“Aynı nehre iki kez giremezsin; çünkü üzerinden bambaşka sular akar.”
— Herakleitos
Herakleitos’un bu devingen hakikati, Ambarlı Bölgesel Hizmet Sahası’nda sonuçlanan kılavuzluk ihalesine de sirayet etmiş durumda: akıntı sürekli değişiyor, ama biz hâlâ aynı emniyetli limanı arıyoruz. Gelgelelim, Mentor Kılavuzluk’un brüt hasılatın %95’ini Hazine’ye akıtma vaadi, uzaktan bakıldığında devlet kasasına uğuldayan bir ırmak gibi görünüyor; fakat ırmağın yatağına kum dolduğunda, kadim Parmenides’in “varlık, yalnızca kendisiyle kaimdir” ikazı yankılanıyor. Çünkü kılavuzluk, kârın köpüğünden değil, sürdürülebilir maliyetin kayalık diplerinden beslenir. Yine de ihale komisyonu, sahilde yaz meltemi eşliğinde gül koklarmışçasına zarfı açtı ve tek bir kelime mırıldandı: “Rekor.” Ne var ki rekor, taşkının gürültüsünü artırır; su çekildiğinde geriye çatlamış bir zemin kalır.
Dekaş, %94,5’lik teklifle ikinciliğe razı oldu; fark bir tespih tanesi kadar, ama iktisat o tanenin nereye düştüğüne bakar. Bundan yalnız dört hafta önce Kocaeli-1 ihalesi, %89,5’le “çılgın” ilan edilmişti; anlaşılan çıta, Ahmet Haşim’in merdiveni gibi “yükseklerde” kaybolmaya karar verdi. Şimdi aynı merdiven sonsuza uzanıyor: bir sonraki basamak %98 mi, %100 mü? Gözleri kapalı çıkan düşer; çıkmayan da olduğu yerde debelenir.
Gelin basit bir aritmetik işlem yapalım. Halihazır uygulanagelen modelde 100 TL’lik pilotaj tarifesinin brt gelirden %30 kamu payı düşüldükten sonra 70 lirası işletmeye kalırdı, bunun da yaklaşık %70’i (49 TL) doğrudan giderlere—yakıt, sigorta, vardiyalı kılavuz kaptan maaşı—tahsis edilir; elde kalan 21 TL brüt marjdır. Şimdi %95 kamu payı senaryosunda kasaya yalnızca 5 TL girecek. Hesap basit: 49 TL gider hâlâ kapıda beklediği için ilk bordro kesildiği anda şirket -44 TL’ye yuvarlanır. Ricardo’nun rant teorisi değil bu; çıplak cebir.
“Peki idare bunu görmüyor mu?” sorusu, Atina Agorası’nın taş basamaklarında bile yankılanmış kadar eski. İhale ilanı, 8/9/1983 tarihli 2886 sayılı Devlet İhale Kanunu’na tabi olunmadığını, Bakanlığın ihaleyi “yapıp yapmamakta serbest” olduğunu açıkça yazarak özelleştirme zırhını kuşandı. Serbest olmak sorumsuz olmak değildir; zira 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu’nun 38. maddesi, “aşırı düşük” teklifi açıklatmayı bir kamu görevi olarak tanımlar. Hukuk felsefesinde normlar hiyerarşisi vardır; üst norm emniyetse, alt normu kâr iştahı boğamaz.
Kamu payı arttıkça “devlet kutsal, girişim günahkâr” izlenimi doğar; ama Spinoza’nın belirttiği gibi, “her kudret kendi sınırında kalmazsa kendi zıddına döner.” %95 oranı, pilotajı yürüten botun pervanelerine yakıt değil, övgü doldurur; övgü ise metanol gibidir, görkemli alevden sonra körlük getirir. IMO A.960 kılavuzlarında işaret edilen emniyet riskinin bedeli yalnızca gemi değil, ülke ekonomisidir. Bir 300 metrelik konteyner gemisinin konteyner rıhtımına vurması, Hegel’in efendi-köle diyalektiğinde finale giden kırılmadır: kazanan aslında kaybeder.
Öyleyse neden şirketler bu Sisifos ihalesinin çatlaktan sızan umuduna sarılıyor? Çünkü Kierkegaard’ın “ölümüne atılım” dediği o çılgın sıçrayışta, taşın tepenin öbür yanına düşeceğine dair ince bir serap vardır. Bile isteye kaybettiğini bilerek kazanma maskesini takmak—hiç kimsenin cesaret etmediği bir kumarı ön kapıda kutlamak gibidir. Mantık perdesi şöyle aralanır: “Şimdi uçurum kenarına kadar inelim; teklifimiz güce dönüşsün, sonra tarife revizyonu rüzgârını arkamıza alırız.” Ne var ki müzakere masasına oturmadan önce sandalyenin ayakları kesilmişse, diplomasinin hançeresi boştur; ses titrer, yankı dağılır. Böyle bir pazarlık, Zenon’un havada asılı oklu paradoksu gibi sonsuz bir an’da donup kalır: okun hedefi var, ama mesafe her adımda yarıya iner; hep varışa bir nefes kalır, varışsa asla gelmez. İşte ihalenin çekim gücü de tam burada doğar—uçurumun dibini görmemiş göze, düşüş bir anlığına uçmak gibi görünür.
Mentor ve takipçileri belki de “teknoloji yatırımı” kartını oynayacak. Lityum-iyon bataryalı tam elektrikli pilot botu tasarımı henüz prototip aşamasında; üstelik ilk yatırım maliyeti on milyon dolar ve ömrü boyunca bakım masrafı klas kuralları gereği dizel emsalinden yüksek. Dolayısıyla tasarruf miti, Marx’ın meta fetişizmine benzer bir illüzyon: değerin kaynağını gizleyerek sisteme efsunlu bir aura kazandırır, hakikatte artı-değer üretilmez.
İnsan unsuru rakamla değil, vicdanla tartılır. Köprüüstünde verilen her karar, Pascal’ın “bahis”indeki hayati ihtimaller kadar ağırdır; kılavuz kaptan cebinde maaş değil, yılların deniz kokulu tecrübesini ve sorumluluğunu taşır. Bu pahalı tecrübe, pazarlık masasından indirimle alınacak bir meta değildir: Kılavuz kaptanına hak ettiği değeri vermeyen liman, er ya da geç nitelikli kılavuz kaptan bulamaz. Risk primi budanırsa karar ânı, Çehov’un sahnedeki silahı gibi kaçınılmaz patlamaya dönüşür—ve denizde tek bir hata, yüzlerce canı, milyonlarca doları alıp götürür.
Şimdi Heidegger’in “sorge”sine, yani kaygıya dönüyoruz: İdare sözleşme imzalamadan önce “uygulanabilirlik testini” yapmazsa, sorumluluğun ontolojisi de kaybolur. Mentorlukla başlayan sözleşme, üç yıl sonra mali tükenme yüzünden feshedilirse boşluktan doğacak kaos, Wittgenstein’ın sustuklarımızla sınırlı dünyasına sığmayacak kadar gürültülü olur. Aynı kamu, yeniden ihaleye çıkmak için bir acil eylem planı hazırlarken, “kılavuz kaptanlık mesleği parayla değil, tecrübeyle yapılır” düsturunu hatırlayacaktır.
Bu noktada Stoacı Epiktetos’un öğüdü kulağımızı çınlatmalı: “Kontrol edemediğine hükmetme.” Kamu payı açık artırması, kontrol edilemeyen bir hazinenin siren çağrısıdır; Odysseus’un yaptığı gibi, geminin direğine kendimizi bağlamazsak melodinin büyüsüne kapılıp kayalıklarda parçalanırız. %95’lik teklif büyüleyici bir siren; sesi uzaklaştıkça mantık geri gelir.
Son sözü Aristoteles’in altın orta ilkesi fısıldar: Aşırı kamucu model işletmeyi öldürür, aşırı karcı model kamu güvenini. Erdem, iki uç arasında bir yerdedir. İdare o yeri bulmakla mükelleftir; bulamazsa, Ambarlı’daki bu “zafer”, Kavafis’in Barbarları’nı bekleyen kent halkı gibi sefaletin şiirine dönüşür. O şiirde “Barbarlar gelmiş” değil, “Gelmediler ve biz artık ne yapacağız?” haykırışı duyulur.
Nasıl ki kentin seçkinleri barbarların gelişiyle her şeyin “kolayca” çözüleceğini hayal ediyorsa, buradaki aktörler de:
-
“%95 kamu payı” mucizesiyle bütçeyi dolduracaklarını,
-
Kalite-emniyet sorularının “bir şekilde” çözüleceğini,
-
Rekabetin sihirli elinin her açığı kapatacağını
varsayıyor. Nasıl ki Kavafis'in barbarları gelmediğinde kent halkı “şimdi ne yapacağız” kaygısına düşerse bizim kent halkının kendini idare etsin diye görevlendirdikleri de model iflas edince (ki etti) veya hizmet kalitesi çökünce (Ki mutlak çökecek) “kim kılavuzluk hizmetini verecek” ikilemiyle yüzleşecektir.
Kılavuz kaptan, sadece gemiye değil, denizin ruhuna hitap eder. Fener sönerse ışık artık suyu aydınlatmaz; karanlık, bir örtü gibi yüzeye yayılır ve ufku siler. Devlet-özel sözleşmesinin görünmez tek kelimesi makuliyettir. Bu kelime kaybolursa metin, Borges’in Kum Kitabı gibi sonsuz sayfalara dönüşür ve okurunu boğar. İhale ise Platon’un Mağarası’ndan kurtuluş değil, duvara çakılan yeni bir halka olur.
Bu yüzden, sözleşme masasına kalemi koyacak yetkili, Blaise Pascal’ın “Adaletsiz güç zorbalıktır; güçsüz adalet ise acziyettir” uyarısını anımsamalı. Önünde iki imkân var: İhaleyi revize ederek kamu payını sürdürülebilir eşiğe çekmek ya da iptal edip tüm modeli yeniden düşünmek. Her iki hâlde de karar, salt bir idari işlem değil, kılavuz kaptanın zihnindeki dinamik geçiş planıdır; yanlış hesap, Bağdat'dan dönene kadar gemiyi de kıyıya sürükler.
Özetle: Ambarlı’da atılan imza, görünürde devletin kasasını doldurur; gerçekte ise pilot botunun deposunu boşaltır. Sisifos taşı doruğa getirir; taş her seferinde geri yuvarlanır. Bu trajediyi trajikomediye çevirmek kudret sahibinin elindedir. Ekonomi, mantık ve emniyet aynı gemide; dümende akıl yoksa hiçbir felsefe bizi kurtaramaz.
Yorumlar 12
Kalan Karakter: