YUNUS’UN HİKÂYESİ
Ne zamandı, sormayın hiç bana. Denizin ortasında, sadece devasa bir su kütlesi ve gökyüzüyle baş başa kaldığınızda zamanın pek de bir anlamı yoktur. Üç bin sene öncesi veya şimdi… Çok şey fark etmez; deniz aynı deniz, gökyüzü her zaman aynı yıldızlarla kaplıdır: bazen gri, bazen kara, kimi zaman masmavi bir atlas.
İsrail’in Hayfa Limanı’ndan kalkmıştık ve akşama doğru kara görünür olmaktan çıkar çıkmaz barometrenin de düşmeye başlamasıyla oldukça şiddetli bir fırtınanın yaklaşmakta olduğunun işaretleri belirmişti. Gece yarısına doğru gemi gitgide artan açılarla sallanmaya ve dalgaları dövmeye başladı. Kimsede uyuyacak hâl kalmamış; gemi personelinin bu sert havada uyumayı başarabilen birkaçı dışında hemen hepsi, kaygılı bir bekleyiş içinde, adeta cehennemden haber bekler gibi fırtınanın uğultusuna kulak kabartmıştı.
Sabahın erken saatlerine kadar fırtına aman vermedi; ancak günün ilk ışıklarıyla beraber şiddetini yitirdi ve güneş iyice yüzünü gösterdikten sonra, yalnızca fırtına sonrasının “ölü denizlerinde” salınarak İskenderun Limanı’na doğru yolumuza devam ettik.
Dün gibi aklımda hâlâ: Öğle yemeğini yedikten sonra küçük bir siesta için kamarama doğru merdivenleri çıkıyordum ki güverteden gelen feryat figan bağrışmaları duydum. Aceleyle güverteye çıkar çıkmaz gemiciler, panik hâlinde, suyun üzerindeki bir insan siluetini işaret ettiler. Makine dairesine hemen haber vererek manevra durumuna geçtik ve rotayı sudaki siluetin yakınına doğru değiştirdik. Tüm bunlar olurken, 2. Kaptan verdiğim talimat uyarınca geminin motorlu kurtarma botunu hazırlamış ve yanında güverte reisi olmak üzere motoru çalıştırıp kazazedeye doğru yola koyulmuştu bile.
Şükürler olsun, sıcak bir yaz günüydü ve gemiye aldığımız kazazedenin hipotermi nedeniyle —yani vücut ısısını kaybederek şoka girmesi— oldukça uzak bir ihtimaldi. Ancak yine de kendisini battaniyelere sardık ve sıvı takviyesi için bol su ile şekerli, sıcak çay ikram ettik. Dikkatimi ilk çeken, kazazedenin herhangi bir panik belirtisi göstermesini bir yana bırakın, aksine tamamen tevekkülle teslim olmuş bir ruh hâli içinde olmasıydı. İnsan ister istemez böyle bir durumda bir teşekkür bekliyor. Biraz kendine geldikten sonra ilk sözleri “Size de zahmet verdim, kusura bakmayın.” oldu. Bu sözler bana biraz garip gelmişti açıkçası; zira kurtulduğuna sevinen birinden ziyade, önemsiz bir iş için başkalarına sıkıntı verdiğine üzülen bir insanın ruh hâlini yansıtıyordu.
Pek de iştahla yediğini söyleyemeyeceğim akşam yemeğinden sonra, istirahat etmesi için kendisine özel bir kamara tahsis ettik. Misafirimizin bunca badireden sonra iyi bir uykuya ihtiyacı olmalıydı. Yemek ve kahvaltısını saatinde bizzat kamarasına servis etmesi için kamarota talimat verdim.
Ertesi gün kahvaltıdan sonra 2. Kaptan’ı da yanıma alarak kendisini istirahat etmekte olduğu kamarada ziyaret ettim. Giymesi için temiz elbise vermemize rağmen, kendisini denizden çıkarttığımızda üzerinde bulunan —dizlerinin altına dek inen— beyaz cüppesini herhâlde kuruttuktan sonra tekrar giymiş olmalıydı. Hâlini hatırını, kendisini nasıl hissettiğini sorduğumda doğrusu pek oralı olmadı. Belli belirsiz yüzüme bakarak, biraz da mahcup bir ifadeyle:
— “Babam onları affetmemeliydi…” dedi.
Açıkçası ne demek istediğini hiç anlamadığım gibi bayağı şaşırmıştım da. Biraz da bu şaşkınlıkla olsa gerek:
— “Babanız kim, hâlâ hayatta mı?” diye sordum.
Yüzüme sanki biraz alaycı bir biçimde baktı ama bir şey söylemedi. Aslında kendiliğinden bize hikâyesini anlatmasını bekliyorduk; zira kendini denizin ortasında nasıl bulmuş olduğu ve kurtarılma hikâyesi varış limanında mutlaka polis ve otoriteler tarafından da sorgulanacaktı.
Bir takım idari kurallar ve şirket yönetmelikleri gereğince bizim de limana varmadan kendisi hakkında resmî bir rapor hazırlamamız gerekiyordu. Batan bir gemiden kurtulan bir kazazede ya da gemiden denize düşen biri olabileceği gibi daha farklı bir hikâyesi de olabilirdi.
— “Başınıza ne geldi, anlatabilir misiniz bize?” dedim.
Oldukça yorgun ve hayatından adeta bezmiş bir ifadeyle:
— “Lütfen biraz daha istirahat etmeme izin verin.” dedi.
Kendisini zamansız yorduğumuz için özür dileyerek izin istedik ve kamarasından ayrıldık.
Akşam saatlerinde kamarot yemek salonunda yanıma gelerek, gizemli misafirimize yemek götürdüğünü ancak kapıyı çalmasına rağmen herhangi bir cevap gelmeyince dinlendiğini düşünerek daha fazla rahatsız etmek istemediğini ve yemeğini de mutfakta ayırdığını söyledi.
— “Neden hemen bana haber vermiyorsun?” diye çıkıştım kamarota; zira hâlâ sağlık durumu belirsiz olan misafirimizin durumu belki kötüleşmiş, bilincini kaybetmiş olabilirdi. Hemen kamarasına doğru koşar adımlarla gittim ve kilitli olmayan kapıyı açtım. İçeride kimse olmadığı gibi yatağı da titizlikle toparlanmış, yatak örtüsü yeni ütülenmiş gibi gergin bir şekilde serilmişti.
Genel alarmı çaldırdım ve anons devresinden tüm personele durumu kısaca izah ederek arama prosedürlerini devreye soktum. Misafirimizi —gemi kazan, biz kepçe misali— hem geminin her noktasında hem de denize düşmüş olması ihtimaline karşı rotamızı kurtarma planı uyarınca bulunduğumuz bölge içindeki beş deniz mili çapında bir daireyi kapsayacak şekilde sık sık değiştirerek, radar ekosu yardımıyla ve dürbünle gözcülük yaparak arıyorduk. İki gün boyunca hem gemiyi hem de belirtilmiş bölgeyi didik didik aradıysak da bir sonuca ulaşamadık. Gizemli misafirimiz adeta sırra kadem basmıştı.
Durumu şirkete ve yetkililere bildirdik ve ardından yolumuza devam ederek İskenderun Limanı’na vardık. Burada gemiyi ziyaret eden yetkililere yaşadıklarımızı anlattıktan sonra olay artık bizim için —en azından yasal formaliteler bakımından— kapanmıştı.
Ancak birbirimize itiraf edemesek de eminim ki 2. Kaptan da bu gizemli olaydan en az benim kadar etkilenmişti. Gemi, İskenderun’da yükünü aldıktan sonra Amerika’nın doğu kıyısında bulunan Richmond Limanı’na doğru yola koyulduk. Yolculuk yaklaşık yirmi iki gün sürecekti, bir aksilik çıkmadığı ve hava koşulları uygun olduğu takdirde. Günler birbiri ardına geçmiş ve Cebelitarık Boğazı’na gelmiştik bile. İtalyanlar Akdeniz’e “Mare Nostrum” —Bizim Deniz— derler biraz iddialı bir biçimde. Türk denizciler de Akdeniz’e “bahçe” derler her nedense. Belki de Akdeniz’i bir zamanlar adeta Türk gölü hâline getirmiş denizcilerden kalma bir deyimdir bu.
Cebelitarık Boğazı’nı geçip Akdeniz’i arkamızda bıraktıktan sonra tekrar yavaş yavaş eski rutinlerimize dönmeye ve biraz olsun bu garip olayın etkisinden kurtulmaya başlamıştık; ta ki 2. Kaptan birkaç gün sonra elinde bir kitapla köprüüstüne gelene kadar.
-
Kaptan elindeki kitabı bana doğru uzatarak:
— “Süvari Bey, ilginç bir kitap bitirdim. İsterseniz sizde kalabilir; ancak tamamını okumadan önce —müsait olduğunuzda— rica etsem 34-36’ncı sayfalara bir göz atabilir misiniz?” dedi.
— “Tamam, Chief; akşam yemeğinden sonra bir bakarım.” dedim, tam olarak neden bahsettiği hakkında bir fikrim olmadan.
Yemek sonrası kamarama çıktım; CD çalara dinlendirici bir müzik koyup kendime bir duble buzlu viski hazırladıktan sonra kanepeye ayaklarımı uzatarak keyifle kitabın sayfalarını karıştırmaya başladım. Denizcilerin en sevdiği rutinlerden biri de budur: keyifle kitap okumak. Zira denizin ortasında ne televizyon ne sosyal medya ne de gereksiz bazı toplumsal formaliteler vardır. Kitaplar ve hayal gücünüz en iyi dostlarınızdır.
Erich Fromm’un Sevme Sanatı isimli eseriydi 2. Kaptan’ın okumam için verdiği kitap. Anladığım kadarıyla kutsal kitaplardaki mesellere de sık sık yer veren bir kitaptı. Sayfalar arasında gelişigüzel gezinirken, her nedense 2. Kaptan’ın biraz endişeli biçimde bana özellikle göz atmamı önerdiği sayfalara geçtim.
Psikiyatrist, yazar ve düşünce insanı Erich Fromm
Bu bölümü sizlerle de aşağıda paylaşıyorum:
“Tanrı Yunus’tan, Ninova’ya gidip orada oturanlara kötü yoldan dönmedikleri takdirde cezalandırılacaklarını söylemesini buyurur. Yunus görevinden kaçar, çünkü Ninova halkının tövbe etmesinden ve Tanrı’nın onları bağışlamasından korkar…”
(Burada Tevrat’ın Yunus Kitabı şu şekilde yer almaktadır:)
“RAB bir gün Amittay oğlu Yunus’a, ‘Kalk, Ninova’ya, o büyük kente git ve halkı uyar’ diye seslendi, ‘Çünkü kötülükleri önüme kadar yükseldi.’
Ne var ki Yunus RAB’bin huzurundan Tarşiş’e kaçmaya kalkıştı…”
(Uzun alıntı buraya kadar devam eder…)
“O, güçlü bir nizam ve kanun duygusu olan sevgisiz bir adamdır. Ne var ki kaçarken kendini bir balinanın karnında bulur. Burada sevgisizliğinin ve dayanışma duygusundan yoksunluğun onu sürüklediği soyutlanma ve hapsolma durumu simgelenmektedir. Tanrı onu kurtarır ve Yunus Ninova’ya gider…”
(Alıntı devam eder.)
Özellikle Yunus’un gemide başına gelenlerin anlatıldığı bölümü okuyunca 2. Kaptan’ın ne demek istediği kafama dank etmişti. Bizim esrarengiz kazazede her nedense onun aklına Yunus Peygamber’i getirmiş olmalıydı. Her ne kadar saçmalık gibi gelse de bu düşünce sanki beni de etkisi altına aldı ve o gece uyumaya çalışırken acayip kâbuslar gördüm.
Ertesi gün kahvaltıdan sonra 2. Kaptan, kendisi ve benim için hazırladığı iki kahve fincanıyla köprüüstüne gelerek:
— “Süvari Bey, günaydın. Kitapta bahsettiğim bölümü okuma fırsatını bulabildiniz mi?” diye sordu.
— “Evet, okudum, Chief.” dedim. “Neyi ima ettiğini de anladım ama başımıza gelen her ne kadar esrarengiz bir olay olsa da bu çok saçma bir düşünce değil mi sence? Neticede adam neredeyse iki bin sekiz yüz sene önce yaşamış. Bizimle ne ilgisi olabilir ki hem de bu çağda?”
Aslında bir yandan ona böyle derken kafamın içindeki şeytanlar “Ha iki bin sekiz yüz sene önce ha bugün; karadan uzakta, denizin ortasında her gün aynı değil mi? Etrafında aynı koca su kütlesi… Deniz aynı deniz, yukarıda aynı gökyüzü ve aynı Tanrı. Geminin etrafında o dönemin denizcilerinin gördüklerinden daha farklı ne görebilirsin ki?” diyorlardı sanki bana. Ama yine de istifimi bozmamaya çalıştım.
— “Belki de hepimiz bir rüya gördük, Chief.” dedim.
— “Ya da belki biz yanlışlıkla onun rüyasına girdik.” dedi 2. Kaptan.
Doğrusu aradan bayağı zaman geçti; hangi yorum daha doğruydu bilemiyorum. Belki de bu dünyadan gelmiş geçmiş ve geçmekte olan tüm insanlar, hepimiz birbirimize milyonda bir denk geldiğimiz ya da hiç gelmediğimiz çok daha büyük bir rüyanın küçük parçalarıyız. Kim bilir?
Kpt. Alpertunga Anıker
Yorumlar
Kalan Karakter: