Kim bakar aynaya, kim görünür onda?
Bu soru, sanatın en eski işlevine işaret eder: insanın ruhunun aynası olmak. İnsan, sanat yaparak kendisine orada bakardı; kim olduğunu, ne hissettiğini, neye inandığını anlamaya çalışırdı. Mağara duvarındaki bir çizim “ben buradaydım” derdi. Rönesans resmi “ben Tanrı’nın suretindeyim” iddiasındaydı. Romantik şiir “işte ruhum, işte acım” içtenliğiyle ruhlara dokunurdu. Ayna bir bütündü; yüz ve yansımadan ibaretti her şey. Bugün ise o ayna artık parçalara bölündü. Her bir parça hem bizi hem de bizim yarattığımız gölgeleri yansıtıyor. O yüzden bugün artık aynada tek bir yüz yok. Görünen yüzlerden ise hangisi sanatçının yüzü, hangisi yapay zekânın öğrendiği milyonlarca sanatçının yüzünden biri, yoksa o algoritmanın kendi mantığının doğurduğu yeni bir yüz mü, belli değil. Ayna kırıldı; kimi parçada insan görünüyor, kimi parçada makine, kimi parçada ise ikisinin karıştığı bulanık bir suret. Belki de tarihte ilk kez sanat, yapanla yapılan arasında kim olduğunu sorguluyor.
Sanat, Tanrı'nın sessizliğine insanın cevabıdır.
Yapay zekâ çağında sanat, “yapan el”den daha çok “seçen irade”ye kaydı. Elbette burada yapan el telif sahibini simgeliyor.
Eskiden malzemede gizli olan sanat ortaya çıkarılırdı. Michelangelo’nun dediği gibi, heykel zaten mermerin içindeydi; ustalık, fazlalıkları atmaktı. Şimdi durum yine benzer ancak fazlalıkları atmak değil seçmek gerekiyor. Çünkü, sanatçının önüne gelen binlerce olasılık arasında doğru olanı seçmek, sanatın özü haline geldi. Zincir kopmadı; sadece atılacakların yeri değişti. Eskiden el yorulurdu, şimdi karar veren zihin yoruluyor. Sanat hâlâ Tanrı’nın sessizliğine insanın cevabıdır; fakat artık bu cevabı yazan elin gerçekte kim olduğu işi biraz karıştı. Benjamin’in “aura” dediği şey –bir eserin zaman ve mekândaki tekliği, sanatçının nefesi, teri ve tereddüdü– bugün malzemede değil, niyette saklı hale geldi. Çünkü dijital malzeme sonsuz sayıda farklı yaklaşımlarla çoğaltılabilir; hepsi de orijinal gibi görünür ama gerçekte hiçbiri orijinal değildir. Ama binlerce eserden bal toplayan bir akademisyen için de durum böyle değil midir? O kendi dimağında kalan özütü kelimelere döküyor belki; ama makine ile insna zekası birleşiminde de aslında farklı bir şey yapılmıyor; sadece süreç kısalıyor. Çok daha fazla sayıdaki ustanın eseti bir akademisyenin tarayabileceği hızdan çok çok daha büyük bir hızla saniyelerle taranıyor ve işte bulmak istediği özüt hazır şekilde önüne konuyor. O bununla ne yapacak? Soru budur. O halde aura, artık “ne yapacak” sorusunun cevabında gizlidir. İzleyici yalnızca esere değil, sürecin açıklığına bakar. Şeffaflık, artık etik bir nezaket değil, estetik bir zorunluluktur. Gizlersen eser şüpheli olur; açarsan, hakikate yaklaşır.
Sanat, insanın Tanrı'ya yazdığı ve asla cevap almayı ummadığı mektuplardır.
Bir heykeltıraş yüzlerce darbeyle mermerdeki fazlayı atar, şekli bulur. Yapay zekâ çağında da benzer durum söz konusudur. Yazar, yapay zekânın sunduğu yirmi dizeden birini seçerken, belki on dokuzuna kırmızı kart gösterir. Eseri biçimlendiren ise seçtiklerinden çok reddettikleridir. Örnek vermek gerekirse; “Bu dizeyi almadım, çünkü kolaycılıktı” “Bu teşbihe prim vermedim çünkü maksadımı dağıtıyordu” gibi yaklaşımlarda kendini gösteren bilinçli feragatler, eserin asıl ruhunu ortaya çıkartır. Çünkü özgünlük, yalnızca sanatçının esere kattıklarından değil, bilinçli olarak dışarıda bıraktıklarının da ortaya çıkar. Ayna kırılmış olsa da prizma ışığı yansıtır; ışık aynı, ama kırılmayı belirleyen iradedir.
Makine kusursuz çizer, insan titrek. Ama o titreme, ruhun imzasıdır.
Makine kusursuz çizer, insan eli ise titrer. Fakat eldeki o titreme aslında sanatçı ruhun eserdeki imzasıdır. Oysa emeksiz kusur da emeksiz kusursuzluk da değer üretmez. Doğu irfanında ustanın halıda bilinçli olarak küçük bir kusur bırakır bu mükemmelliğin Tanrı'ya mahsus oluşuna duyulan saygıdan kaynaklanır. İşte bu küçük hata, insanın kusursuz olamayacağını hatırlatır.
Yapay zekâ ise sadece sanatçının eli ile üretilen eser arasına giren bir fırça değildir; o, ölçeği, hızı ve kombinasyon gücüyle yaratım biçimini kökten değiştiriyor. Bu yeni rejimin adı “küratöryel yaratım”dır: özünde bu sistem seçim ve bağlam kurma merkezlidir. Bu sistem içerisinde asıl kritik nokta, makinenin ne ürettiği değil, insanın neyi neden seçtiğidir. Algoritma kendi için üretmez, aynaya bakmaz. Bütün bu üretim süreci yine insana yöneliktir; kaynağı insanlığın hafızası, yönlendireni insanın iradesi, alıcısı yine insandır. Dolayısıyla yapay zekâ bir rakip değil; insan hayal gücünün hızlandırıcısıdır. Yaratıcı zihin, el emeğinin yükünü üzerinden attığında, fikrin kendisi daha çok boş alan bulacaktır. Bu yeni paradigma, iyi yönetilirse, insan aklının hızlandırılmış evrimine çığır açar. Burada sanatçı ruh yok olmamakta; tersine, eserle daha yoğun, daha cüretkâr bir diyaloğa girmektedir. Bu işlem sanatçının adımlarını öylesine sıklaştırabilmektedir ki, belki de insanlık, yaratıcı iradeyle makine zekâsını bu şekilde buluşturduğunda, medeniyetin bir sonraki eşiğini aşacaktır.
Ancak üretimin bu kadar kolaylaştığı bir çağda, değer de yeniden tanımlanmak zorundadır. Nedretin ortadan kalktığı yerde özgünlük nereden doğacaktır? Cevap, seçme sürecinde ortaya konan cesur elemeler yoluyla kaynağa, stile, kolaylığa bilinçli bir şekilde sınır koyabilmekte. Herkes üretebilir, ama az kişi kendine hükmedebilir. Sanatçıyı amatörden ayıran şey artık “çalışan el” değil, feragat disiplinidir. Hız, şöhreti büyütür ama ağırlığı değil. Üretmek kolaylaştıkça, asıl zor olan vazgeçmektir. “Şunu da ekleyebilirdim,” demek bir olgunluk değildir. “Ekleyebilirdim ama eklemedim, çünkü…” demek olgunluktur. Burada ortaya konulacak gerekçe, bu çağın yeni fırça darbesidir. İz artık yalnız tuvalde değil, kararın içinde görünür. Sanatçı, çokluk içinden seçerken değil, seçtiğini savunurken doğar.
Nietzsche “Tanrı öldü” dediğinde, yük insanın omuzlarına binmişti. Bugünse insan, yapmak yerine “oldurmayı” seçiyor. Sadece yaratmıyor, varlığı kuruyor, anlamı tanımlıyor, düzeni inşa ediyor. Bu durum, insana bir tür tanrısal kudret vehmediyor. Fakat soru şudur: Tanrı’yı öldüren insan, şimdi onu geri mi çağırıyor? Eğer “oldurmak”, şeffaflıktan ve sorumluluktan yoksun bir kudret gösterisine dönüşüyorsa, bu bir geri çağırma değil, bir tahakküm denemesidir. Ama “oldurmak” niyet, emanet ve hesap üçlüsüyle sınanıyorsa, o zaman insan Tanrı’ya değil, kendi vicdanına yaklaşır. Çünkü özgürlüğün anlamı, sınırsızlıkta değil, sorumlulukta gizlidir.
Mevlânâ’nın sözü bu çağın aynasında yeniden anlam buluyor: “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.” Bugün bu, “seçimini açıkla” demektir. Şeffaflık, artık bir tercih değil, bir yükümlülüktür. Niyetini beyan et, emaneti gözet, hesabını ver. Kaynağı belirsiz parıltı, icazetsizdir; parlak olabilir ama haysiyet taşımaz. Seyirci aldatılıyorsa, adına sanat değil, sihir denir. Sahiplenilmeyen hız boşa dönen motordur; sahiplenilmiş seçim ise anlamı taşır, riski üstlenir, dünyaya iz bırakır. Çünkü artık ayna değil, prizma çağındayız. Işık aynı; kırılmayı belirleyen artık elin titremesi değil, seçimin adaletidir.
Yorumlar
Kalan Karakter: