesiyle hicvedilen entelektüel karşıtlığı ve bununla bağlantılı olarak yönetenlerin "bilgi hamalı" tercihi, 1992'den sonraki dönemde de farklı biçimlerde tezahür etmiştir. Medyanın dönüşümü, sosyal medyanın yükselişi ve toplumsal kutuplaşmanın artmasıyla birlikte, "entel" yaftalaması yerini daha karmaşık linç kampanyalarına, bilgi kirliliğine ve uzmanlığın değersizleştirilmesine bırakabilmiştir. Ancak özünde, düşünen, sorgulayan, eleştiren bireye yönelik tahammülsüzlük ve bu bireyler yerine itaatkâr, verili bilgiyi sorgusuzca kabul eden "işlevsel" bireylerin tercih edilmesi, Karaca'nın tespit ettiği gibi, varlığını korumuştur. Siyasetçilerin, köyden kente göçle şekillenen ve "sosyolojik evrimini" tam olarak tamamlayamamış, kimlik ve aidiyet arayışındaki kitleleri popülist söylemlerle, sembollerle ve kısa vadeli vaatlerle etkileme stratejileri de güncelliğini yitirmemiştir. Bu durum, rasyonel bir kamusal tartışma ortamının oluşmasını zorlaştırmış, toplumsal sorunlara derinlikli çözümler üretilmesini engellemiştir.
35 yılı aşkın bir süre sonra bu şarkıya baktığımızda, onun sadece bir döneme ait bir belge olmadığını, Türk siyasetinin ve toplumunun kronik sorunlarının, adeta bir DNA sarmalı gibi nesilden nesile aktarılan bazı temel açmazlarının bir röntgeni ile karşılaştığımızı görürüz. Aktörler değişir, lakaplar farklılaşır, söylemler güncellenir, ama "oyun"un temel kuralları ve sonuçları ürkütücü bir benzerlik taşıyabilir. Karaca'nın "Alavere dalavere kim ala da kim vere..." sorusu, hala geçerliliğini koruyan, etik ve adalet arayışının bitmeyen bir sorgulamasıdır.
"Naber netekim gene geldi şapka" dizesi, bu anlamda sadece Evren'e değil, tüm otoriter eğilimlere, siyaseti sığ popülizmle, kitlelerin zaaflarını ve umutlarını sömürerek dizayn etmeye çalışanlara söylenmiş, tarihin derinliklerinden yankılanan ironik bir uyarıdır: Siyaseti ve toplumu belirli kalıplara sokmaya çalışanlar, er ya da geç hüsrana uğrar, çünkü hayat ve tarih, kendi karmaşık ve öngörülemez yolunu bulur. Ve bazen bu yol, eski bir "şapka"nın beklenmedik bir şekilde yeniden sahneye çıkışından ya da eski sorunların yeni bir "şapka" altında devam etmesinden geçer. "Raptiye Rap Rap," bu anlamda sadece bir şarkı değil, bir dönemin psikososyal haritası, eleştirel vicdanının ölümsüz bir çığlığı ve Türkiye'nin bitmeyen "rap rap" ritmindeki toplumsal ve siyasal serüvenine tutulmuş, zamanı aşan bir aynadır. Rap rap.
Peki, "bizi neler bekliyor?" diye mi sordunuz ağalar, beyler? Cem Baba olsa, şöyle bir yaslanırdı arkasına, o her zamanki ironik gülümsemesiyle, belki de 'Resimdeki Gözyaşları'na bir selam çakarak başlardı: "Eee, 'bindik bir alamete, gidiyoz kıyamete' demeyeceğim ama, bu 'rap rap'ın sonu pek hayra alamet görünmüyor, benden söylemesi! Şapkalar değişir, 'netekim'ler 'nitekim' olur, hatta belki 'Lambada markası' yerine yeni 'iPhone'lar çıkar, ama teker aynı teker, düzen aynı düzen oldukça, bu 'alavere dalavere' bitmez. Sen 'işçisin sen işçi kal' türküsünü mırıldanırken, birileri 'bir koyup üç almanın', 'malı kapıp götürmenin' derdinde olacak. 'Tamirci Çırağı'nın terinin hakkını kim verecek, o 'ayran'ı kim içecek, 'tahtırevan'a kim binecek? Bu 'namus belası' daha çok can yakar, eğer ki siz seyirci kalmaya devam ederseniz. 'Köşeleri möşeleri dön baba dönelim' derken, bir bakmışsınız gene aynı yerdeyiz, sadece 'zaptiye'nin adı değişmiş, 'raptiye'nin cinsi. Kitap okuyan 'çatlak'lar hep olacak elbet, 'Yaban'daki Ahmet Celal misali belki, ama onları dinleyen, anlayan kaç kişi çıkacak? Yoksa bu düzen, 'düşünen kafalara zararlı fikirler üşüşür' diye diye, herkesi birer 'bilgi hamalı' mı yapacak? Ama unutmayın ağalar, beyler! Her 'rap rap'ın bir sonu, her 'yasaklasak da mı saklasak' ikileminin bir cevabı vardır elbet. O 'şapka'nın altındakini görmekten, o 'ayran'ın hesabını sormaktan vazgeçmediğiniz sürece, belki o zaman bu 'rap rap'ın ritmi değişir. Yoksa, bu 'rap rap' daha çooook devam eder, sonra 'ah felek, vah felek' demeyin!"
Yorumlar 1
Kalan Karakter: