Zirvede, yapayalnız duran bir insan figürü düşünün. Etrafı, ondan bir parça menfaat kopartabilmek umuduyla doluşmuş kalabalıklarla çevrili. Ancak ne acıdır ki, bu sahte ilgi yumağının içinde, yürekten bir dostluğun, samimi bir yoldaşlığın kırıntısı dahi bulunmuyor. Yüzyılımızın, belki de tüm zamanların en göz kamaştırıcı müzik ve dans dehası olarak kabul edilen Michael Jackson'ın yaldızlarla kaplı, dışarıdan bakıldığında ihtişamlı görünen, ancak derinine inildiğinde bir o kadar da trajik ve acı dolu yaşamının en keskin özeti, maalesef bu birkaç cümlede saklı. Onun ışıltılı sahne dünyasının ardında, anlaşılamamanın ve derin bir yalnızlığın hüznü yatıyordu.
Okuldan mezuniyetimin o ilk heyecanlı günlerinde, kendimi DB Deniz Nakliyatı'nın devasa gemilerinde, okyanusların engin maviliklerine meydan okurken buldum; Güverte Zabiti olarak denizcilik serüvenime ilk adımımı atmıştım. Denizcilik hayatımdaki ilk göz ağrım, ilk görev yerim, heybetiyle denize hükmeden Gaziantep tankeriydi. Yaklaşık dokuz ay boyunca bu devasa tankerde, petrolün ve denizin kendine has kokusuyla yoğruldum, tankerciliğin zorlu ama bir o kadar da öğretici dünyasında piştikten sonra, yine aynı köklü şirkete ait olan, adı gibi Anadolu toprağının sıcaklığını taşıyan Burdur kuru yük gemisinde yeni bir sayfa açtım.
İşte bu Burdur Gemisi ile, Atlantik'i bir baştan bir başa kat ederek, Amerika Birleşik Devletleri'nin güney incisi New Orleans'a doğru, ambarlarımızı arpa ile doldurmak üzere uzun bir sefere çıktık. Bu, benim Amerika kıtasına ilk ayak basışım olacaktı; genç bir denizcinin hayallerini süsleyen, merakla beklediği bir deneyimdi. Gemimiz, Miami'nin göz alıcı sahillerini geride bırakıp Key West'e doğru ilerlerken, meşhur Gulf Stream akıntısının da itici gücüyle adeta kanatlanmış, hızı zaman zaman 20 knots gibi baş döndürücü bir seviyeye ulaşmıştı. Ancak bu coşkulu seyrin ardından, Meksika Körfezi'nin durgun sularına girdiğimizde hızımız belirgin bir şekilde azaldı, sanki dev bir el gemimizi tutmuş gibiydi. Nihayet, Mississipi Nehri'nin o geniş ve çamurlu ağzına ulaştığımızda ise, gemimizin o güçlü nefesi iyice kesilmiş, adeta yorgun düşmüştü. Buna rağmen, nehrin akıntısına karşı sabırla mücadele ederek yukarı doğru tırmanmayı başardık ve sonunda New Orleans şehrinin tam kalbinde, hareketli liman bölgesinde demir atarak bu uzun ve meşakkatli yolculuğu tamamladık.
Limana demirlememizin hemen ardından, geminin yüklemeye uygun olup olmadığını denetlemek üzere sörveyörler gemiye çıktılar. Ambarlarımızı titizlikle kontrol ederken, bizim ambar kapaklarımızın iç kısımlarında, denizin ve nemin acımasız bir hatırası olarak kalmış pas lekeleri gözlerine çarptı. Yüzlerindeki ifadeden pek de hoşnut kalmadıkları belliydi ve kararları kesindi: "Bu gemiye, bu haliyle yükleme yapılmasına müsaade edemeyiz," dediler. Biz şaşkınlıkla sorduk:
- Peki, ne yapmamız gerekiyor şimdi? Gelen cevap net ve tavizsizdi:
- Bu ambar kapaklarının altını, tek bir pas lekesi kalmayacak şekilde pırıl pırıl yapacaksınız, aksi takdirde size yüklenecek arpa falan yok.
O dönemlerde, Amerika limanlarına sefer yapmak, özellikle ikinci kaptanlar için adeta bir kabus gibiydi. Amerikalı yetkililer, geminin stabilitesiyle ilgili öyle detaylı ve karmaşık hesaplamalar talep ediyorlardı ki, rivayet o ki, suyun kaldırma kuvvetini keşfeden Arşimet bile o hesapların içinden çıkmakta zorlanırdı. Geminin limandan kalkış anından başlayarak, yolculuğun ortasında, bir hafta sonrasında, varış limanına ulaştığında trim değerlerinin ne olacağını, draftın (geminin suya batan kısmı) ne kadar olacağını, ve en önemlisi GM (metasentrik yükseklik) değerinin kaç olacağını kuruşu kuruşuna gösteren detaylı hesaplamalar istiyorlardı. Ben ise o sıralar geminin üçüncü kaptanı olduğum için içten içe bir sevinç yaşıyordum; nasılsa bu karmaşık ve sorumluluk isteyen hesapları ben yapmayacaktım, bu ağır yük ikinci kaptanın omuzlarındaydı.
Ancak gemimizin Süvari Bey'i, o otoriter ve kararlı duruşuyla yanıma geldi ve beklenmedik bir şekilde:
- Bu karmaşık stabilite hesaplarını sen yapacaksın, dedi. Ben bir anlık şaşkınlıkla ve itiraz edecek gibi:
- Efendim, normalde bu işi ikinci kaptanımız... diyecek oldum. Sözümü kesti ve kesin bir ifadeyle:
- Sen yapacaksın dedim, o kadar. Başka söz istemem.
Daha önce hiç böyle kapsamlı bir stabilite hesabını tek başıma yapmamıştım. Evet, okulda bu konuları en ince detayına kadar öğrenmiştik, teorik bilgimiz tamdı ama bu, sınıftaki tahtada çözülen problemlerden çok farklıydı; bu gerçek hayattı, en ufak bir hatanın telafisi olmayan bir durumdu. O zamanlar şimdiki gibi gelişmiş bilgisayarlar, stabiliteyi otomatik olarak hesaplayan programlar, dijital kolaylıklar falan hak getire. Geminin stabilite planlarını, o devasa paftaları önüne serecek, eline bir cetvel ve bir kalem alıp, saatlerce sürecek dikkatli ölçümler ve hesaplamalar yaparak sonucu kendi başına çıkaracaktın. Bu GM hesabı denen meret öyle bir illettir ki; aynı gemi için, aynı yükleme koşullarında on farklı kişi hesap yapsın, onunun da birbirinden az da olsa farklı sonuçlar bulması işten bile değildir. Tabii ki bizim yaptığımız hesabı kontrol edecek olan Amerikalı sörveyörler de kendi yöntemleriyle ayrı bir hesap çıkaracaklar ve eğer arada kabul edilebilir toleransların dışında bir fark olursa, işte o zaman fena halde çuvallayacaktık.
Gerçi, bu hesabın ne denli zor ve zaman alıcı olduğu bilindiğinden, bunu bir hizmet olarak sunan, karada faaliyet gösteren uzmanlaşmış bürolar da türemişti o dönemde. Belirli bir ücret karşılığında geminin tüm bilgilerini veriyordunuz ve onlar sizin için GM hesabını tüm detaylarıyla yapıp, onaylı bir şekilde size teslim ediyorlardı. Ama tabii ki, bizim gibi genç ve idealist denizciler için, "Biz bu hesabı yapamadık da dışarıda bir büroya yaptırdık," demek, mesleki gururumuza pek yakışmazdı. Bu, bir nevi acziyetin kabulü gibi olurdu.
Neyse, kolları sıvadık, saatler süren yoğun bir çalışmanın ardından, o karmaşık hesapları tamamlayıp Süvari Bey'e, yani geminin "beybabasına" teslim ettik. Belki de acemi şansı mı dersiniz, yoksa gerçekten de eğrisi doğrusuna mı denk geldi bilinmez, bizim yaptığımız o detaylı hesap, Amerikalı yetkililer tarafından kabul olundu ve onaylandı. Bu, üzerimizden büyük bir yükün kalkması demekti. Gemi ambar kapaklarındaki pasların temizlenmesi işlemi için ise gemimiz New Orleans'ta fazladan bir hafta daha kalacaktı. O zorlu stabilite hesabını başarıyla tamamlamış olmanın bir ödülü olarak mı, yoksa Süvari Bey'in bir jesti miydi bilinmez, bize de bütün bir hafta boyunca şehre çıkıp New Orleans'ın keyfini çıkarmak için izin çıktı. Bu, adını sıkça duyduğumuz, hakkında efsaneler anlatılan meşhur French Quarter'ın o büyülü atmosferini doyasıya yaşamak için tam bir haftamız var demekti.
French Quarter'da, tam bir hafta boyunca adeta zamanın durduğu, büyülü bir atmosferde gezindik durduk. O günlerden hafızamda en çok yer edenler; içlerinden buram buram caz müziğinin, o eşsiz trompet ve saksafon melodilerinin taştığı loş barlar, enerjinin bir an bile düşmediği, insanların çılgınca dans ettiği canlı dans gösterilerinin yapıldığı hareketli diskolar ve sokaklarda, adeta müziğin ritmiyle bütünleşerek, neşe içinde dans ederek yürüyen siyahi gençlerdi... Müzik mağazalarının vitrinlerinden ve içlerinden ise o dönemde dillerden düşmeyen, Cyndi Lauper'in o unutulmaz şarkısı "Time After Time" yankılanıyordu sürekli.
Michael Jackson'ın efsanevi "Billie Jean" şarkısı ise piyasaya daha yeni çıkmıştı ama çıktığı andan itibaren müzik listelerinde adeta bir bomba gibi patlamış, herkesin diline dolanmıştı. New Orleans sokaklarında, özellikle siyahi gençler, bu şarkıyı büyük bir coşkuyla söylüyor, onun eşsiz ritimleriyle dans ediyorlardı. New Orleans'ın o tarihi ve bohem French Quarter'ında dolaşırken, barların açık kapılarından ve pencerelerinden sokağa yayılan o ritmik, insanı kendine çeken melodiler hala kulaklarımda çınlıyor... Billie Jean is not my lover... She's just a girl who claims that I am the one. But the kid is not my son! She says I am the one, but the kid is not my son... Bu sözler, o günlerde sadece bir şarkı sözü gibi gelirken, yıllar sonra Michael Jackson'ın kendi yaşamında ne kadar acı bir şekilde yankılanacağını kim bilebilirdi ki?
Bir insan, elindeki o değerli zamanı ve kendi öz benliğini bu kadar hoyratça, bu kadar hızlı bir şekilde nasıl tüketebilir, nasıl harcayabilir? Bu denli muazzam bir yeteneğe sahip olan, düşünsel dünyası bu kadar derin ve zengin, çevresindeki her şeye karşı bu denli duyarlı bir insan, kendi ruhunu ve bedenini dış dünyanın acımasız saldırılarından korumayı nasıl olup da beceremez? Yoksa bu durum, yaşamın o karmaşık ve çoğu zaman acımasız gerçeğini -belki de herkesten çok daha farklı bir şekilde- o keskin duygusal zekâsıyla kavrayabilen, ruhu inceliklerle dolu gerçek sanatçıların kaçınılmaz bir zaafı mıdır? Yani, sürekli olarak başkaları için yaşamak, onların mutluluğu için çabalamak, dünyaya güzellikler katmak isterken, bu yoğun tempo ve fedakârlık içinde kendi varlığını, kendi ihtiyaçlarını, kendi korunmasını aklının ucundan bile geçirememek... Bir başka Michael Jackson gerçeği de, işte tam da bu olmalıydı.
Acaba onun tüm yaşamı, o meşhur şarkısındaki Billie Jean'in onu kurnazca kandırması gibi mi geçmişti, yoksa o, bu aldatılmayı, bu suiistimal edilmeyi içten içe, bilerek ve isteyerek mi arzulamıştı? Belki de şöhretin getirdiği o sahte dünyanın içinde, gerçek olmayan ilişkilere sığınmak, bir tür kaçış mıydı onun için? Annesinin ona her zaman söylediği o bilgece öğüt kulaklarında çınlıyor gibiydi: Mother always told me be careful of who you love And be careful of what you do 'cause the lie becomes the truth... Evet, bazen bir yalan, defalarca tekrarlandığında veya kötü niyetli ellerde şekillendiğinde, acı bir gerçeğe dönüşebilir. Belki de Michael, bu şarkının sözlerinde, kendi geleceğinde yaşayacağı o büyük iftiranın ve acının ilk işaretlerini görmüştü. Özellikle çocuklara karşı duyduğu o saf ve derin sevgiden dolayı, akla hayale gelmeyecek bir şekilde çocuk tacizcisi olarak lanse edilmesi ve bu ağır suçlamalarla mahkeme salonlarında geçirdiği o kahredici beş yıl, onun o hassas ruhunu derinden yaralamış, onu adeta yıkmıştı. Sanki haykırıyordu o mahkeme salonlarında: -But the kid is not my son! Ama kimin umurundaydı ki bu çırpınışlar? Çamur bir kere atılmıştı.
Onu yakından tanıma fırsatı bulmuş, hayatını ve davalarını derinlemesine araştırmış olan gazeteci Ian Halperin, bu konuda son derece çarpıcı tespitlerde bulunmuş ve şöyle yazmıştı: "Bu konudaki araştırmalarıma başlamadan önce, dürüst olmak gerekirse, Michael Jackson'un bu suçlamalar karşısında suçlu olduğuna kendimi neredeyse tamamen inandırmıştım. Toplumda oluşan genel kanı bu yöndeydi. Ancak aylar süren titiz araştırmalarımın, sayısız görüşmenin ve elde ettiğim belgelerin sonucunda çok net bir şekilde anladım ki, o kesinlikle suçsuzdu. Jackson'un herhangi bir çocuğa karşı en ufak bir cinsel tacizde bulunduğuna dair tek bir somut, güvenilir kanıta dahi rastlamadım. Aksine, ulaştığım önemli kanıtların ve tanıklıkların tamamı, onu suçlayanların tamamının olmasa bile çok büyük bir çoğunluğunun, maalesef, sahtekar olduklarını ve bütün bu alçakça kötülükleri, bu iftiraları tamamen para sızdırmak, ondan bir şeyler kopartmak amacıyla kurguladıklarını açıkça gösteriyordu." Evet, işte yine o tanıdık senaryo: Ondan bir şeyler kopartmak için, onun şöhretinden ve servetinden nemalanmak için yapılan alçakça suçlamalar... Ne demişti ona sevgili annesi o bilgece sözleriyle? -Be careful of what you do 'cause the lie becomes the truth... (Yaptıklarına çok dikkat et, çünkü ustaca söylenen bir yalan, zamanla acı bir gerçeğe dönüşebilir.) Halk arasında söylenen o acımasız deyiş gibi: Çamur at, tutmasa da izi mutlaka kalır.
Gerçekten de, duyarlı ve toplumun genelinden farklı olan, insanları içtenlikle seven, insanlık için, dünya için iyi bir şeyler yapmak, bir fark yaratmak isteyen idealist insanların yaşam öykülerine baktığınızda, hep benzer trajedilerle, benzer haksızlıklarla karşılaştıklarını görürsünüz. Ne yazık ki, popüler kültürün ikonu haline gelmiş Michael Jackson da bu acımasız kuralın bir istisnası olamamış, o da bu girdaptan kendini kurtaramamıştı.
Michael Jackson'ın, hiç şüphe yok ki, dünyada süregiden adaletsizliklerden, savaşlardan, yoksulluktan ve özellikle çocukların maruz kaldığı kötülüklerden dolayı derin bir acı ve ıstırap duyduğu biliniyordu. Afrika'da açlık ve sefalet içinde kıvranan çocuklar için gözyaşı döktüğünü; Londra sokaklarında karşılaştığı kimsesiz, yardıma muhtaç çocuklara gizlice ve cömertçe yardım elini uzattığını anlatan pek çok tanık vardı. Belli ki, dünyanın en saf, en masum varlıkları olarak gördüğü çocukları her şeyden çok seviyordu. Ama ne gariptir ki, yine "büyükler" tarafından adı, en sevdiği varlıklara zarar veren bir "çocuk tacizcisi"ne çıkarılmıştı. İnsanlığın o acımasız, öğütücü çarkı, onu da içine almış, tüm gücüyle eziyordu. O ise bu alçakça saldırılara, bu iftiralara, en iyi bildiği yolla, yani o eşsiz şarkılarıyla, sanatıyla cevap veriyordu.
Bir keresinde televizyonda izlediğim, hafızama kazınan bir görüntü var; Bir spiker, oldukça doğrudan ve belki de biraz da yersiz bir soru soruyor Michael Jackson'a:
- Öldüğünüzde, nasıl bir tabutla gömülmek isterdiniz? Michael Jackson bir an duraklıyor, yüzünde derin bir hüzün beliriyor. Kırılgan, ürkek ve titreyen bir sesle cevap veriyor:
- I don't want to be buried. I want to live forever. (Ben gömülmek istemiyorum. Ben sonsuza kadar yaşamak istiyorum.) Bu cevap, onun yaşama ne kadar bağlı olduğunu, ama aynı zamanda ölümlülük gerçeği karşısındaki o insani çaresizliğini de gözler önüne seriyordu.
Belki de, bir bakıma istediği oldu Michael Jackson'un. Çünkü bir insanın eserleriyle, bıraktığı mirasla sonsuza dek yaşaması ancak arkasında kalıcı, güzel ve anlamlı eserler bırakmasıyla mümkün olur. Bunu da Michael Jackson, o unutulmaz şarkılarıyla, eşsiz danslarıyla ve sanata getirdiği yeniliklerle fazlasıyla başardı. Ancak, bu fani dünyada fiziksel olarak sonsuza dek yaşamak diye bir şey yok. O arzuladığı sonsuz yaşam da ancak ebediyette, yani bu dünyadan göçerek, bir anlamda ölerek mümkün olabiliyor. Nihayetinde o da bu kaçınılmaz sona ulaştı. Tüm kalbimizle diliyoruz ki, o çok aradığı huzuru ve umduğunu öteki alemde bulmuştur.
Michael Jackson, şarkıları ve duruşuyla insanlara, dünyaya önemli bir şeyler anlatmak, bir mesaj vermek istiyordu. Bence onun "They don't care about us" (Bizi umursamıyorlar) adlı o güçlü ve isyankâr eseri, günümüz toplumlarının zaman zaman içine düştüğü o kolektif cinnet halini, adaletsizlikleri, duyarsızlığı ve güçlünün zayıfı ezdiği düzeni çok çarpıcı bir şekilde anlatır. Bu şarkı, sadece bir protesto marşı değil, aynı zamanda bir çığlıktır.
Onun bu anlamlı eserinin kendimce yapmaya çalıştığım, amatörce bir Türkçe çevirisini aşağıya almak istiyorum, belki bir nebze olsun o isyanın ve o haykırışın ruhunu yansıtabilirim.
Tüm insanlığın; bu dünyadaki her şeyin, şöhretin, servetin, gücün aslında ne kadar geçici ve fani olduğunu; bu kısa dünya yaşamında başkalarına iftira atmanın, haksızlık yapmanın, masum insanların hakkını yemenin, o kaçınılmaz olan ebedi dünyada mutlaka ağır bir bedeli olacağını bir gün idrak etmesini ve anlamasını tüm kalbimle diliyorum. Belki o zaman, dünya daha yaşanılır bir yer olur ve Michael Jackson gibi hassas ruhlar bu kadar erken ve bu kadar trajik bir şekilde aramızdan ayrılmazlar.
| They Don't Care About Us.... | Umurlarında Değiliz... |
|
Dazlak kafa, ölü kafa
Bütün söylemek istediğim şu: Hakla beni, nefret et
Ne oldu benim hayatıma söyle
Dazlak kafa, ölü kafa
Kardeşini deliğe tık. Söyleyin ne oldu benim haklarım? Bıktım artık rezaletlerin kurbanı olmaktan Dazlak kafa, ölü kafa Yaşamdaki bazı şeyleri asla görmek istemezler, Bütün söylemek istediğim şu: |
Skin head, dead head All i wanna say is that Beat me, hate me Tell me what has become of my life Skin head, dead head Tell me what has become of my rights Your proclamation promised me free liberty, now Skin head, dead head
|
Yorumlar
Kalan Karakter: