Bu sitedeki 100. yazımın konusunun ne olması hususunda uzunca süredir düşünürken Gazze’de ortaya çıkan bu insanlık dramı, daha doğrusu vahşeti ile karşı karşıya kaldık, bu konu ihtisasımız dahilinde olmamakla beraber 74 yaşına ramak kalmış bir vatandaş olarak ortaya çıkan durum karşısında hissiyatımı dile getirmekten geri durmanın da doğru olmayacağını düşündüğümden aşağıdaki yazıyı konunun uzman olarak değil uzun yaşamanın birikimi olarak kalem aldım. 

Değerli takipçilerim, 

Son bir haftadır Gazze’de yaşananları tasvip etmemiz mümkün değildir. Masum insanlar, savunmasız çocuklar, yaşlılar, kadınlar insaf ve izan olmadan katledilmekte adeta bir soykırım yaşanmaktadır. Bunu kim yapıyor ve ne için yapıyor? 

Tarih boyunca; olayların yaşandığı bölgede kurmuş oldukları krallıkları sona erdirilerek, yaşadıkları ve vatan olarak kabul ettikleri, dini inançlarına göre ise vaat edilmiş topraklardan sürülen, dünyanın her yanına dağılan, gittikleri yerler de de aşağılanan, hatta soy kırımına uğrayan bir ulusun, dini bir cemaatin mensupları yapmaktadır. Özetle ve daha doğrusu yıllarca bu zulme tabi olan ve bunun mağduriyetini yaşayan bir ulusun idarecileri yapmaktadır. Dolayısı ile bunu tüm Yahudi halkına teşmil etmek ve onları suçlamak mümkün değildir. Çünkü eminim ki bu insanlık suçunu aklı selim Yahudiler, ülkemizdeki tanımı ile Museviler de kabul etmemekte ve kınamaktadırlar. 

Yahudiler dinlerine göre seçilmiş, seçkin bir ulus olarak kabul edilir, ancak bu seçilmişlik doğru, dürüst ve iyi insan olmak bakımındadır. İnançlarına göre Tanrının krallığını kurma görevi verilen ulustur. Tanrının krallığında insana zülüm ve vahşet olur mu? 

Musevi inancına göre Tanrının onlara, büyük bir ulus yapma, kutsayarak ün sahibi yapma, bereket kaynağı yapma ve yer yüzündeki bütün halkları onlar vasıtası ile kutsamanın vaat edilmesi bu seçilmişliğe mesnet teşkil etmektedir. Yahudiler dünyaya adalet ve kurtuluşu getirmek için seçilmiş bir ulus olduklarına inanmaktadırlar. 

Burada diğer ulusları yok etme gibi bir durum yoktur. Tabi ki Tanrı tarafından seçilmiş bir ulus olarak kendilerini üstün görürler, fakat bu seçilmişlik ve üstün görme Yahudi cemaatini soykırıma tabi tutan Nasyonel Milliyetci, Faşist Hitlerin Almanları Ari(üstün)bir ırk olarak görerek diğerlerini ikinci sınıf millet olarak kabul etmesi gibi bir anlayış ya da kabul değildir. Bununla beraber Dünyanın yöneticisi ve yönlendiricisi olma gibi Siyonist bir nihai hedefin olduğunu da göz ardı edemeyiz ama bunda bile insanoğluna karşı bir zülüm ve kıyım yoktur. (Nitekim ortodokos Yahudiler şu an Gazze’de yapılanları kınamakta ve dini inançlarına aykırı bir davranış olarak görmektedirler.) 

Oysaki son olaylar üzerine İsrail Savunma Bakanı Filistinlileri ve Hamas mensuplarını insansı hayvanlar olarak tanımlayarak ona göre savaştıklarını beyan etmiştir. İsrail’in BM Eski Daimi Temsilcisi Dan Gillerman insanlık dışı hayvanlar olarak tanımlamıştır. Kolombiya Devlet Başkanı Gustava Petro bu nefret söylemlerinin uluslararası hukuka tabi bir ulus olan Filistinlilerin soykırımına yol açacağı hususundaki endişesini dile getirmiştir. Bu gerçekten hareketle İsrail yöneticileri yüz yıllardır kendilerine reva görülen aşağılamayı Filistinlilere yapmaktadır. 

Bilindiği üzere Kuran'da Maide süresinde de yer aldığı üzere Yahudiler lanetli bir kavim olarak tanımlanmaktadır. Lanetlenmelerinin nedenleri ise bir çok kaynakta farklı farklı verilmekte olup, basit olanlar kadar ağır suçlamalara da yer verilmektedir. Yine Yahudi kelimesi kötü sıfatları içeren bir tanım olduğundan Cumhuriyet döneminde ülkemizde Arapça kelimelerin dilimizden arındırılması ve Yahudi kelimesinin ifade ettiği ve çok da haklı olmayan anlamlar yüzünden ülkemizdeki Yahudi cemaatini de incitmemek için Musevi kelimesi kullanılmıştır. Çocukluğumuzda büyüklerimiz Havradan geçmemizi engellemek maksadıyla Yahudilerin çocukları iğneli fıçıya koydukları şeklindeki doğru olmayan tevatürler ile bizleri korkuturlardı. Museviliği ve Hz Musa’yı tanıyan bir din olan İslamiyet te bir çok dini kural benzer olup tarih boyunca Türklerin ve Müslümanların kısa süreli bazı duraksamalar olsa da Museviler ile bir derdi olmamış , Osmanlı Padişahları ve Türkiye Cumhuriyeti Yöneticileri Musevileri hep kollamış, himaye etmiş, vatandaş yapmış, Müsaviler de İmparatorluğun sadık vatandaşları olmuşlardır.( Söz konusu tevatür ve karalamalar ise sanırım HRİSTİYAN vatandaşlarımızdan Müslümanlara geçmiştir. Yunanlı yazar Stella VRETOU’nun KIRMIZI RUGAN AYAKKABILAR kitabında çocukken büyükleri tarafından bu şekilde korkutuldukları yer almıştır.)Bu gibi genel tanımlamalar ve tarihsel mitolojik iddialar ile bir ulusun kötü olarak tanımlanmasını doğru bulmam, ama şimdi yukarıda sözünü ettiğim İsrail yöneticileri adeta bu tanımlamaları haklı çıkartırcasına kendilerine atfedilen sıfatların daha kötüsünü Filistin halkına layık görmektedirler. 

Bir anlamda İkinci Dünya Savaşının faşist liderlerinin kendilerine reva gördükleri ve yıllardır bunun yanlışlığının propagandasını yaptıkları eylem ve söylemleri gayri akli, vicdani ve ahlaki olarak şimdi kendileri yaparak adeta bunları meşru kılmaktadırlar. Bunun mantıki bir izahı olabilir mi? 

Yapılanlar ve İsrail yöneticilerinin söz konusu bu beyan ve tanımlamaları bir şeriat/din devleti olan Yahudiliğin şeriatına ve 10 Emre’de uymamaktadır. On emrin içinde diğerleri meyanında aşağıdaki maddeler de bulunmaktadır; 

-Öldürmeyeceksin 

-Çalmayacaksın 

-Komşuna karşı yalancı tanıklık yapmayacaksın 

-Komşunun evine, karısına ,erkek ve kadın kölesine, öküzüne, eşeğine ,hiçbir şeyine göz dikmeyeceksin. 

Peki İsrail’in komşuları hatta, bazı düşünürlerce tam olarak kabul edilmemekle beraber (Yahudiliğin tamamı ile aynı ırktan gelen kişilerin TORA(Tevrat) ve Hz Musa’nın tebliğ ettiği dine inanan kişiler değil o bölgede yaşayan farklı ırktan gelen insanların da bu dini kabul eden insan topluluğuna verilen ad olduğu kabul edilir) aynı etnik kimliğe(Sami *)sahip olduğu ulus kimdir? 

*Samiler(Yahudiler,Araplar, Süryaniler, Maltalılar) 

FİLİSTİNLİLER(ARAPLAR) ‘dır. 

Şimdi NETANYAHU kabinesi kendi dininin şeriatına, akaidine ve 10 emre aykırı olarak kendi komşusuna, ırkdaşına zülüm etmekte, canını almakta, malını, evini barkını çalmakta, bombaladığı hastaneyi biz bombalamadık diye yalan söylemektedir. 

Bunu da seküler/laik bir devlet değil bir din devleti ve onun başkanı olarak yapmaktadır. 

Söz konusu yöneticiler bunu Thedor Herzinin 1896 yılında ‘’Yahudi Devleti’’ kitabında yer alan Yahudi Devleti kurma düşüncesi ve bunu vaat edilmiş toprakları kapsayacak şekilde kurma, yani Tanrının Krallığını tesis etme amacı olarak dini inançlarının gereği olarak yaptıklarını ileri sürebilirler. (Thedor Herzi’nin bu fikri 1937 Ağustos ayında yapılan Siyonist kongresi ile olgunluğa kavuşmuş,1904-1914 yılları arasında bilinçli bir şekilde 40.000 Yahudi Filistin topraklarına yerleştirilmiştir.) 

Hatta bunu dini bir temele dayandırarak, bu toprakların Tanrı tarafından kendilerine bahşedildiğini iddia edebilirler. Daha da ileri giderek orijin ilkesine dayanarak vaat edilmiş topraklarda MÖ 1500 lerde, bazı kaynaklarda M.Ö 1200’lerde Hz Musa tarafından ilk İsrail devletinin temellerinin atıldığını, daha sonra Hz. İbrahim’in çocukları ve torunları olarak birbirinden bağımsız 12 kabile olarak yaşamayı takiben Hz Musa’dan 500 yıl sonra ikiye ayrılarak bu toprakların kuzeyinde MÖ 1050 de İsrail krallığını kurduklarını , güneyde ise Yehuda ve Benyamin’e verilen topraklarda Yahudi krallığını kurduklarını, kısaca vaktiyle burada kendi krallıklarının olduğunu fakat İsrail krallığının MÖ 720 de Asurlular tarafından işgal edilip sonlandırılarak İsrail halkının buradan sürüldüğünü, bilahare güneyde Babil ,Pers ve Helen imparatorlukları Yahudi Krallığını ortadan kaldırarak halkının buradan sürüldüğünü, Babil krallığı yıkıldıktan sonra geriye döndüklerini fakat MS 70 de Roma İmparatorluğu buraya gelerek Yahudileri yeniden dünyanın dört bir tarafına sürdüklerini beyan ederek bu toprakların kendilerine ait olduğunu, kendi topraklarını geri almaya çalıştıklarını iddia edebilirler. 

Bunun hem dünyevi hem de dini dayanağı olduğunu belirtebilirler. Eğer bu argümanın doğru olduğu kabul edilirse dünya haritasının yeniden çizilmesi gerekecektir. Toprak savaşarak kaybedilir ve kazanılır. Savaş sonucu bir anlaşma ile sınırlar yeniden belirlenir. Ancak bunun diğer devletler tarafından da kabulü gerekir. Bir devletin gücüne dayanarak bir başka ülkeyi işgal etmesi günümüzde kabul gören bir usul olmayıp, evrensel hukuk kurallarına aykırı bir eylemdir. 

Devletlerin kabulü ve diğerleri hususundaki ilk Uluslararası Anlaşma 1648 WESTPHALİA anlaşmasıdır. 

Bu anlaşma ile uluslararası hukukun temelleri atılmış ve kolonyalist sistem bakımından bir çok toprağın sahibi, hangi ülkeye ait olduğu tescil edilmiştir. 

Bir devletin tanınması ile ilgili tek sözleşme ise 1933 Montevido sözleşmesi ,bir devletin tanınması konusunda yetkili organ ise Birleşmiş Miletlerdir. 

Ancak BM ‘in kabul ettiği bir ülkeyi BM üyesi bazı ülkeler kabul etmeyebilir. Haksız bir eylem ile bir ülkenin toprağını işgal eden ve orada sözde bağımsız bir devlet kurulmasına BM karşı çıkabilir ve bu devlete bazı yaptırımlar getirilebilir. Özetle her hangi bir millet vaktiyle sürüldüğü toprakların kendine ait olduğu iddiası ile o toprakları geri isteyemez. Hele hele bu gibi vahşi yöntemler ile bunu gerçekleştiremez. 

Bu noktadan meseleye yaklaştığımızda İsrail özelinde karşımıza çıkan tarihsel gelişme aşağıdaki gibi olmuştur; Yahudi Devleti kurma ilkesi doğrultusunda ve bir plan dahilinde dünyaya yayılan Yahudilerin belli bir bölümünün şu anki topraklara geri dönmeleri sağlanmış, buradan Filistinlilerden ,Araplardan toprak satın alarak kendilerine bir yerleşim alanı sağlanmış, İkinci Dünya savaşı sonrası ise uğradıkları kıyımın sanki bir telafisi olarak 14 mayıs 1948 de bir devlet olarak tanınmıştır.( İsrail Devletinin kurulmasını destekleyen ABD yetkilisi bizzat bu devletin kurulmasını Siyonizm ilke ve felsefesinin sonucu olmadığını bir hakkın teslimi olduğunu savunmuştur) 

Bu cümleden olmak üzere İsrail Devletinin kurulmasında ABD ve İngiltere’nin büyük rolü ve yardımı olmuştur. 

Osmanlı İmparatorluğu (II Abdülhamid’ın Padişah olduğu dönemde ) kendi hakimiyeti altında olan bu toprakları Yahudilerin tarım yapmak yada çiftlik kurmak için satın alma taleplerini kabul etmemiş, fakat Osmanlı’nın son yıllarında 11. Aralık 1917’de İngilizlerin General Allenbey kumandasında Filistin’i işgal etmesi ile bu bölgede İngiliz askeri yönetimi başlamıştır. ABD Başkanı Wilson’un önerisiyle 1920 de kurulan Milletler Cemiyeti (BM), 24 Nisan 1920’de San Remo Konferansı’nda Osmanlı Devleti’nin Orta Doğu topraklarını yeni dünya düzeninin ürettiği manda sistemi çerçevesinde İngiltere ve Fransa arasında paylaştırmıştır. 

Böylece Filistin’de 1917 işgalinden beri süre gelen İngiliz Askeri yönetimi yerini sivil manda yönetimine bırakmıştır. Lloyd George ,Filistin’i 1920-1925 arasında yönetmek üzere aslen Yahudi olan ve Dünya Siyonist organizasyonu içerisinde aktif rol alan Herbert Samuel’i görevlendirmiştir. Bu yıllar arasında Samuel’in temel görevi 3 Kasım 1917’de İngiltere Dış işleri Bakanlığı tarafından yayınlanan ve Filistin de Yahudi Ulusal Evinin (Devletinin)kurulmasını vaat eden(destekleyen) Balfour Deklerasyonu’nu hayata geçirmek olmuştur. Bu hedef doğrultusunda hareket eden Samuel, Filistin’de Yahudi nüfusunun artmasını, ülke yönetiminde Siyonistlerin yer alması için çalışmış ve İngiliz gözetim ve himayesi altında giderek artan bir şekilde Yahudiler Filistin topraklarına yerleştirilmiştir. Bu uygulamalar bu bölgede yerleşik Arapları, Filistin halkını rahatsız etmiş, tepkilerine ve Yahudiler ile çatışmalarına neden olmuştur. Bu gelişmeleri takiben İkinci Dünya Savaşı sonrasında 1947 yılında yapılan BM PAYLAŞIM PLANINA göre yukarıda belirtildiği üzere 1948 yılında İsrail Devleti kurulmuş ve ilk tanıyan da ABD olmuştur. Türkiye bu devleti 1949 yılında tanımıştır. Bununla birlikte İsrail 1948 yılı sınırları ile yetinmemiş ve Araplar ile çatışarak, yada başka yollar ile sürekli kendi yerleşim ve nüfuz alanını genişletmiştir. 

Yukarıdan da anlaşılacağı üzere şu anki Filistin topraklarında giderek genişleyecek bir şekilde İsrail Devletinin kurulması, 3 semavi dinin kutsalı olan Kudüs’ü kendine baş şehir yaparak hakimiyeti ele geçirmesinde ABD’nin büyük desteği olmuştur. 

Daha doğrusu Muhafazakar Protestan Evanjelistler’in ve Yahudi lobisinin rolü olmuştur. ABD’eki en muhafazakar ve etkili dini gurup olan muhafazakar Evanjelistler’in diğer hususlar meyanında siyaseten de güçlü olmaları bu sonucu doğurmuştur. 

Ancak bu yardımın nedenini anlamak için Evanjelizm’i biraz daha detaylı incelememiz gerekmektedir. Evanjelizm, Kutsal kitaba yönelmek anlamında olup, kutsal kitap sadece İncil’den ibaret değildir. 

Eski Ahid olarak tanımlanan Tevrat ve Zebur diğer adıyla Mezmurlar ve Yeni Ahid olarak isimlendirilen İncil’den oluşmaktadır. Evanjelikler ABD Hristiyan toplumunun en tutucu ve radikal dinci kanadını oluşturmaktadır. Diğer taraftan Evanjelizm bazı çevrelerce Kapitalizmin gizli dini olarak kabul edilmektedir. 

Evanjelizm inancına göre Tanrının Evanjelik Protestan Hristiyanlar için uhrevi ve dünyevi olmak üzere iki planı bulunmaktadır. Uhrevi olanı cennet ve ahiret ile ilgili olup, dünyevi olan Yahudiler ile ilgilidir. Daha açıkçası Yahudiler ,vaat edilmiş topraklarda (Yani Tanrının Hz İbrahim ve onun soyundan gelenlere vermeyi vaat ettiği topraklardır-ARZ-I MEV’UD; Bu topraklar bazı kaynaklarda günümüzde İsrail ve Filistin devletinin bulunduğu topraklar olarak belirtilse de gerçekte, bunlara İlaveten Lübnan, Suriye, Irak ve Fırat havzasına kadar Anadolu’yu kısmen içine alan bölge olmaktadır.)büyük İsrail Devletini kuracaklar ve Evanjelikler buna yardım edeceklerdir. 

Böylece İsa Mesih’in yeniden yeryüzüne inmesi sağlanacak, bu sayede Evenjelikler’in kurtuluşu ahirette gerçekleşecektir. Kısaca Evenjelikler’in cennete gitmeleri, Yahudi toplumunun Kenan topraklarında toplanarak büyük Yahudi devletini yanı Tanrının krallığını kurmalarına bağlıdır. 

Tabi ABD’de Evanjelikler homojen değil heterojen bir yapıya sahiptir. Çok sayıda Evenjelist kilise bulunmakta olup inançlarında farklılıklar bulunabilmektedir. 

Örneğin Liberal Protestan Evanjelikler muhafazakarlar gibi düşünmezler Tevrat ve Zebur’a , Yahudilerin seçilmiş bir kavim olduğuna ve vaat edilmiş topraklara inanmazlar, bu inancı dinden çıkma olarak sayarlar. Ancak yukarıda da belirtildiği üzere muhafazakarlar ABD de siyasi kararları etkileyebilecek güçte bir cemaat olup, kararlar genellikle Yahudiler lehine çıkmaktadır. BM de adeta ABD himayesinde olduğundan BM kararları da ABD e dolayısı ile Yahudiler lehine oluşmakta, olumsuz olanları ABD kabul etmeyerek uygulanmasını önlemektedir. 

Şimdi ABD’nin neden İsrail’e yardım ettiği ve Uçak gemisini ve askerlerini bu bölgeye yolladığı sanırım daha açıktır. 

Ancak yukarıdaki açıklamalarımızdan tüm bu hareketlerin arkasında dini bir gerekçe olduğu düşünülse de, aynı zamanda hatta tamamen iktisadidir. İngiltere ve ABD hatta Avrupa Doğu Akdeniz’de güvenilir ve güçlü bir stratejik ortak istemektedir. Doğu Akdeniz ve Suez Kanalı en önemli deniz ticareti rotası üzerinde ve fosil enerjisi kaynaklarının çıktığı, boru hatları ile taşındığı ve geçtiği bölgede bulunmaktadır. Enerji sevkiyatı bakımından bir hub bölge durumundadır. Karbonsızlaştırma politika ve kuralları bakımından 2030-40’lara kadar popülerliğini devam ettirecek olan doğal gaz kaynakları açısından Doğu Akdeniz zengin bir bölge durumundadır. Güney Kıbrıs’ı dışarı alırsak Doğu Akdeniz, Kızıl Deniz, Basra Körfezi ve Güney Akdeniz(Kuzey Afrika)Müslüman Ülkeler ile çevrilmiştir. ABD bakımından burası böyle bırakılamaz, mutlaka bu bölgede kendine bağlı güçlü bir dost devlete ihtiyaç bulunmaktadır. 

Hele hele İRAN’ın nükleer enerji konusundaki çalışmaları , giderek güçlenen Türkiye’nin askeri silah ve ekipman üretim konusundaki gösterdiği merhale ve Rusya’nın Doğu Akdeniz’de konuşlandığı (Suriye’deki üstleri, Mersin Ak kuyu Nükleer Santrali)Rusya-Türkiye yakınlaşması dikkate alındığında… 

Batının bu yöndeki politikası yaklaşık 70 yıl önce şekillenerek İsrail’in rolü belirlenmiştir ; 

1950 yılında Türkiye’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi ve ilk 5 yılda serbest teşebbüsün katkısı ,özelleştirme ,yabancı yatırımların teşviki ,özel teşebbüse sağlanan kredi imkanları ve ekonomiye devlet müdahalesinin azaltılması, özetle liberal politikalar ile gelişen iktisadi ve sosyal hayat 1950-58 yılları arasında Türkiye’yi bölgenin yıldızı yapmış, Kore savaşına katılmamızı takiben NATO’ya kabul edilmemiz ve güçlü bir orduya sahip olmamız, iktisadi inkişafımız ABD’nin istediği yönde(İktisadi gelişmenin tarım kesimine dayandırılması) ve ölçüde olmasına rağmen ABD’yi rahatsız etmiştir. Başlangıçta Sovyetler Birliğinin Türkiye’ye karşı olumsuz tavrı ve istekleri, daha sonra bunların değiştiği dönemde ise ABD’yi kızdırmamak için Sovyetlere karşı mesafeli duran Demokrat Parti hükümeti, Kruşcev döneminde Türkiye’ye karşı Sovyet Politikasının yumuşaması ve fakat daha önemlisi ABD’den istediği karşılığı göremeyen ve ABD’nin Türkiye’ye karşı tavrı nedeni ile hayal kırıklığına uğrayan Menderes’in 1960 Temmuzunda Rusya’yı ziyaret etmeyi planlaması(Sağlık Bakanı Lütfü Kırdar’ın 1959 yılının Aralık ayında bir heyet ile Moskova’yı ziyaret etmesi) ve Rusya’dan yardım istemesi diğer hususlar meyanında ülkemizde 1960 darbesinin yapılmasına sebep olmuştur. (Daha doğrusu darbe nedenlerinden birinin de bu olduğu iddia edilmektedir.) 

Bu darbe muhafazakar kesim tarafından Palazlanan ve gelişen Türkiye’nin bölgede ABD ve İsrail çıkarları için tehdit oluşturacağı ve bu nedenle İsrail’in geliştirilerek, Türkiye’nin geriletilmesi düşüncesiyle yapıldığı şeklinde değerlendirilmiştir. Bölgede gelişen iki ülkeden İsrail’e yol verilerek Türkiye’nin aşağı çekilmesi, kısaca dallarının kesilmesi, büyümesine, dal budak salmasına imkan verilmemesi, ancak kökünün kurutulmamasına ve yaşamasına da imkan tanınması istenmiştir. Türkiye bölgede lazımdır, ancak Batı için tehdit oluşturmayan Türkiye lazımdır. Büyüdükçe budanmalıdır. İsrail ise geliştirilerek ve desteklenerek bölgede muhafaza edilmelidir. (Prf DR Sabahaddin Zaim yorumu) O gün ile bu gün kıyaslandığında Türkiye’nin geldiği nokta, bölgedeki hakimiyeti, Rusya ile ilişkileri haklı olarak ABD‘nin bölgeye gelmesinin nihai hedefinin Türkiye’mi olduğu sorusunu akla getirmektedir. Ancak ABD asla doğrudan Türkiye ile sıcak savaşa girmez, Türkiye’yi başka bir ülke ile örneğin İran ile savaştırarak her ikisini de zayıflatmayı ister. Bu ülkelerde artık bu oyunlara gelmemektedirler. 

Bununla birlikte ABD’nin İsrail’e sağladığı bu destek ve ilgi çok uzun dönemli değildir. 2050’ye kadar fosil enerjilerinin kullanımı tamamlandığında ve küresel ısınma nedeni ile giderek artan şekilde Kuzey Kutbu/Arktik deniz rotaları geliştiğinde bu bölgenin önemi Fırat ve Dicle başta olmak üzere su kaynakları ve tarım sahaları dışında kalmayacaktır. (Suez Rotasının önemsizleşeceği anlamını taşımamalıdır. Kuzey ve Güney rotalarının birleşmesi askeri açıdan önemli bir stratejik güç anlamındadır) 

Bu yüzden ABD şu an bu bölgede problem olarak gördüğü sorunları becerebilirse savaşı yaygınlaştırarak İsrail üzerinden hallederek, İsrail’i güçlendirerek onun vasıtası ile bölgeyi kontrol ederek, kendisi Doğu Asya ve Avrasya’ya odaklanmak istemektedir. Ancak ABD‘nin de 50 yıl içinde kendi içinden çökeceği ve parçalanacağı düşünülmektedir.(Büyük devletler, İmparatorluklar zaman içinde yorulurlar, mevcut ekonomik şartlar onların dünya hakimiyeti sağlama maliyetini karşılayamaz hale gelir ve içerde sıkıntılar baş gösterir ve sonunda kendi içinden parçalanırlar. Federatif yapı bu yükü taşıyamaz. ABD’ nin Kamu Borç stokunun yüksekliği ,Halkın Kongre Binasın basması, bireysel okul baskını ve katliamları, Wall Street Ayaklanması (New York Baharı), Giderek artan savunma bütçesi, askeri harcamalar, çok kutuplu dünya düzenine geçiş zorlamaları, Çin başta olmak üzere yükselişte olan ülkelerin dünya ekonomisindeki giderek artan rolü, önemini kaybetmeye başlayan USD bu surecin en önemli işaret ve bu savın argümanlarıdır.) 

Buradan da görüleceği üzere tercih dini değil çıkar odaklıdır. Kaldı ki günümüzde bilimsel olarak yapılan akademik araştırmalarda dini olarak yukarıda belirttiklerimizin tersine olarak aşağıdaki bulgular saptanmıştır ; 

1-Hz Musa’nın Yahudileri kölelikten kurtararak Mısır dışına çıkarmaları hususunda ciddi şüpheler bulunmaktadır. Bazı çalışmalara göre akademisyenlerce Yahudilerin bulunduğu bölgenin Mısır değil Kenan bölgesi olduğu iddia edilmektedir. 

2-Hz Musa’nın varlığı hususunda da şüpheler bulunmaktadır. 

3-Vaat edilmiş toprakların da yukarıda açıkladığımız bölge olduğu hususunda da tam bir ittifak yoktur. Zaten İngiltere Yahudilere bu devletin Uganda’da kurulmasını önermiş fakat Yahudiler kabul etmemiştir. 

Ancak bu inanç meselesidir. Bilmediğimiz şeye inanırız, bilsek inanmayız çünkü biliriz. İnanırız çünkü Hz Musa’nın yaşamadığını da ispat edemeyiz. Ayrıca Kuranda da yeri vardır. Biz 

Müslümanlar önceki iki semavi dinin Peygamberlerine, kitabının varlığına inanır kutsal kabul ederiz. Ancak son din olarak Kuranı esas alırız. 

Burada önemli olan Yahudiler arasında da vaat edilmiş toprakların yukarıda sözü edilen bölgeyi kapsadığı hususunda tam bir ittifakın olmamasıdır. 

4-Yahudilerin kendilerini seçilmiş ırk olarak görmesine karşın ,Uygur Türkleri de böyle düşünür, eski bir Uygur Hakanı , ‘’Madem Uygur hakanıyım, öyleyse cihanının da hakanıyım’’demiştir. 

Türlerdeki Kızıl elma daha doğrusu altın küre mit’i bir gün tüm Türk halklarının bu gün için nerede olduğu bilinmeyen bir yerde bir araya gelerek büyük Türk devletinin kurulması ve dünyaya adaletin getirilmesi ülküsüdür. Devlet adalet demektir. Daha doğrusu doğruluk ,Türkler Müslüman olduktan sonra bu ülkü Sıratı Müstakim’e dönüşmüştür. Doğruluk Allaha yönelmek demektir. (Prf Dr Teoman Durali) 

Bazı fresklerde Doğu Roma İmparatoru justinianus’un elinde üstünde haç olan bu altın küreye rastlanmaktadır. Dünya devleti kurma ülküsü ve seçilmişlik sadece Yahudilerin tekelinde değildir. 

Diğer taraftan 3 semavi dinde dünyada adaletin tesisi ve doğruluk, Tanrıya yönelme hedefken tarih boyunca din savaşları olmuş ve adaleti sağlamak uğruna adaletsizlik ve vahşet bunun yerine kaim olmuştur. 

İsrail vaat edilmiş topraklarda büyük İsrail Devletini gerçekleştirebilir mi? Geleceği söyleyebilme yetimiz olmamakla beraber tahlil yapabiliriz. 

Gerçekleştirmesini tartışmadan önce isteyip istemeyeceğini incelememiz gerekecektir. İsrail halkı 1940’lı yılların başından beri Filistin halkı ve Araplar ile savaş halindedir. Şimdi bu savaşı daha da yaygınlaştırmak İsrail ulusuna huzur ve mutluluk getirmez. Son olaylar nedeni ile İsrail vatandaşları İsrail’i terk etmektedirler. Her 10 yılda bir nesil değişmektedir. Tüm dünyada olduğu gibi İsrail’de yeni kuşaklar eski kuşakların inançlarını körü körüne desteklememekte, tartışmaktadır. Bu yeni kuşaklar İsrail de ve dünya genelinde özgürce ve huzur içinde yaşamak istemektedirler. 

İsrail’in yetiştirdiği Filozoflar, Edebiyatçılar, Bilim adamları, teknoloji üreten geç kuşakların , ordunun belli bir bölümünün bölgede yeni toprakları işgal etme hevesinde olduklarını sanmıyorum. Kısaca üreten, çalışan, düşünen İsrail halkı huzur ve barış isterken radikal sağcı kanat İsrail ekonomisine ve refahına hiç bir katkı sağlamadan yaratılan değerden pay alırken bölgedeki savaş ve huzursuzluğun itici gücü olmaktadır. 

Geleceğin mottosu, yaratım, gelişim ve değişimdir. Dünyanın yeni Lordları iyi eğitimli, zeki ve hayal gücü kuvvetli bilişim ve iletişim teknolojisine hakim gençler olacaktır. Böyle bir dünyada akli olmayan ve insanlığa refah ve barış yerine savaş ve felaketi pompalayan arkaik düşüncelerin ne kadar yeri olacaktır. 

Şu an İsrail’in uyguladığı iptidai savaş yöntemleri de ortadan kalkacaktır. Nükleer silahlar çağ dışı ve ekonomik olmayan silahlar olarak tarih sahnesinden çıkacaktır. Zaten şu hali ile İsrail’in yaptığı da savaş değil katliamdır. BM kuralları bakımında suçtur. İsrail Gazze’yi her bakımdan ele geçirse bile bütün üst ve alt yapıyı yıkıp harap ederek, insanlarını öldürüp, sakat bırakarak, bütün iktisadi değerlerini yok ederek ele geçirecektir. Kısaca yok olanı ele geçirmiş olacaktır.

Geleceğin modern savaşları ise doğayı tahrip etmeden, insanları öldürüp yaralamadan, iktisadi değerlere zarar vermeden uzaktan insanların beynine nüfus ederek onları kendi hakimiyetleri altına alarak istediklerini yaptırmak şeklinde olacaktır. 

Bu ütopya değildir. Eskiden 10 yılda bir değişen teknoloji şimdi 1 yılın altına inmiştir. 10 yıl önce acaba olurumu dediklerimiz olmuş ve günümüzde eskimiştir. Bu gerçekten hareketle İsrail’in de Hamas’ın da yaptığı sivillere saldırı nedeni ile meşru bir savaş değildir, savaş olsa bile iptidaidir. Bu savaşın kazananı da olmayacaktır. Her iki taraf da savaşı kaybetmiştir.

Aliya İzzet Begaoviç ‘’savaşı asıl düşmanlarımıza benzediğimiz onlar gibi hareket ettiğimiz zaman kaybederiz’’ demiştir. İsrail Hamas’a ve Filistinlilere karşı Nazi Almanya’sının kendilerine davrandığı gibi, Hamas ise İsrail’in kendilerine davrandığı gibi davranmıştır. 

Her iki tarafta bir sürü mazeret üretebilirler ancak sivillerin katlinin mazereti olmayacaktır. Her iki tarafta insanlığın vicdanında savaşı kaybetmenin meyanında tarih sahnesinde nefret tohumları ekmişlerdir. İkinci dünya savaşı sonrası Yahudi cemaatinin kendilerine yapılanların kınanması, lanetlenmiş kavim imajını ve Yahudi kelimesinin negatif algısını ortadan kaldırmak için haklı gayretleri ve milyarca dolarlık harcamaları sonucu elde ettikleri başarı son Gazze yıkımı ile bertaraf olmuştur. Hamas ise sivil insanlara saldırarak son yıllarda kendilerine yapılan haksız ve insanlık dışı muamelenin yanlışlığını zafiyete uğratmış, kazanamayacağı bir dalaşa girerek Masum Filistin halkının katline sebep olmuştur. 

Netanyahu namluya sürülen mermidir. Tetik çekilmiştir. Zannınca kurtuluşu savaşa devam etmesine ve başarılı olmasına bağlıdır. Bedeli ne olursa olsun hedefi budur. Ya hedefe ulaşacak ,yada telef olacaktır. Bize göre hedefe ulaşsa da ulaşmasa da sonu bir merminin sonundan farklı olmayacaktır. Mermi Ağustos böceğine benzer bir görev ifa etmek için kısa süreliğine ortaya çıkar ,sonunda görevi ifa ederek yada edemeyerek ölür. Ancak Ağustos böceğinin görevi yaşatmak, merminin görevi öldürmektir. 

KISACA ÇÖZÜM NEDİR? 

YOKTUR… 

ÇÜNKÜ BU OLAYDA AKIL DEĞİL, 

CÜRETKARLIK VARDIR, CÜRETKARLIK AKLIN DEVREDEN ÇIKMASI DUYGULARIN İNSANI ESİR ALMASIDIR. 

ÇÖZÜM AKLIN YENİDEN DEVREYE GİRMESİ İLE GERÇEKLEŞEBİLECEKTİR. AKLIN YEŞERECEĞİ, BESLENECEĞİ ALAN İSE İLİM VE BİLİMDİR. 

30 Ekim 2023 İstanbul ,

Harun ŞİŞMANYAZICI