ACI NİNNİ
uyusun ay büyüsün camlar buğulanmasın
sen uyu uyusun bulutlar uyanmasın
ışıklar uyanmasın camlar buğulanmasın
sen uyu uyanmasın istanbul uyusun
karagümrük uyusun fatih uyusun
atatürk bulvarı'nda rüyalar büyüsün
sen uyu uyusun istanbul uyanmasın
gemiler uyanmasın camlar buğulanmasıncibali uyanmasın evliya gibi uyuyor
kuytulara sokulmuş yummuş gözlerini
dudakları kilitli kirpikleri dolaşık
uykusunun içinde bir çığlık dağılıyor
gözbebekleri kirli gölgeleri sırnaşık
cibali korkuyor uykusu bölünmesin
uyusun büyüsün bulutlar uyanmasın
gemiler uyanmasın haliç buğulanmasınbir yudum zehir gibi selim kaptan'ın uykusu
beykoz'u kaybetmiş beykoz'u
haliç'te arıyor unkapanı köprüsü
güya kadıköy'deymiş gemi demir tarıyor
dalgıç izzet rüyasının dibine inmiş
yirmi beş kulaçtan bir somun ekmek çıkarıyor
izzet'in gözlerini balıklar yemiş
ama nasıl büyük büyük uyuyorlar
uyusunlar sen uyu kimseler uyanmasın
cibali uyanmasın kalbim buğulanmasınbiletçi şerif ali kontrol şevket'i dövüyor
gözlüklerini kırıyor bir kaşını yarıyor
şevket'in sol kaşından mürekkep akıyor
pencereler gözlerini yumuyorlar
ben şoförüm benim ellerim şoför
daha bir sefer taksim yapacağım
arabayı yağmurun altından çekmeli
yarın belki tarabya'dan denize uçacağım
cibali yorgun bir mahkum gibi gölgeli
uyuyor uyusun vakitsiz uyanmasın
garajlar uyanmasın camlar buğulanmasıncibâli’nin uykusunu devler bekliyor istanbul bekliyor
marangoz serkis’in uykusunu ahmed’in uykusunu
büyük ocaklar gibi harıl harıl uyuyorlar
şahdamarlarından kâhtane deresi akıyor
bir orman heybetiyle karanlıkta büyüyorlar
rüzgârın gizli seslerini duyuyorlar
ninnisini duyuyorlar acı ninnisini
rüyalarına kırk haramiler giriyor
istanbul’un fırınları giriyor lokantaları
tezgâhları giriyor berber dükkânları
bulutlar dilim dilim yüreklerini yarıyor
ümidlerini bir hazine gibi saklıyorlar
saklasınlar uyusun ümidleri büyüsün
ay büyüsün uyusun bulutlar uyanmasın
cibâli uyanmasın camlar buğulanmasın
ATTİLA İLHAN
Uyuyan Şehrin Ninnisi
Attilâ İlhan'ın dizeleri, Ahmet Kaya'nın sesinde can bulduğunda, İstanbul'un ruhuna yazılmış bir ağıt olur. "Acı Ninni", yalnızca bir şarkı değil; yapılamamış devrimlerin, gerçekleşmemiş hayallerin, sessizce sönen umutların hikâyesidir. Bu ninni, beşikte sallanan çocuklara değil, uykusunda bile yorgun düşen bir şehre söylenir.
Uykunun Felsefesi
Herakleitos, "Uyanıklar için bir ve ortak olan dünya vardır, uyuyanların her biri kendi dünyasına döner" demişti. Attilâ İlhan ise bu önermeyi tersine çevirir: Ya uyanıklık acı veriyorsa? Ya ortak dünya, dayanılmaz bir yük haline gelmişse? O zaman uyku, bir kaçış değil, bir merhamet olur.
"Uyusun İstanbul" derken şair, neyi kastediyor acaba? Bu, bir teselli mi yoksa bir isyan mı? Yoksa ikisinin arasında, tanımlanamaz bir yerde duran, acıyla örtülü bir şefkat mi? İstanbul'un uyanmasını istememek, belki de uyanışın getireceği hesaplaşmayla yüzleşmemek içindir. Tıpkı bir çocuğun, kırık oyuncağını görmemek için gözlerini kapaması gibi.
Şehirler de insanlar gibi yorulur. Sabahları kalktığınızda üzerinizde hissettiğiniz o ağırlık, aslında şehrin beton sinirlerinde de vardır. Zeyrek'ten aşağı, Unkapanı'ndan Galata'ya, oradan Cibali'ye uzanan bu coğrafya, yüzyıllardır taşıdığı yükün altında ezilmiştir. Her sokağın bir hikâyesi, her binanın bir anısı vardır. Ve hepsi yorgun, hepsi bitkin.
Camlar, Buğu ve Görünmezlik
"Camlar buğulanmasın, kalbim buğulanmasın" tekrarı, şiirin en önemli imgesidir. Buğu, görmeyi engeller. Dışarıyı göremezsiniz, içeridekileri de göremezsiniz. İkili bir körlüktür bu. Descartes'ın "Düşünüyorum, öyleyse varım" önermesine karşı Attilâ İlhan şöyle der sanki: "Buğulanıyorum, öyleyse acı çekiyorum."
Buğu nasıl oluşur? Sıcak nefes, soğuk cama değdiğinde. İçerideki sıcaklık, dışarıdaki soğukla karşılaşınca. İşte şairin kalbi de böyledir; içindeki umut sıcaklığı, dışarıdaki gerçeklik soğuğuyla temas edince buğulanır, görüşü bulanır, her şey silikleşir.
Bir kış sabahı pencereden dışarı bakmak istersiniz ama cam buğuludur. Elinizle silersiniz buğuyu, bir an için görürsünüz dışarıyı, sonra buğu yine gelir, yine kapatır görüşü. İşte modern insanın umudu da böyledir; bir an parlar, sonra söner. Bir an aydınlanırsınız, sonra yine karanlık çöker.
Semtler ve Hafıza Coğrafyası
"Karagümrük uyusun, Fatih uyusun, Cibali uyanmasın..." Şehrin semtleri, tek tek sayılırken, sanki bir ferman okunur. Ama bu, padişahın fermanı değil, şairin ağıdıdır. Her semtin adı, aslında bir hafıza deposudur, bir yaşam katmanıdır.
Karagümrük'te gümrükler vardı zamanında. Oradan geçenler, bir şeyler öderdi, bir şeyler bırakırdı. Şimdi ne kaldı? Fatih, fatihlerin şehri, fethedenlerin yurdu. Ama şimdi kim neyi fethediyor? Cibali, eski hapishanesinin gölgesinde, üniversite binalarının arasında, ne fetih ne gümrük; sadece akan, yorgun bir yaşam.
Bu semtler, İstanbul'un alt sınıfının semtleridir. İşçilerin, küçük esnafın, gariban insanların yaşadığı yerlerdir. Şair, aristokratik semtleri saymaz; Nişantaşı'nı, Bebek'i, Etiler'i geçer. Çünkü onlar zaten uyanıktır, onlar zaten farkındadır. Asıl uyuyanlar, asıl uyanmayanlar, sıradan insanlardır.
Ve şair, bu sıradan insanları tek tek sayar, adlarıyla anar. Selim Kaptan vardır mesela; "bir yudum zehir gibi uykusu", Beykoz'u kaybetmiş, Haliç'te arıyor. Bir vapur kaptanı belki, ama artık rotasını şaşırmış, sarhoş belki, yaşlı belki, yorgun kesin. "Güya Kadıköy'deymiş gemi, demir tarıyor" der şair. "Güya" kelimesi çok önemli; yani aslında değil, hayal görüyor, rüya görüyor ya da kendini kandırıyor.
Dalgıç İzzet de vardır. Denizlere dalar, "rüyasının dibine inmiş, yirmi beş kulaçtan bir somun ekmek çıkarıyor." Yirmi beş kulaç... Işığın sönmeye başladığı, suyun soğuduğu, ciğerlerin ağrıdığı o derinlik. Orada ne arar insan? Define mi, batık gemi hazinesi mi? Hayır. Bir somun ekmek.
İşte emeğin gerçek portresi budur: Karanlığa dalmak, boğulmak pahasına, sadece ekmeğini çıkarmak için. Dalgıç iner, iner, karanlık koyulaşır, su soğur, kulaklar çınlar. Yirmi beş kulaç, neredeyse denizin karnı. Ve orada, dibinde, ışığın hiç ulaşmadığı yerde, bir somun ekmek vardır. Başka bir şey yok. Altın yok, mücevher yok. Sadece ekmek. Çünkü ekmek kazanmak, gerçekten de budur işte: Denizin dibine inmek, karanlığa dalmak, hayatını riske atmak. Her gün, her gün, yirmi beş kulaç derine.
"İzzet'in gözlerini balıklar yemiş ama nasıl büyük büyük uyuyorlar" cümlesi ise dehşet vericidir. Dalgıç ölmüş, gözlerini balıklar yemiş, ama hâlâ uyuyor. Ölüm bile uyanmaya yetmiyor. Ya da belki ölüm de bir uyku zaten; sonsuza dek süren, uyanılamayan bir uyku.
Şair burada ne yapıyor? İstanbul'un isimsiz kahramanlarını anıyor. Vapur kaptanlarını, dalgıçları, hamalları, işçileri. Hepsinin bir adı var: Selim, İzzet. Ama hepsi kaybolmuş, hepsi uyumuş, hepsi yorulmuş. Selim rotasını şaşırmış, İzzet dibe inip çıkamamış.
"Nasıl büyük büyük uyuyorlar" derken hem bir şaşkınlık hem bir acıma var şairin sesinde. Sanki çocuklar gibi uyuyorlar, masum, savunmasız. Hayatları kabusmuş, bari uykuları huzurlu olsun. Şair diyor ki: Bırakın uyusunlar. Zaten dünya onlara yeter kadar acı çektirdi.
Ama şair, sadece uyuyanları değil, uyanık olanları da görür. Ve uyanık olanlar daha da trajiktir. "Biletçi Şerif, Ali Kontrol Şevket'i dövüyor, gözlüklerini kırıyor, bir kaşını yarıyor. Şevket'in sol kaşından mürekkep akıyor."
Bu sahne, şiddetin sıradanlığını anlatır. Biletçi Şerif, Ali Kontrol Şevket... Hepsi aynı sınıftan, aynı dertlerden. Ama birbirlerine düşmüşler. İki işçi, iki memur, belki bir otobüste, belki bir vapurda kavga ediyorlar. Neden? Kim bilir. Belki bir yanlış anlaşılma, belki küçük bir haksızlık, belki sadece birikmiş öfke.
"Şevket'in sol kaşından mürekkep akıyor" cümlesi ise büyüleyicidir. Kan değil, mürekkep akıyor. Neden? Çünkü Şevket bir memur belki, bir kontrol memuru. Kâğıtlarla, defterlerle uğraşır. O kadar kâğıt okumuş, o kadar fatura kesmiş ki, damarlarında kan değil mürekkep dolaşır artık. İnsan bile değil tam; bir bürokrasi makinesidir.
"Pencereler gözlerini yumuyorlar" der şair. İşte! Şiddet oluyor, kan-mürekkep akıyor, ama kimse görmüyor, kimse müdahale etmiyor. Pencereler bile gözlerini yummuş. Çünkü bu şiddet, sıradandır, günlüktür, normaldir. Her gün bir yerlerde, bir Şerif bir Şevket'i döver. Ve hayat devam eder.
Sonra bir şoför sesi duyarız: "Ben şoförüm, benim ellerim şoför. Daha bir sefer Taksim yapacağım, arabayı yağmurun altından çekmeli, yarın belki Tarabya'dan denize uçacağım."
Bu, bir şoförün iç konuşmasıdır. Günlük mesaisini anlatır: "Bir sefer daha Taksim'e, arabayı yağmurdan çekmeliyim." Ama sonra ekler: "Yarın belki Tarabya'dan denize uçacağım." Yani intihar. Yol kenarından uçup denize düşmek. Ne kadar sıradan bir cümle içinde ne kadar büyük bir umutsuzluk.
"Ellerim şoför" der. Elleri direksiyona o kadar alışmış ki, artık o eller insan eli değil, şoför elidir. Kimliği bile mesleğine dönüşmüş. İnsan olma hali kaybolmuş, sadece bir fonksiyon kalmış.
Ve son olarak: "Cibali yorgun bir mahkum gibi gölgeli uyuyor, uyusun vakitsiz uyanmasın, garajlar uyanmasın, camlar buğulanmasın."
Cibali, hatırlarsınız, eski hapishane semtidir. Ve şair diyor ki, mahkum gibi uyuyor. Yani uyku bile bir hapis burada. Özgür bir uyku değil, zorunlu bir uyku. "Vakitsiz uyanmasın" der; çünkü vakit daha gelmedi. Mesai saati gelmedi. Alarm çalmadı. Bırakın uyusun. Garajlar uyanmasın; çünkü garajlar uyandığında, şoförler de uyanacak, yine Taksim seferlerine çıkacaklar, yine yağmurun altında araba çekecekler, yine Tarabya'dan denize uçmayı düşünecekler.
Bu bölüm, alt sınıfın sadece yoksulluğunu değil, şiddetini de, umutsuzluğunu da, birbirine düşüşünü de anlatır. Şerif ile Şevket kavga eder, ama asıl düşman değiller. Asıl düşman, onları bu kavgaya iten sistemdir, yorgunluktur, umutsuzluktur. Pencereler gözlerini yumar çünkü bu manzara sıradandır artık. Şoför denize uçmayı düşünür çünkü başka çıkış yolu görmez.
Ve şair, hepsine diyor ki: Uyuyun. Çünkü uyanık olmak, daha da acı verici. Uyanık olmak, Şevket'in yaralı kaşını görmek demek. Şerif'in öfkesini anlamak demek. Şoförün umutsuzluğunu hissetmek demek. O halde uyumak, bir merhamet olsun.
Sokrates, Atina sokaklarında dolaşırken insanlara sorular sorardı: "İyi nedir? Doğru nedir? Adalet nedir?" Attilâ İlhan ise İstanbul sokaklarında dolaşırken başka sorular sorar: "Neden uyuyorsunuz? Neden uyanmıyorsunuz? Yoksa uyanmak istemediğiniz için mi uyuyorsunuz?"
Atatürk Bulvarı ve Rüyaların Mezarlığı
"Atatürk Bulvarı'nda rüyalar büyüsün" dizesi, belki de şiirin en trajik, en ironik dizesidir. Atatürk, uyanışın, aydınlanmanın, devrimlerin sembolüdür. Ama onun adını taşıyan bulvarda bile artık rüyalar büyümez; sadece uyur, sadece görülür.
Bu dize, aynı zamanda bir tarih okumasıdır. Cumhuriyet'in ilk yılları, rüyaların gerçek olduğu, imkânsızın mümkün kılındığı yıllardı. "Biz bu harikayı yarattık" denmişti. Ama sonra ne oldu? Rüyalar büyüyemedi, devrimler tamamlanamadı, umutlar yarım kaldı.
Nietzsche, "Tanrı öldü" demişti. Attilâ İlhan ise "Devrim öldü" der gibidir. Ama ölen Tanrı'yı ilan etmek cesaret ister, ölen devrimi ilan etmek ise daha büyük cesaret. Çünkü Tanrı'nın ölümü metafizik bir olaydır, devrimin ölümü ise tarihsel, somut, acı bir gerçekliktir.
Atatürk Bulvarı, eski adıyla Fetvahane'den Üniversite'ye, oradan Aksaray'a uzanan bir caddedir. Cumhuriyet'in ilk yıllarında yapılmıştır, modernleşmenin sembolüdür. Geniş, aydınlık, düzenli bir caddedir. Ama şimdi orada ne var? Trafik, gürültü, kargaşa. Rüyaların büyüdüğü yer değil, rüyaların çiğnendiği bir yerdir artık.
Gemiler ve Ayrılıklar
"Gemiler uyanmasın" dizesi, ayrılık motifini getirir. İstanbul, gemilerin şehridir. Gelenlerin ve gidenlerin, hasretin ve kavuşmanın tanığıdır. Orhan Veli, "İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı" derken gemi düdüklerini duyar. Attilâ İlhan ise gemilerin bile uyumasını ister.
Gemiler neden uyanmasın? Çünkü gemiler uyandığında, birisi gider. Birisi ayrılır. Nazım da öyle gitmedi mi, gemiyle? Ahmet Kaya da öyle gitmedi mi, gemiyle değil ama, yine de gitti. Hatta biraz da biz gönderdik; sonra da "hepiniz oradaydınız ulan" dedik; ama giderken hiçbirimiz demedik bunu; işimize gelmedi. Bu şehirde bizi uyandırabileceklerden gelenler az, gidenler çok olunca, gemilerin uyanması bir müjde değil, bir keder olur.
Herakleitos yine: "Aynı ırmakta iki kez yıkanamazsın." Çünkü ırmak akar, değişir. Ama İstanbul'un boğazı? Orada su akar ama gemiler gider. Su geri gelir ama insanlar geri gelmez. Gidenler, bir daha dönmemek üzere gider.
Ninni ve Ölüm
Ninniler, uyutmak içindir. Ama "Acı Ninni" uyutmuyor; acıtıyor. Tıpkı bir annenin, ölen çocuğuna ninni söylemesi gibi. Çocuk uyumuyor, ölmüş. Ama anne yine söylüyor. Belki uyandırabilir diye, belki bir mucize olur diye.
Schopenhauer, yaşamı bir sarkaca benzetmişti: Acı ile can sıkıntısı arasında gidip gelir. İstediğimiz şeyi elde edemediğimizde acı çekeriz, elde ettiğimizde can sıkıntısı duyarız. Kurtuluş var mıdır? Var, der Schopenhauer: Sanat ve özellikle müzik. Çünkü müzik, iradenin kendisinin yankısıdır.
"Acı Ninni" de öyle bir müziktir. Yaşamın acısını dindirir gibi yapar ama aslında derinleştirir. Can sıkıntısını giderir gibi yapar ama aslında farkındalık getirir. Schopenhauer'in dediği gibi, müzik bizi acıdan kurtarmaz; acıyla dans ettirtir.
Bir ninni nasıl olur? Tekrar eder, tekrar eder, tekrar eder. "Uyusun, uyanmasın, buğulanmasın..." Tekrar, hipnotiktir. Sizi derin bir uykuya daldırır. Ama bu uykuda rüya görmezsiniz; sadece karanlık vardır, sadece sessizlik vardır.
Devrimlerin Ağıdı
"Yapılamamış devrimlere ağıt" denmiş bu şarkı için. Doğru bir tespit. Ama hangi devrimler? Fransız Devrimi mi, Rus Devrimi mi, yoksa bizim kendi devrimlerimiz mi?
Devrim, bir değişim vaadidir. Eski düzen yıkılacak, yeni düzen kurulacak. Ama ya devrim tamamlanamazsa? Ya yarım kalırsa? O zaman ne olur? Ortada ne eski düzen kalır ne yeni düzen kurulur. Bir araf hali oluşur. İşte Türkiye de böyle bir araflıkta değil mi? Ne tam geleneksel ne tam modern, ne tam Doğu ne tam Batı, ne tam cumhuriyet ne tam demokrasi.
Gramsci, "Eski ölüyor, yeni doğamıyor; bu aralık dönemde canavarlıklar ortaya çıkıyor" demişti. Attilâ İlhan'ın İstanbul'u da böyle bir aralık dönemin şehridir. Eski İstanbul ölmüş, yeni İstanbul doğamamıştır. Ortada, canavarlıkların dolaştığı bir şehir vardır.
Devrim yapmak, uyandırmak demektir. Halkı uyandırmak, şuuru uyandırmak, farkındalığı uyandırmak. Ama şair, tam tersini söyler: Uyusun. Neden? Çünkü devrim zaten yapılamadı. Uyandırmaya çalışmak boşuna. O halde bari rahat uyusun, acı çekmesin.
Nostalji ve Melankoli
Bu şiir, nostaljik midir? Evet ve hayır. Evet, çünkü geçmişe, "Atatürk Bulvarı'nda rüyalar büyüsün" diyerek göndermede bulunur. Hayır, çünkü geçmişi güzellemez; kaybedilmiş olduğu için ağlar.
Nostalji, tatlı bir acıdır. Geçmişi özlersiniz ama acı çekmezsiniz. Melankoli ise daha derindir, daha karanlıktır. Geçmişi düşünürsünüz ve umutsuzluğa kapılırsınız. "Acı Ninni", nostaljiden çok melankolidir.
Baudelaire, "Hüzün benim ışığımdır" demişti. Attilâ İlhan için de hüzün, bir ışıktır. Ama bu ışık, aydınlatmaz; sadece gölgeleri belirginleştirir. Camlar buğulu olunca, ışık içeri girmeye çalışır ama buğu kırar, dağıtır, silikleştirir onu.
Bir sonbahar akşamı, deniz kenarında yürüdüğünüzü düşünün. Hava kararmıştır, soğuk bir rüzgâr eser. Uzakta gemiler hareket eder, yakında martılar öter. İçinizde bir boşluk, bir sızı vardır. Ne istersiniz bilmezsiniz. Ne isterseniz bulamazsınız. İşte melankoli budur. Ve "Acı Ninni", bu melankolinin şarkısıdır.
"Ümit var, sonsuz ümit var; ama bizim için değil"
Paradokstur: Ninni söylersiniz ki, çocuk sussun. Ama bu ninni, çığlık gibidir. Sessizce söylenen, yüksek sesle haykırılan bir çığlık.
Wittgenstein, "Üzerine konuşulamayan hakkında susmalıdır" demişti. Ama şairler, susmazlar. Üzerine konuşulamayan hakkında şarkı söylerler. Ve bu şarkılar, suskunluktan daha gürültülüdür.
"Uyusun İstanbul" demek, aslında "Uyan İstanbul" demektir. Ama ters bir dille söylenmiş, ironik bir dille. Çünkü doğrudan söylemenin bir faydası yoktur. Yıllardır söylenmiştir, "Uyan, uyan!" Ama kimse uyanmamıştır. O halde başka bir dil denemek gerek. "Uyu" demek gerek. Belki o zaman, ters psikoloji ile, insanlar uyanır.
Kafka, "Ümit var, sonsuz ümit var; ama bizim için değil" demişti. İşte "Acı Ninni"nin özü bu cümlede gizlidir. Attilâ İlhan da benzer bir şey söyler: Rüyalar var, güzel rüyalar var; ama sadece uykuda, sadece Atatürk Bulvarı'nda, sadece geçmişte. Ümit var belki, ama bize değil, başkalarına. Ya da yarınlara, çok uzak yarınlara.
Ama şiirin son dörtlüğü geldiğinde, bu Kafkaesk umutsuzluk, beklenmedik bir şekilde dönüşür.
Son Uyanış: Karanlıkta Büyüyenler
"Cibali'nin uykusunu devler bekliyor, İstanbul bekliyor."
İşte! Kafka'nın "bizim için değil" dediği ümit, belki de bizim için. Sadece uyumuyorlar. Bekliyorlar. Ve kim bekliyor? Devler. Yani uyuyanlar, dev gibi uyuyor. Ve dev gibi uyanacaklar.
"Marangoz Serkis'in uykusunu, Ahmed'in uykusunu..."
Ermeni marangoz Serkis, Müslüman Ahmed... Şair burada İstanbul'un gerçek ruhunu gösteriyor. Bu şehir, tek değildir. Çok renkli, çok sesli, çok halklı bir şehirdir. Ve hepsi birlikte uyuyor, hepsi birlikte uyanacak.
"Büyük ocaklar gibi harıl harıl uyuyorlar."
Pasif uyku yok artık. "Harıl harıl" uyuyorlar. Uyku bile bir emek, bir üretim, bir hazırlık. Büyük ocaklar gibi... Ocaklar ısıtır, pişirir, dönüştürür. Ve harıl harıl yanar. İşte bu uyku da öyle; içten içe, derinlerde, bir ateş yanıyor.
"Şahdamarlarından Kâğıthane deresi akıyor, bir orman heybetiyle karanlıkta büyüyorlar."
İnsan ve şehir birleşmiş. Damarlarında şehrin suları akıyor. Ve sadece uyumuyorlar, BÜYÜYORLAR. "Bir orman heybetiyle..." Orman nasıl büyür? Sessizce, karanlıkta, kimse fark etmeden. Ama büyür, büyür, büyür. Ve bir gün, koca bir orman olur.
"Rüzgârın gizli seslerini duyuyorlar, ninnisini duyuyorlar, acı ninnisini."
Uyuyorlar ama işitmiyorlar değil. Kulakları açık. Uyanık uyku hali bu. Rüzgârın gizli seslerini duyuyorlar. Yani değişimin, devrimin rüzgârını hissediyorlar. Ve ninnilerini dinliyorlar; kendi ninnilerini, kendi acı ninnilerini.
"Rüyalarına kırk haramiler giriyor, İstanbul'un fırınları giriyor, lokantaları, tezgâhları giriyor, berber dükkânları."
İşte uyanışın ilk müjdesi! Rüyalarına ne giriyor? Hem kırk haramiler, hem de İstanbul'un fırınları, lokantaları, tezgâhları, berber dükkânları. Yani hem çalanlar, hem de çalınanlar. Fırıncıdan, berberden, lokantadan, tezgâhtan emeğini çalanlar - kırk haramiler - artık rüyalarda görünmeye başlamış. Uyurken bile bilinçaltları çalışıyor, uyurken bile fark ediyorlar: Bizim emeğimizi kim çalıyor? Kim bu haramiler? İşte uyanış böyle başlar - önce rüyada görürsünüz gerçeği, sonra uyanık halde. Bilinçaltı ilk silkinir, sonra bilinç. Şair diyor ki: Bakın, uyuyorlar ama rüyalarında artık görmeye başladılar. Kimin onlardan çaldığını, kimin onların fırınlarından, tezgâhlarından, berberlerinden nasiplendiğini. Uyanmak üzereler. Dev uykusundan uyanmak üzereler.
"Bulutlar dilim dilim yüreklerini yarıyor."
Acı var hâlâ. Bulutlar yürekleri yarıyor. Ama yürekler hâlâ çarpıyor demek bu. Yarılıyorlar ama kırılmıyorlar.
"Ümidlerini bir hazine gibi saklıyorlar."
İŞTE! Kafka yanılmış belki. ÜMİT VAR! Yok olmamış, kaybolmamış. Sadece saklanmış. Bir hazine gibi. Ve hazineler, saklanır çünkü değerlidir, korunması gerekir. Ümit de öyle; bu karanlık zamanlarda, saklamak gerekir onu. Ama bir gün, çıkarılacak, paylaşılacak.
"Saklasınlar, uyusun, ümidleri büyüsün."
"Saklasınlar" diyor şair. Evet, doğru yapıyorlar. Şimdi ümidi saklamanın zamanı. Ama "ümidleri büyüsün" de ekliyor. Yani sadece saklamak değil, büyütmek de gerekiyor. Uyku sırasında bile ümit büyüyecek. Tıpkı rüyaların büyümesi gibi.
"Ay büyüsün, uyusun, bulutlar uyanmasın, Cibali uyanmasın, camlar buğulanmasın."
Son tekrar. Ama artık başka bir anlam taşıyor: "Ay büyüsün" diyor. Ay, dolunaya doğru büyüyecek. Ve dolunay zamanı, aydınlık zamandır. O zaman, her şey görünür. O zaman, henüz zamanı gelmemiş bir uyanma zamanı vardır.
Sonuç: Kafka'nın Ümidi ve Şairin Ninnisi
Nihayetinde "Acı Ninni", Kafka'nın "Ümit var, sonsuz ümit var; ama bizim için değil" sözüne hem katılır hem itiraz eder. Evet, ümit bizim için olmayabilir. Ama belki çocuklarımız için. Belki yarınlar için. Belki o dev uykusunda büyüyenler için.
Camus, "İnsanın tek ciddi felsefi sorunu intihardır" demişti. Yaşamak mı, yaşamamak mı? Hamlet, "Olmak ya da olmamak" diye sormuştu. Attilâ İlhan ise başka bir soru sorar: Uyumak mı, uyanmak mı? Ve cevap verir: Şimdilik uyu. Ama ümidini sakla. Büyüt onu. Çünkü bir gün, vakit geldiğinde, uyanacaksın.
Bu ninni, uyutuyor değil aslında; hazırlıyor. Sakinleştiriyor ama uyuşturmuyor. Dinlendiriyor ama unutturmuyor. Paradokstur bu. Tıpkı hayatımız gibi. Uyanık olduğumuzu sanırız ama aslında uyuruz. Uyuduğumuzu sanırız ama aslında kabus görürüz. Ya da belki de, uyurken bile büyürüz, harıl harıl, ocaklar gibi.
İstanbul uyuyor mu? Belki. Belki de hiç uyumadı. Belki yüzyıllardır uyanık, ama yorgun. O kadar yorgun ki, artık uyumak bile istemiyor. Sadece öylece durmak, hareketsiz kalmak, nefes almak istiyor. Ve şair, ona bir ninni söylüyor. Acı bir ninni. Çünkü başka türlü söylenemez bu acı. Ama ninninin sonunda, bir hazine var. Saklı, korunmuş, büyüyen bir hazine: Ümit.
Bergson, "Biz süre içinde değil, sürenin ta kendisiyiz" demişti. İstanbul da öyle; bir şehir değil, bir süreç. Bir oluş. Bir akış. Ve bu akışın içinde insanlar gelir, gider, yaşar, ölür. Ama şehir kalır. Acısıyla, yorgunluğuyla, buğulu camlarıyla kalır. Ve biri mutlaka, bir gece yarısı, sessizce söyler bu ninnıyı.
Ve işte o zaman anlarsınız: Bu ninni, İstanbul'a değil, size söylenir. Sizin yorgunluğunuza, sizin umutsuzluğunuza, sizin buğulanmış kalbinize. Çünkü siz de o şehirsiniz; uyanamayan, uyuyamayan, arada kalmış, geçmişin hatıralarıyla gelecek korkusu arasında sıkışıp kalmış. Ama aynı zamanda, bir orman heybetiyle karanlıkta büyüyen de sizsiniz.
Bir anne vardı, oğlu askere gideli yıllar olmuştu. Her akşam pencereye oturur, yolu gözlerdi. Komşular "Gelmiyor artık" dediler. O yine oturdu, yine bekledi. Ta ki bir akşam, yorgun gözlerini kapayana, bir daha açmayana kadar. İstanbul da öyle bir anne. Biz de öyle oğullar. Gidenler, dönmeyenler, unutanlar. Ama belki, sadece belki, ümitlerimizi saklayan, hazine gibi koruyanlar da.
"Uyusun İstanbul" dendiğinde, aslında şu söylenir: Artık bekleme. Artık umma. Artık acı çekme. Sen yeter ki uyu, ben sana ninni söylerim. Çünkü uyanmak, hatırlamaktır. Hatırlamak ise, kaybettiğini bilmektir. Ve kaybettiğini bilen bir kalp, nasıl dayanır bu ağırlığa? Ama aynı zamanda şu da söylenir: Uyu ama ümidini sakla. Büyüt onu. Çünkü Kafka yanılmış olabilir. Belki ümit, bizim için de var.
Ahmet Kaya, bu şarkıyı söylerken Paris'te mezara girdi. Attilâ İlhan, bu şiiri yazarken İstanbul'da yalnız öldü. İkisi de gidenlerden oldular. Ama sesler kaldı. Dizeler kaldı. Ve bir yerlerde, belki bir Karagümrük gecesinde, belki bir Cibali sabahında, bir genç bu şarkıyı dinleyecek. Camlar buğulanacak. Gözyaşları gelecek. Ve anlayacak: Bu ninni, ona söyleniyormuş. Ama aynı zamanda, göğsünde bir hazine olduğunu da anlayacak. Saklı, korunmuş, büyüyen bir hazine.
Çünkü hepimiz o uyuyan şehiriz. Hepimiz o buğulu camlarız. Hepimiz o bekleyen anayız, o gitmiş oğluz, o yapılamamış devrimiz. Ve gecenin bir yarısı, yüreğimizin en karanlık köşesinde, sessizce söyleriz bu ninnıyı. Kendimize. Kayıplarımıza. Olmayan yarınlarımıza. Ama aynı zamanda, sakladığımız hazinelere de.
Uyusun İstanbul. Uyusun bu yorgun şehir, bu yorgun insanlar. Rüyalar büyüsün artık, gerçekler çok acıtıyor. Camlar buğulansın, görmek çok zor. Gemiler gitsin, dönmeyenler için ağlamak çok yorucu. Sen uyu İstanbul, ben sana ninni söylerim. Acı ninni. Ama bil ki, ümitlerin bir hazine gibi saklanıyor. Büyüyorlar. Harıl harıl, büyük ocaklar gibi, bir orman heybetiyle karanlıkta büyüyorlar. Ta ki sen de, ben de, hepimiz unutana kadar. Ya da hatırlayıp uyanana kadar.
Yorumlar 1
Kalan Karakter: