HIYAR EN NİHAYET ADINA LAYIK DEĞERE KAVUŞTU

Geçtiğimiz günler içinde kaybettiğimiz Avukat Andaç Bilgen anısına ithaf olunur.

Bildiğiniz ya da yaşadığınız üzere Türkiye’de Yıllık enflasyon %50’lere yaklaşmıştır. TÜİK verilerine göre Ocak 2022 de aylık enflasyon %11.10, yıllık enflasyon ise %48,69 olmuştur. Çarşı Pazar dolaştığımızda ise gıda fiyatları başta olmak üzere hissedilen enflasyonun daha fazla olduğu aşikardır. Hıyarın, Kabağın 32 liralara çıktığı bir dönem yaşanmaktadır. (Bu yazıya başladıktan sonra hıyarın fiyatı 46 lirayı da görmüştür) Takdir edileceği üzere hıyar ve kabak birini aşağılamak için kullanılan sıfatlardır.

Bu artan fiyatlar karşısında, artık birine hıyar diyebilmek için 40 defa düşünmek gerekmektedir. Çünkü hıyar dediğin onu övüyorsun sanıp ‘’sağ ol abi, Allah razı olsun ‘’diyebilir. Ya da mahkemede hakaret olarak değerlendirilmeyebilir. Aslında hıyar öyle bir kelimedir. Seçme demek olup, iyi anlamda kullanılır. İhtiyari yani seçimlik demektir. İhtiyar heyeti buradan gelmektedir. İhtiyar heyeti, yaşlılar, aksakallılar heyeti olmayıp, seçilmişler, seçkinler heyeti anlamındadır. Hıyar hakkı hukuk dilinde seçim hakkı demektir.

Hıyar satılırken de ‘’seçmece bunlar, seçmece’ ’den hıyara gelmişiz. HIYAR bir şeyi seçmekte, yapıp yapmamakta özgür olma hakkı demektir. Farsçadan dilimize gelen bu kelime, Türkçede, %95 su ihtiva eden bir meyveye verilen isimdir. (Bilerek meyve diyorum çünkü, domates, fasulye de meyvedir. Meyvesinin içinde ya da üstünde tohum olmayan, sap, yaprak ve soğan, patates gibi kökleri de yenen bitkiler sebze, bitkinin yenilen kısmı çekirdekli ise meyvedir. Ortada olan bitki ise enginardır. Her iki sınıfa da girebilir.)

Özetle yıllar sonra hıyar artan fiyatı ile adı ile müsemma olarak layık olduğu değere kavuşmuştur.

İşin ironi yanını bir tarafa bırakıp, ciddi konulara dönersek…

HERKESİN ENFLASYONU KENDİNE DİYEBİLİRİZ.

Bu ne demektir? Biz iktisat fakültesinde okurken mikro dersine giren hocalarım (Hepsi Rahmetli oldu; Prof. Erdoğan Alkin, Prof. Yüksel Ülken, Prof. Süleyman Barda, Prof. Nuri Karacan) cebinde bir lirası olanın buna verdiği değer ile cebinde bin lirası olanın verdiği değer birbirinden farklıdır derlerdi.

Daha açık bir ifade ile aylık kazancı 100.000 TL olan biri için hıyarın 30-40 lira olması hiçbir sıkıntı yaratmazken, 2500 lira emekli aylığı alan için bu yüksek fiyat önemli olup, bu malı alınamaz kılar. Dolayısı enflasyonist bir ortamda toplumun tüketebildiği mal türleri değişmeye başlar. Ayrıca hıyar vazgeçilemez bir meyve ya da halkın tanımı ile sebze değildir. Fiyatının artması da talebinden çok, serada yetiştirilmesi ve mevsim ürünü olmaması nedeniyle üretim maliyeti yüksekliğinden kaynaklanmaktadır. Benim çocukluğumda da bu tip mevsimi olmayan ürünlerin fiyatı yüksek olurdu. Bu nedenle yazın, fasulye, patlıcan, biber ve domates kurutulurdu. Sonradan seracılık gelişti, derin dondurucular çıktı, bu adetler şehirlerde, hatta kırsal kesimlerde kayboldu. Ancak bu ürünlerin fiyatları da alınabilir oldu.

Bu gerçekten hareketle enflasyonun sosyal etkileri noktayı nazarından gelir dağılımına göre her sosyal tabakada enflasyonun etkisi farklı olacaktır. Yaratacağı geçim sıkıntısı ya da zorluğu da sınıflara göre farklı olmaktadır.

Bu cümleden olmak üzere bir ülkede enflasyon oranı tek olmakla beraber bunun her sosyal tabakada etkisi farklı olmaktadır.

Sosyal sınıfların gelirleri içinde ağırlık taşıyan gıda, tütün, içecek, kira ve ev giderlerinde önemli fiyat artışları düşük gelir sınıflarını, yüksek gelir gurubuna göre daha fazla etkileyerek geçim sıkıntısı yaratmaktadır.

BUNA GÖRE ENFLASYON İNSANLARI FAKİRLEŞTİRİR, AİLE PARÇALANMALARINA NEDEN OLUR, TOPLUMU AHLAKSIZLAŞTIRIR. SINIFLAR ARASINDAKI FARKI ARTIRIR, FIRSAT EŞİTLİĞİNİ ORTADAN KALDIRIR, HIRSIZLIK VE GASP OLAYLARINI YÜKSELTİR. ANCAK BU ETKİ AZGELİŞMİŞ ÜLKELERDE HATTA SOSYAL DEVLET OLMAYAN ABD GİBİ GELİŞMİŞ KAPİTALİST DEMOKRASİLERDE DÜŞÜK GELİR GURUPLARINDA DAHA FAZLA HİSSEDİLİR.

Sosyal devletin görevi ise bu bozulmayı önlemek ve ihtiyaçlar piramidine göre gıda başta olmak üzere halkın ihtiyaç duyduğu temel hizmet ve malların asgari düzeyde de olsa onlara sağlanmasıdır.

BU HUSUS BİZİM ANAYASAMIZDA DA OLDUĞU GİBİ BİRÇOK SOSYAL DEVLET İLKESİNİ BENİMSEMİŞ ÜLKELERDE ANAYASA İLE GÜVENCE ALTINA ALINMIŞTIR. 1982 T.C Anayasası Genel Esaslar Madde 5

Fakat bunu yaparken, hükümetlerin bu sosyal politikaların kaynağını düşük gelir gruplarına yükleyerek ve üst gelir gurupları için tüketici rantı yaratmaması gerekmektedir.

ENFLASYON TÜKETİCİ RANTINI ORTADAN KALDIRIR

Enflasyonun olmadığı ya da fiyatlar genel düzeyinde makul artışın olduğu, dengedeki bir ekonomide, bir çok mal ve hizmet gurubu için gelirine göre denge fiyatının üstünde bu malları alabilecek ya da almaya razı olacak ve bu yüksek fiyatlarda bile bir fayda sağlayacak, tatmin elde edebilecek yüksek gelirli gruplar olabilir.

Mal ve hizmet üreticileri ise bu tüketici rantını, tüketicinin cebinde bırakmamak için aynı ürün ve hizmetlerde bazı farklılaştırmalar yaparak ve fiyatını artırarak onları bu pahalı ancak özünde pek de farklılık olmayan ürünlere yöneltmek isterler. Burada ise hakım olan psikolojik gerçekler 1) zengin kesim için bu fiyat farkının toplam geliri içinde bir anlam ifade etmemesi. 2) yine zengin kesimin daha pahalı olanı kullanarak diğer sosyal katmanlara göre sınıfsal farkını ortaya koymak, yani ayrışma ihtiyacıdır.

İşte bu nedenle bazı şekerleme, tütün ürünlerinde paket ve ambalajında farklılaştırmalar yapılarak fiyatları artırılır. Aynı şekilde bunu unlu ürünlerde de görmek mümkündür (30-35 liraya ekmek satıldığı gibi). Uçaklarda business class bu maksatla oluşturulmuştur. Eskiden benim gençliğimde vapurlarda da mevki farkı bulunması bu tüketici rantının törpülenmesi maksadı ileydi. Fakat kamu hizmetlerinde böyle bir farklılaştırmanın yapılması sosyal devlet anlayışına göre insanlar arasında gelirlerine göre bir ayrım yapılmasının uygun olmayacağı temel prensibine göre sonradan kaldırılmıştır. Buna rağmen uçaklarda dış hatlarda ve içeride belli mesafenin üstündeki rotalar için devam etmektedir.

Ancak eğer devlet bazı mal ve hizmetleri sübvanse ediyorsa, yani Devlet ve Şehir Tiyatroları gösteri ücretleri en düşük gelirlilerin bu hizmetten yararlanacağı şekilde düşük tutuluyorsa, yada devletin sağladığı ulaşım ücretleri düşük tutuluyorsa ve bu yüzden bu devlet kuruluşları zarar ediyorlarsa ancak bu zarar vergi politikası ile gelir düzeyi yüksek olanlardan alınarak karşılanıyorsa, bu düşük ücretli kamu hizmetlerinden zengin kesimin de yararlanması durumunda gerçekte bir tüketici rantı sağladığı düşünülemez. Çünkü farkı zaten vergi olarak ödemektedirler. Devlet onlardan aldığı vergi ile bu kamu hizmetlerini ya da özel sektör sübvansiyonlarını karşılamaktadır.

Ancak devlet sağlıklı bir vergi sistemi uygulamıyorsa ,kayıt dışılık o ülkede yaygınsa, vergi devletin yakaladığından alma esası ile daha çok sabit gelirlilerden alınıyorsa ve vergi gelirleri içinde vasıtalı vergiler de ağırlık taşıyorsa ,yani zengin kesim tam anlamı ile vergilendirilmiyorsa, bu durumda devletin sübvansiyonları ile ücretleri düşük tutulan mal ve hizmetler zengin kesim tarafından kullanıldığında bir tüketici rantı hasıl olacak ,devletin açıkları da çoklukla düşük gelir gurubunun verdiği vergiler ile karşılanmış olacaktır.

Bunun adil olmayacağı ise izahtan varestedir. Enflasyonist ortamda sistem varlıklıların lehine gelişmektedir. Artan mal fiyatları gelir düzeyi yüksek olanlar için bu mallara sahip olup varlıklarını koruma imkânı sağlamaktadır. (Fiyatların düşük gelir gruplarının alma imkanının üstüne çıkması nedeniyle)

Enflasyonu karşılayamayan mevduat faiz oranları bile çok parası olan için daha fazla uygulanmaktadır. Dolayısı ile enflasyon alt gelir guruplarının o ülkenin parası cinsinden likit varlıklarının da hızla değer kaybetmesine neden olmaktadır. Orta sınıf giderek yok olmaktadır. Bu ise bir ülkede, o ülkenin demokratik yapısı bakımından büyük bir sıkıntıdır. Çünkü orta sınıf bir ülkedeki demokrasinin çimentosudur.

Fakat buna karşın yukarıda açıklanan şartlar tahtında enflasyonun olduğu ülkelerde fiyatlar genel seviyesinin yükselmesi ile yukarıda sözünü ettiğimiz tüketici rantı da doğal olarak azalmaktadır. Başka deyişle yüksek gelir gurupları bu sefer bu bakımdan ters yönde etkilenmektedir. Ancak burada da bir etki sınıflaması olacak, enflasyon düşük gelir guruplarına yakın gelir sınıflarında rahatsızlık yaratsa da daha üst gelir gruplarında bu etki pek fazla olmayacaktır. Enflasyon sınıflar arasında aşağıya doğru bir kayma oluşturur.

Böyle bir enflasyonist ortamda devlet temel mal ve hizmetlerde, örneğin en basitinden elektrik, doğalgaz, suda bunları üreten firmaları sübvanse etmek sureti ile birim fiyatlarını düşürmeye kalktığında , yada hükümetimizin son aldığı kararda olduğu gibi fiyatları düşürmek için aldığı vasıtalı vergilerden fedakarlık yaptığında, bunun kaynağını iyi ve adil bir vergi politikası ile yüksek gelir guruplarını vergilendirerek sağlamaz ise bu taktirde sözü edilen yüksek fiyatları ödemeye razı olan ve bundan etkilenmeyecek üst gelir grupları için tüketici rantı yaratacaktır. Buda yine taktir edileceği üzere adil bir durum olmayacaktır.

Ülkemizde hükümet yetkililerinin beyanına göre elektrik, doğal gaz gibi temel ve zaruri ürünlerin fiyatlarındaki yüksek artış, daha önce yapılmayan zamların bir miktar normalleştirilmesi nedeni iledir. Yani hala sübvansiyon bulunmaktadır.

Esas olan bu hizmetlerin devlete mal oluş bedeli ile sübvanse edilmeden halka verilmesidir. Mal oluş bedelinin altında verilmesi kaynağının bulunuş şekline göre orta vadede bütçe açıkları ve bunun para basarak karşılanması soncu mevcut enflasyonu artırarak yine hane halkının zararına bir durum ortaya çıkaracaktır. Hem de zengin kesimler bunu rahatlıkla ödeyebilecek iken ödemeye razı oldukları bedelin altında bir ücret ödeyerek bu hizmetlere sahip oldukları bir ortamda bu durum ortaya çıkacaktır. İki Almanya’nın soğuk savaşın sona ermesi ile 1989 da Utanç Duvarının yıkılmasını takiben Ekim 1990 yılında resmen birleşme döneminde ve sonrasında Almanya bu birleşme ve için büyük bir mali külfetin altına girmiş, Doğu Alman vatandaşlarına karşılıksız para vermiş, sonuçta; Almanya’da artan para arzı ve talep ile fiyatlar genel seviyesi yükselmeye başlamıştır. Ev kiraları, ev ve araba fiyatları bir anda iki misline çıkmıştır. Ancak Alman hükümeti kamu üzerindeki finansal yükü telefon ücretlerini ve diğer sağladığı hizmetlerin ücretlerini artırarak karşılamış ve bütçe açığına sebebiyet vermemeye çalışmıştır. Normali de budur. (O dönemde Almanya’da yaşamam nedeni ile şahit olduğum gerçek iki Almanya birleşince çok sevinen Almanların, devletin sözünü ettiğim kamu hizmeti ücretlerini ve vergileri artırınca, piyasada pahalılık olunca, bu birleşmeden şikâyet etmeye başlamışlardır. Fakat bu ağırlıklı olarak genç kuşaklarda görülmüştür.)

Ancak bizim gibi kayıt dışılığın yaygın olduğu ülkelerde sosyal devlet olmanın maliyetini vergi yolu ile yüksek gelir guruplarının üstüne yüklemekte çok kolay bir husus olmamaktadır.

VERGİ DE ENFLASYON NEDENİDİR

Bilindiği üzere vergi de bir maliyet enflasyonu unsurudur. Şirketler kar oranlarını sabit tutmak için artan vergi oranlarını piyasanın müsait olması durumunda fiyatlarına yansıtmak isteyeceklerdir. Bu ise ürettikleri mal ve hizmetler bakımından pahalılığa yol açacaktır. Vergileri fiyatlarına yansıtamamaları halinde ise karları, dolayısı ile tasarruf oranları düşecektir. Bu ise zaten tasarruf oranı düşük ülkelerde sıkıntı yaratacaktır.

Belli bir gelirin üstündeki zengin kesim fiyatlar yükselse de vergiler artsa da normal kişisel harcamalarına devam edeceklerdir. Artan vergi ve fiyatlar tasarruf ve yatırımlarının miktarını etkileyecektir. Bu ise yeterli talebin olduğu bir ekonomide arzın artırılması bakımından sıkıntı yaratacaktır.

Bu nedenle yukarıda sözünü ettiğimiz vergi politikaları gelişme yolundaki ülkelerde gelişmiş ekonomilere kıyasen çok da kolay değildir. Bu sadece imkanlar açısından değil siyaseten de çok zordur. Kişi başı gelirin yeterli düzeyde olmadığı yanı halkın zenginleşmediği ülkelerde, siyasi partilerin iktidara gelebilmeleri ve iktidarda kalabilmeleri, gelir açısından zayıf olan geniş halk kitlelerine bazı imkanların sağlanmasından geçmektedir. Bunun finansmanı ise partilerin kendi imkanları ile sağlanamayacağı için ülkenin sermayedar grubu gerekli desteği sağlayacak ve iktidarın ekonomi politikaları da onların yararına olacaktır. Birçok ülkede siyasetin finansmanı noktayı nazarından bu gibi destekler yasaktır. Birçok ülkede şirketlerin aynı anda medya, banka ve diğer stratejik şirketlere sahip olması da yasaktır. Bunun nedeni ise bu şirketlerin siyasete şekil verme riskidir.

Ancak bir şeyin yasak olması onun yapılmadığı ve yapılamayacağı anlamına gelmemektedir. En gelişmiş ülkelerde bile bu yapıla gelen bir durumdur. Bu hususu konu alan pek çok Hollywood filmi vardır.

Bu nedenle de bunların olmadığı gerçek demokrasi için halkın zengin ve eğitim düzeyinin yüksek olması gerekir. Bunun olmadığı ve feodal yapının hâkim olduğu ülke ya da bölgelerde ise marabanın ekmeği ile bağlı olduğu ağaya oy atıp onu iktidara getirdiği bir demokrasi anlayışı hâkim olmaktadır. Bunun sağlıklı olmadığı aşikardır. Gerçek demokrasi ise sağlıklı büyümenin ve gelişmenin en temel unsurlarından biridir. Yani demokrasi ile sağlıklı ve sürdürülebilir iktisadi büyüme arasında pozitif bir korelasyon bulunmaktadır. Demokrasinin olmadığı ülkelerde hızla büyüyebilir, ancak bu ülkelerde zenginleşen halk değil devlet ya da devletin desteklediği sınırlı bir zümre ya da sınıftır. Ayrıca bu ülkelerde iktisadi büyüme olsa da gelişme olmaz.

Tekrar konumuza dönersek, hükümetlerin enflasyonist dönemlerde sübvansiyon ile ve hizmetlerin fiyatları üzerinden halka zaruri ihtiyaçlarını karşılamak için bir imkân yaratmak yerine gelir ve ücret politikası ile onların gelirlerini artırarak zorunlu malların gelirleri içindeki payının azalmasını daha doğrusu makul düzeye gelmesini sağlaması daha sağlıklı bir politika olacaktır. Bu yöntem yukarıdaki açıklamalarımızın ışığı altında ürünün ve/veya hizmetin fiyatını sabit tutmaktan ya da devletin dolaylı vergi gelirlerinden feragat ederek fiyatları düşürme gayretinden daha sağlıklı bir uygulama olacaktır.

Peki devlet bu maaş artışlarını nasıl sağlayacaktır. Para basarak, borç alarak, vergi gelirlerini artırıp, giderlerini kısarak. (OYSA DOĞRU OLAN EMEĞİN VERİMLİLİĞİNİN ARTMASI İLE PİYASAYA DAHA FAZLA ÜRÜN VE HİZMET SUNARAK BUNUN KARŞILIĞI OLARAK DAHA YÜKSEK ÜCRET/GELİR ELDE ETMEKTİR. Biz bunun olmadığı bir piyasa için değerleme yapıyoruz)

Gelişme yolundaki ülkelerde düşük gelirli, yüksek gelirli herkesin DEVLET VERSİN deyip, devlet kapısına gittiği bir durumda devlet bütçede neyi kimden kısıp kime verecektir. Devletin de kendi harcamaları bakımından tasarruf yapması beklenmekle beraber, ilke olarak ideal olan bu hususun gerçekleşmesi pratikte türlü nedenler ile pek de mümkün olmamaktadır. İşin ilginç yanı halk da kendi yaşamında israftan kaçınmamaktadır. Tasarruf yapılabilse bile tek başına yeterli olmayacaktır.

O zaman geriye kalan devletin gelirlerini vergi yolu ile artırmak, borçlanmak, ya da para basmak kalmaktadır. Fakat bunların sıkıntıları da yukarıda açıklanmıştır.

(Yine bu konuda kendi tecrübelerimden bir örnek vermek istiyorum. Norveç’te Denizcilik Akdemisin de okurken derse gelen hocaların hemen hemen hepsi sektörden gelen hocalar olup, çok iyi mevkide olan insanlar olmasına rağmen kılık kıyafetleri ve yaşamları öyle lüks değildi. Adamlar aynı takım elbise ya da kravat ile derse girmekteydi. Birinin ayakkabısının altı delikti. Mezun olduktan sonra Liman hocamız olan OSLO Liman başkanı bir vesile ile İstanbul’a geldiğinde, benden sonra okuldan mezun olan bir arkadaşımız hocayı İstanbul’da gezdirmiş, adama Beyoğlu’nda, Şişli’de alışveriş yaptırmıştı.

Hoca lüks mağazaları, satılan ürünleri, lokantaları, buraya gelen halkın giyim, kuşam tavır ve harcamalarını görünce, dünyanın en zengin ve gelişme yolundaki ülkelere en fazla yardım yapan bir ülkenin vatandaşı olarak ağzı açık kalmış, arkadaşa siz bizden daha zenginsiniz deyip, Oslo’ya döndükten sonra Türkiye’ye bursu kestirmişti. )

Türkiye gerçekten son 40-45 yıldır zengin bir yaşam içine girmiştir.

Halkın tümüne teşmil etmemekle birlikte, bir imparatorluk bakiyesi olarak en garibanımız bile imkanları tahtında bizim ülkemizde zengin yaşar. Burada önemli husus ise bu zenginliğin ne pahasına yaşandığı ve kaynağının ne olduğudur. 440 milyar dış borç devletin değil, herkesin borcudur.

GELİŞME YOLUNDAKİ ÜLKELERİN EN BÜYÜK PROBLEMLERİNDEN BİRİ DE BU GÖSTERİŞ TÜKETİMİDİR.

Cumhuriyetin kurulmasından itibaren oluşturulan belli ilkelere bağlı yeni bir nesil yetiştirme politikası gereği, yerli malı kullanma, israftan kaçınma, çok çalışma teşvik edilse de ,1980 sonrası birçok gelişme yolundaki ülkede olduğu gibi neo liberal politikalar gereği reklamlar, radyo ve televizyon programları ile tüketim adeta teşvik edilmiştir. Bir sürü yeni ürün yaratılarak yeni ihtiyaçlar ortaya çıkarılmıştır. Eski alışkanlıkları devam ettirmek ise zaten yaşı nedeniyle normalde pek tüketmeyen ve farklı şekilde yetiştirilen biz yaşlılara kalmıştır. Liberal politikalar Türk toplumunun sahip olduğu gelenek ve görgüyü de yok etmiş, sağlanan finansal ürün ve kredi kartları ile halk kendi gelirinin üstünde harcama yapmaya başlamış, ata sözleri artık anılmaz olmaya başlamıştır. ‘’Ayağını yorganına göre uzat’’ yerine ‘’Borç yiğidin kamçısı’’ ilkesi geçerli olmaya başlamıştır.

Daha sonra ise halk ‘’Borç yiyen kendi kesesinden yer’’ gerçeği ile karşılaşmıştır. Yukarıda da söylediğim üzere; ülkenin 440 milyar dış borcu sadece devletin değil hepimizin borcudur. Altımızdaki yabancı araba, sırtımızdaki timsahlı gömlek, bilmem ne marka çanta, gözlük, cep telefonu, ya da seyahat nedeni ile 12 ay boyunca zaten yeterli olmayan gelirinden borç ödeyen bir toplum olmaya başladık.

Yeterli bir gelire sahip olmadan üst gelir gruplarının harcama modelleri, tüketim biçimleri borç ile taklit edilemez. Bir ülkenin kültür politikası burada önem arz etmektedir.

Bu konuda yine kendi yaşantımdan örnekler vermekte bir beis görmüyorum. Eskiden kullandığımız kurşun kalemleri küçüldüğünde, onu ziyan etmemek için kamıştan yapılan aparatlar vardı. Küçülen kalem içine konarak kullanma kolaylığı sağlanır ve kalem sonuna kadar kullanılırdı. Bu kara tahta tebeşirleri içinde geçerliydi. Haydarpaşa lisesinde son sınıfta bile tahtada yeni tebeşir varken onu kullanmayıp, küçük tebeşiri kullanan, sınıfta gereksiz yere açık olan elektriği kapatan öğrenciye rahmetli hocalarımız (+) puan verirlerdi. Bu öğrencide bir alışkanlık oluşturmak niyeti ile yapılan uygulamalardı. Evde tabakta yemek bırakılmazdı. Ev hanımları dikiş, nakış bilir, bugün çarşıdan alınan çoğu şey evde pişirilir, ya da hazırlanırdı. Şimdi düğme dikimi için bile terziye gidiliyor. Çünkü doğrusal ekonomi için tüketen, sarf eden toplum lazımdır. Parası yoksa finansal sistem onlara kredi verir ve bu tüketimi yaptırır. ÜSTELİK İÇİNDE YAŞADIĞIMIZ DÜNYAYA ZARAR VERME PAHASINA.

Dünya değişiyor, teknolojide değişiyor, yeni tüketim alışkanlıkları ve kolaylıkları önümüze konuyor, tabi dünyanın gerisinde kalacak değiliz, bu imkanları komünist kafa mantığı ile lüks sayıp elimizin tersi ile itmeyeceğiz, ancak onlara sahip olabilmek için kendimizi geliştirecek, üreterek, kazanarak sahip olacağız. Vurgulamak istediğim husus budur.

PEKİ BU PROBLEMİ NASIL HALLEDECEĞİZ?

HAK EDEREK, ELDE ETTİĞİMİZ HER ŞEYİ HAK EDEREK. HEMDE YUKARIDAN AŞAĞIYA HER KESİMDE.

ENFLASYON HAK ETTİĞİNDEN DAHA FAZLA GELİR ELDE EDEN TOPLUMLARDA ORTAYA ÇIKMAKTA OLUP, O ÜLKENİN KÜLTÜRÜ, ÖRF VE ADETİ, İNANÇ YAPISI, TOPLUMUN SOSYOLOJİK YAPISI, PİSİKOLOJİK DURUMU, BULUNULAN COĞRAFYA VE GEÇMİŞ DÖNEMLERDE İKTİSADEN YAŞANANLAR İLE YAKINEN İGİLİDİR.

BU SORUN MALİYE VE PARA POİTİKALARI MEYANINDA, YAPISAL OLARAK ÜRETEREK, KENDİMİZİ GELİŞTİREREK, KENDİMİZE YATIRIM YAPARAK VE İSRAFTAN KAÇINARAK ÇÖZÜLÜR.

2011 yılında yazdığım yazılarımda dünyanın hak etmediği bir zenginlik yaşadığını, bunun gerçek olmadığını bir gün bunun biteceğini ve herkesin gerçek ile tanışacağını yazıyordum. Böyle borca dayalı bir model ile sürdürülebilir bir küresel büyüme gerçekleşemezdi.

İşte bu noktada karşımıza faktör verimliliği çıkmaktadır. Hızlı ve aşırı büyüyen bir ekonomide ortaya çıkan enflasyon nedeni ile iş gücü(emek) bunu karşılayacak ücret almaya başlamasına rağmen verimliliği artmadığından belli bir süre sonra firmaların maliyeti artmakta ve buna bağlı olarak karlılığı azalmaktadır. Böyle bir süreçte firmalar karlılıkları azaldığından yatırım yapmamaya başlamakta ve ülke resesyona girmektedir. Bu nedenle verimliliğinin artması her zaman söylediğim gibi çok önemli bir husus olmaktadır.

Daha az girdi kullanarak (ham madde, enerji vb.) aynı miktarda üretim yapmak maliyet avantajı demektir. Teknolojik gelişme daha kaliteli mal üretmek, daha az beşerî sermaye girdisi ile aynı ya da daha fazla ürün elde etmek, farklılaşma ile yeni ürünler yaratmak demektir. Rakip ülkelerin yapamadığı yüksek teknoloji ürünlerini üretmek, hem getirisi yüksek ihracat yapabilme kabiliyeti, hem de az girdi ile daha fazla üretmek sureti ile fiyatlar genel seviyesinin istikrara kavuşmasını sağlamak demektir.

Böylece hem ülke büyümekte hem de hane halkı zenginleşmektedir. Verimlilik sonucu emeğin gelir artışı nedeni ile piyasada talep artsa bile, bu artış, yükselen ürün miktarı ile dengelenmektedir.

Verimliliğin artmasında ise ARGE faaliyet ve harcamalarının ve eğitimin önemi rolü olmaktadır.

BİR ÜLKE EĞİTİM SORUNUNU HALLETMEDEN DİĞER HİÇBİR SORUNUNU HALLEDEMEZ.

Burada eğitimden kastımız talim terbiye, yani talim ile sadece bilgi verilmesi değil aynı zamanda terbiyenin yani görgü, adabı muaşeret, adap ve edebin de öğretilmesi, bunların davranış biçimine dönüştürülmesidir. Bu ikincisi toplumda bilgiden daha fazla önem arz etmektedir.

Bu sadece sosyal yaşam için değil, ekonominin işleyişi bakımından da önemlidir. Kapitalist bir ekonomide bile kapitalizmin Ortodoks ahlakı vardır. İktisadi hayatın düzenlenmesi için bu husus çok önemlidir.

Bu terbiyeyi sağlayan hususların başında gelen şey ise insanı kendi vicdanının kontrolü altına sokan ve orada yargılayan kişilik özelliğidir. Vicdan bir kavram değil, kişinin yeteneğidir. Ancak öğrenilen ve geliştirilebilen bir husustur. Burada da felsefe önemli rol oynar, din ve inancın da etkisi olmakla beraber, dinler de affetme mekanizması rahatlatıcı bir unsur olurken, vicdan daha katı, acımasız ve affedici değildir. VİCDAN HERKESİN İÇİNDEKİ ONU KONTROL EDEN DENETLEYİCİDİR.

Hükümetimizin aldığı yeni ekonomi tedbirlerinden biri de gıda ürünlerinde KDV’nin %8 den %1’e indirilmesi ve hukuk mantığı açısından ceza olarak nitelendirilebilecek normal olmayan fiyat artışlarının (kasten bu ifadeyi kullanıyorum, ekonomi literatüründe fahiş fiyat yoktur. Her fiyat da o malın bir alıcı bulunmaktadır. O fiyattan alıcısı az olur) ve etiket üzerinden yapılan oyunların kontrolüdür. (Etiket fiyatını normale göre yükseltip, indirim yapıldı diye normal fiyatın konması, miktarı azaltarak fiyatın düşürülmesinin indirim olarak sunulması vb.) Ancak KDV konusunda bu uygulamanın başarılı olunması firmaların bunu vatandaşa yansıtmaları durumunda gerçekleşecektir. Küçük esnafın kredi kartı ile ödemelerin dışında da fiş kesmesi, vatandaşın da bunu takip etmesi ile bir anlam ifade edecektir. Vicdanlı bireylerden oluşan toplumlarda devletin polisiye tedbirler ile bunları kontrol etmesine gerek olmaz diye düşünülse bile bu konuda yapılan araştırmalar tersini ortaya koymuştur. Toplum ahlaklı ve vicdanlı olacak, ancak devlet de bu konudaki kanunları taviz vermeden, kayırmacılık yapmadan uygulayacak, uygulamayanlar da cezalandırılacaktır. Bu takiplerin yapılmadığı en gelişmiş ülkelerde bile zaman içinde kanunlara uyulmasının gerilediği görülmektedir.

Ahlaklı toplum ise aileden, okula, her aşamada eğitim, olumlu örnekler, programlar ve yayınlar ile oluşturulacaktır.

GELİŞME YOLUNDAKİ ÜLKELERİN DİĞER BİR SORUNU İSE MÜTEŞEBBİS EKSİKLİĞİDİR.

Bilindiği üzere 20 YY dan sonra üretim faktörleri içine giren müteşebbis/girişimci üretim artışı ve üstelik, yenilikçi, yüksek teknoloji ürünlerini üretmek, fırsatları iyi değerlendirmek, kimsenin görmediğini görerek o alana yatırım yapmak bakımından önem arz etmektedir. Shumpeter’in deyimi ile yaratıcılık ile mevcudu değiştirerek ortaya konan yenilik ile üretimi artırarak ve rekabet imkanını geliştirerek, çalışanların da refahını artırmak ve ülkenin zenginleşmesi bunu gerçekleştirecek nitelikteki yatırımcı ve girişimciler ile olabilecektir.

Girişimciliğin ve girişimci sayısının arttırılması ekonomik ve sosyokültürel anlamda ülkelerin bölgesel, ulusal bazda kalkınmasını sağlayacak çalışmaların başında gelmektedir. Bu yönde atılacak adımlar ve uygulanacak politikalar o ülkede yaşayan toplumun bireyleri arasındaki girişimcilik potansiyelini ortaya çıkaracaktır.

Eğer girişimcilik vasıflarına sahip, rekabeti göze alabilen, yeniliklere açık, farkındalık sahibi, dışarıya açılabilecek gelişime açık kişilerse bu yönlerini açığa çıkarıp güçlü yanlarıyla ortaya çıkacaklardır (Perktaş, 2014, s.473). ( (Kaynak Shumpeteryan Girişimcilik ve 21.YY Girişimcilik Yaklaşımları Sabri Öz-Nazlıcan Dindarik-Ferdi Duman)

Bir ülkede kalite ve kantite bakımından yeterli müteşebbis yoksa yeterli ve kaliteli üretimin, iktisadi büyüme ve gelişmenin olmayacağı izahtan varestedir.

Son yıllarda özellikle 1980’dan sonra bir gelişme gösterse de bizdeki önemli eksikliklerden biri de etkin ve yeterli müteşebbis nedretidir. Bu sorunun gelecekte düzelmesi şöyle dursun artacağı hususunda endişeler bulunmaktadır. Çünkü araştırmalara göre; geleceğin, hatta bugünün yatırımcısı olacak olan Z kuşağının %73’ü fırsatını bulduğunda yurt dışına gitmeyi ve orada kendilerine bir düzen kurmayı düşünmektedir. Yani büyük bütçeler ayırarak eğittiğimiz gençlerimiz bu külfete katlanmayan Gelişmiş Batı ülkelerine girişimci ya da çalışan olarak hizmet etme arzusu içinde bulunmaktadır. Bize de Suriyeli, Afganlı ve Iraklı gençler kalmaktadır.

BU KONUYU DAHA DETAYLI İNCELEMEK ÜZERE ÖNCE; GEÇMİŞ VE HAKİKAT,

Bilindiği üzere Osmanlı ekonomisi bir üretim ekonomisi değildi. Devlet gelirleri bir imparatorluk olarak yakın bölgelerdeki toprakları ve ülkeleri ele geçirerek oradaki zenginlikleri savaş geliri olarak elde etme, ancak işgal ettiği topraklardaki yönetime karışmayarak, inançlarına da saygı duyarak onları vergiye bağlama esasına dayanmaktaydı. Yine ahitnameler ile yabancı ülkelere yıllık belli bir bedel alarak sağladıkları imtiyazlar ile (bunlar sonradan kapitülasyonlara dönüşmüştür) OSMANLI halkının ihtiyaçları karşılanmaktaydı. Halkın ihtiyaç duyduğu ürünler Adriyatik kıyılarından, Balkanlardan ve Karadeniz kıyılarından kısaca imparatorluk hakimiyeti altındaki işgal edilmiş topraklardan İstanbul’a getirilmekteydi. Osmanlıda sanayi, tarım ve ekonomik sistem orduya ve askeri güce hizmet etme esasına göre şekillenmekteydi. Çünkü geliri elde eden orduydu. Sanayide ordunun ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde oluşmaktaydı. Ordu mensupları her türlü vergiden muaf oldukları gibi orduya hizmet eden reaya da bazı vergi avantajları elde etmekteydi. Ülke içinde birçok alanda ticaret yapma imtiyazı yabancıların ve gayrimüslim tebaanın elindeydi.

Anadolu da ise Türkmenler, Yörükler bataklıkları kurutarak çeltik üretmekte ve iki farklı deve türünü çiftleştirerek (Oğuzların yetiştirdiği ve Türkmen devesi olarak adlandırılan Çift hörgüçlü Orta Asya develerinin buhur denilen erkeği ile tek hörgüçlü Arap devesinin çiftleştirilmesi ile elde edilen develer)elde ettikleri taşıma kapasitesi yüksek güçlü develer ile imparatorluğun lojistik işini gerçekleştirmekteydiler.

Birinci ve ikinci Sanayi devriminden sonra batıda demiryolu ağı ile ulaşımın gelişmesi iktisadi hayatın inkişafında ve pazar ekonomisinin palazlanmasında önemi rol oynarken Osmanlı aldığı dış borçları İstanbul’da köşk ve sarayların inşası için kullanmıştır. Demir yolunun önemini kavrayan ve ulaşım politikasının merkezine koyan ikinci Abdülhamit, bunu takiben yeni Cumhuriyet hükümeti olmuştur.

Cumhuriyet böyle bir iktisadi yapı üzerine kurulmuştur. Ancak birçok cephede savaşarak yorgun düşen, iktisadi faaliyetleri aksayan ancak tüm bu yokluklara rağmen Kurtuluş Savaşından zafer ile çıkarak Cumhuriyeti kuran ülkenin elinde ne nakdi ne de ayni sermaye bulunmamaktaydı. Bundan daha vahim olan hakikat savaşta beşerî sermayesi de yok olmuştu.

Aydın, entelektüel, okumuş genç nüfus savaşta kayba uğramıştı. Çanakkale savaşında savaşa asker olarak katılan Tıbbiye öğrencilerinin çoğu şehit olmuştu. Ülke bu savaşlarda genç bir nesli kaybetmişti. Üstüne üstlükte ülkenin ağır borçları ve yabancı devletlere verilen kapitülasyon kamburu vardı. Yeterli milli ve Müslüman müteşebbisi de yoktu. Milli ve yerli sermaye terakümü olmamıştı.

İşte bu şartlar altında İzmir Kongresi toplanmış ve bu toplantıda diğer önemli hususlar meyanında kapitülasyonların kaldırılması, milli sermayenin ve müteşebbislerin oluşturulması kararlaştırılmıştır.

Atatürk’ün devletçi bir ekonomi politikası taraftarı olduğu söylense de tersine liberal bir ekonomi anlayışına sahip olup, Türk müteşebbislerinin yaratılmasına gayret etmekteydi. Ancak bunu gerçekleştirmekte mevcut koşullar altında çok da kolay bir husus değildi. Devletin buna ön ayak olması gerekli alt yapıyı sağlaması gerekmekteydi. Devlet özel sektörün yanında ona yardımcı olmalıydı.

Özel sektörün gücünün olmadığı alanlarda boşluğu devlet doldurarak iktisadi hayatta yer almalı, bunları yapacak özel teşebbüs ortaya çıktıkça bu alandan çekilmeli, ancak devletin nazım rolü devam etmeliydi. Bu inançla yeni Türkiye Cumhuriyeti, bu işler için sermayenin öneminin bilinci içinde halkın esnafın, girişimcinin ihtiyaçlarının karşılanması, temel mal ve hizmetlerin üretilmesi için bir seferberlik başlatmıştır. Gerekli finansmanın sağlanması bakımından 1863 yılında kurulan Ziraat Bankasına ilave olarak 1930 ‘lar da yeni banka elamanlarını yetiştirmek üzere bu banka marifeti ile bir okul kurulmuş ve çok sayıda elaman bankacı olarak yetiştirilmek üzere Avrupa’ya yollanmıştır. Sanayinin finansman ihtiyacını karşılamak üzere Sanayi ve Maadin Bankası 1925 yılında kurulmuş, birçok şirkete ortak olarak kaynak sağlamış bilahare kapatılarak bu hizmetlere sonradan kurulan Sümerbank bünyesinde devam edilmiştir. 1926 yılında Türkiye’nin imarı, inşaat teşebbüslerine yardımcı olmak ve yetimlerin hakkını korumak üzere, Emlak ve Eytam Bankası kurulmuştur. 1924 yılında İş bankası kurularak ticaret yapan girişimcilere, ithalat ve ihracat şirketlerine yardımcı olmak için finansman alt yapısı tesis edilmiştir. 1930-38 arasında ise M.Bankası, Sümerbank, Etibank, Denizbank , İller Bankası (Belediyeler Bankası), Esnaf ve sanatkara destek olmak üzere Türkiye Halk bankası kurulmuştur.

Ayağında çarık, sırtında mintan kalmayan halkın bu ihtiyacını karşılamak ve diğer sanayi yatırımları için Sümerbank, Madenlerin işletilmesi için Etibank, Küçük esnaf ve sanatkâr için Halk bankası, Belediye hizmetlerinin finansmanı için İller Bankası, denizcilik sektörü için Denizbank kurulmuştur.

Bu kamu kuruluşları gerçekten çok başarılı olarak çalışmış bir taraftan halkın, temel ihtiyaçlarını karşılarken diğer taraftan istihdam imkânı ve ülkenin ihtiyacı olan beşerî sermayenin oluşturulmasını gerçekleştirmişlerdir. Devlet kuruluşları adeta özel sektöre nitelikli yetişmiş elaman sağlama kurumları olarak Türk ekonomisinin gelişmesine katkı sağlamıştır. Büyük İktisadi Buhran ve İkinci Dünya savaşı sırasında özel sektör müteşebbisleri ve çalışanları bundan ziyadesi ile etkilenirken, devlet memurları, zaten bir ayan ve bürokrat demokrasisi olan ülkede maaşlarını almaya devam etmiş, devlet kendi memurunu kollamış ve korumuştur.

Ülkenin genetiğindeki devlet memuru olma arzusu o yıllarda başlamış, daha sonra da yönetenlerin ve millet vekillerinin devlet memuriyetinden gelme olmaları nedeni ile devlet memuru olma hep ayrıcalıklı ve arzu edilen bir iş alanı olmuştur.

Sözde demokrasiden elektral demokrasiye geçilen 1950 sonrasında ise bu kamu kuruluşları yavaş yavaş siyasi müdahaleler ile bozulmaya başlamış, sonraki yıllarda ise siyasi partilerin iktidara geldiklerinde destekçi ve yandaşlarına iş imkânı sağladıkları, liyakatin askıya alındığı, finansal bağımsızlığı olmayan yapılara dönüşmeye başlamıştır. Daha da ötesinde bu kamu kuruluşları, KİT ve BİT’ ler ile çalışarak sermaye oluşturan müteşebbislerin yaratılmasına vesile olmuştur. Devlet ihalesi kovalamak, devlet ile çalışmak müteşebbislerin tercihi olmuş kitlerin zarar etmesi pahasına devlet ile iş yaparak palazlanan yeni müteşebbisler ortaya çıkmıştır.

1980 sonrası Sn. Özal ile ülkede liberal politikalar uygulanmaya başlamış, yerli şirketlerin himaye edilmesi yavaş yavaş kalkmış, kamu kurumları rehabilite edilmiş, kamu kurumlarındaki siyasi yandaşlık en aza indirilerek liyakat öne çıkmaya başlamış ve ilginç bir şekilde özel sektörün ehil, mesleğinde başarılı yöneticileri ve çalışanları devlete gelmeye başlamıştır. Başka bir deyişle emeğin kamu-özel arasındaki seyyaliyeti bu dönemde tersine dönmüştür. Bu Sn Akbulut döneminde de devam etmiş, sonra yeniden bozulmuş, daha sonra ise 57.ci hükümet döneminde kamu kurumlarında işe girme sınava tabi tutularak liyakat ve ehliyet önem taşımaya başlamıştır. 1998 yılında kamu kuruluşlarında torpili kaldırmak üzere başlayan personel reformu çalışmaları sonucu önce Devlet Memurluğu Sınavı (DMS)uygulanmış, bilahare KMS (Kurumlar için Merkezi Eleme Sınavının), daha sonra ise bunların birleşimi olan KPSS (Kamu Personeli Seçme Sınavı) 2002 Mart ayında uygulamaya konmuş, 6-7 Temmuz 2002 de ilk sınav yapılmıştır. O zamandan bu zamana bu uygulama son yıllarda bazı eleştirilere muhatap olarak devam etmektedir.

Yine 2002’den sonra AVRUPA birliği kriterleri dikkate alınarak, kamu borcunun GSYIH’nın %60 dan, bütçe açıklarının ise %3’ten fazla olmamasına dikkat etmek üzere hükümet bütçe disiplini içerisinde yapamayacağı yatırımları kamu –özel sektör ortaklığı, yap işlet devret modeli ile özel sektöre yaptırmış, ancak devlet olarak bu özel şirketlerin yapacağı yatırımlar için aldıkları döviz cinsinden kredilere garantör olmuş, yatırımların fizibıl olması için ise gelir garantisi vermiştir. Birçok kamu şirketinin kullanım, işletim hakkını da belli süreler için özel şirketlere devretmiştir. (Yerli, yabancı, yerli/yabancı ortaklığı olan şirketlere) Mülkiyetini devretmeden özelleştirme olarak tanımlayabileceğimiz bu yöntem ile devlet hem önemli bir gelir elde etmiş, hem de bu kurum ve kuruluşların bütçe üzerindeki yükünden kurtulmuştur. Hem de bu şirketlere yatırım ve tesislerin rehabilite edilmesi şartını koymuştur.

Ancak bunların kendi kontrollerinde kalması halinde elde edeceği gelirlerinden ve rasyonel şekilde kullanıldığı, rehabilite edildiği, finansal ve idari özerkliğe kavuştukları taktirde sağlayacağı önemli karlardan mahrum kalmıştır.

Kamu- Özel Şirket ortaklığı ile yapılan alt yapı yatırımlarında ise neredeyse Cumhuriyetin 100.cü yılına yaklaştığımız bir dönemde bu hizmetlere talip şirketlerin gerekli sermaye teraküm ve temerküzünü gerçekleştirememeleri yüzünden yatırımın büyük bir bölümü için dış kaynağa bağlı olmaları nedeniyle finansal kuruluşlar karşısında devlet garantisine ve yine devletin gelir garantisine ihtiyaç duymuşlardır. Sonuç olarak devlet şeklen yatırımcı olarak gözükmese de, risk üstlenen ve umulan gelir sağlanamadığı taktirde bunun maliyetini karşılayan olmuştur. Üstelik döviz ile borçlanarak bu yatırımları yapan şirketlerin, Türk lirasının yabancı paralar karşısında değer kaybetmesi ile tl bazında borçları ve yatırım maliyetleri artmıştır. Bu durum bu şirketlerin varlıklarını sürdürebilmeleri ve devletin garantör olduğu borçlarını ödeyebilmeleri için artan maliyetler karşısında ücretlerini artırmaları kaçınılmaz olmuştur.

SONUÇ itibari ile özelleştirme ve bu tip yap –işlet devret, ya da kamu –özel şirket ortaklığı yatırımlarından murat edilen fayda halkın ve iş aleminin ihtiyaç duyduğu hizmet ve ürünlerin sağlanması ama daha önemlisi bunların devlet tarafından yapılması durumuna göre daha ekonomik olarak yapılarak uygun koşullarda ve daha etkin olarak onlara sunulması gerekirken, bir çok alanda böyle olmadığı görülmüştür. Buda doğal olarak halkın ve iş aleminin şikayetlerine neden olmuştur.

Örneğin liman hizmetlerinde artan liman hizmeti ücretleri nedeniyle ithalat ve ihracatçılarımızın şikayetlerine neden olmuştur.

Bu bölümde uzun uzun bu konuya yer vermemizin nedeni ne kamuyu, ne de özel şirketleri yermek olmayıp, Cumhuriyetten bu yana hala yeterli sermayeye, bankabiliteye, sahip müteşebbisleri yaratamamış olmamız ve hala bunların tek başlarına bu yatırımların altından kalkamamış olmalarıdır.

Bundan daha önemlisi belki de bu bölümde asıl olarak ortaya koymak istediğimiz husus Türkiye’de gençlerin gelecek tasavvurlarında iş adamı olma hayal ve idealinin olmamasıdır. 72 yılı bulan yaşamımda ben demir çelik üreticisi olacağım, ya da kimyasal üreten fabrika kuracağım veya dış ticaret yapacağım diyen bir çocuk ya da genç görmedim. Çocukların hayali, doktor, mühendis, polis, devlet memuru, avukat gibi meslekler olup bunların hepsi iş bulunduğu taktirde maaş olarak gelir elde edilen mesleklerdir. Z kuşağı yaratıma değer veren, yenilikçi ve bizlere göre daha özgür ve öz güvenli, ayrıca bilişim ve iletişim konusunda bizlere göre çok ileri olmakla beraber. Bu kapasiteleri birkaç olumlu örnek dışında yaygınlaşmamaktadır. Daha önemlisi ise yukarıda da açıklandığı üzere bunların ülkede kalma niyetlerinin olmamasıdır.

Oysa bugün küresel manada başarılı iş adamlarının çoğu Harvard da okuyarak okulu yarıda bırakanlar dahil girişimci ruhu olan kişilerdir. Bunlar bilim ile girişimciliği birleştirmişlerdir. Türkiye’de de sınırlı ve lokal düzeyde de olsa özellikle finans sektöründe, bilişim, iletişim, savunma sanayi ve hizmet sektöründe böyle örneklere rastlanmıştır. Ancak yaygınlaşmamış, ölçekleri büyük olmamıştır. Bir Facebook, Microsoft, Alibaba ve Tesla yaratılamamıştır.

Bizimki gibi Farsız modelini benimseyerek katı disiplin ve mükemmeliyetçiliğin hâkim olduğu, hatadan not kırıldığı, doğruyu değerlendirmek yerine hatayı değerlendirerek not verilen eğitim sisteminde (Bizim yetiştiğimiz dönem böyleydi.) müteşebbis ruhu oluşmaz, sıfır risk ile yaşamak isteyen bir memur sınıfı oluşur. Böyle bir eğitimden şövalye ruhunun çıkmayacağı izahtan varestedir. Müfettiş olan adamdan da iyi yönetici olmaz. Müfettiş defans oyuncusudur, yıllarca gol yememeye odaklanmıştır. Bizim ofansif oynayan golcülere, pastayı büyütme gayreti içinde olan gençlere ihtiyacımız bulunmaktadır.

Girişimci olmak klasik yaklaşım ile cesaret ister bu ise kişinin karakteri ve yapısı kadar yetişme şartlarına ve ortamına da bağlıdır. Baskıcı, yarışmacı, mükemmeliyetçi eğitim modellerinde öğrencilerde endişe ve kaygı artar. Karar vermede zorlanan, kaygılı insandan yatırımcı çıkmaz, çıksa da başarılı olamaz.

Aslında girişimci tanımı da tarih içinde değişmiştir. Önceleri asıl olan cesaret ve girişimci ruhu olurken, bunun yerini daha sonra yaratıcılık, piyasayı okuyarak fırsatları görmek ve yaratım öne çıkmaya başlamıştır.

SONRA; MÜTEŞEBBİS KONUSUNDA İKTİSAT LİTERATÜRÜ YANİ KİTAP NE DEMEKTEDİR.

Bu konuda öne çıkan iktisatçı Schumpeter’dir.

1934’lerde Schumpeter girişimciyi yenilik yapan ve yeniliğe uygun teknolojiler geliştiren kişi olarak tanımlamıştır. Yaratıcı yıkım kavramını ortaya koyan Shumpeter’e göre girişimci yenilik ve yaratım ile mevcudu kökünden değiştirerek onun üstüne yeniyi koyarak üretimin ve refahın artışını sağlamayı ileri sürmektedir. Shumpeter’in teknolojik gelişimi mevcud sistemin teknolojik gelişme ile inkişafı değil tamamı ile yeni bir ürün ya da üretim sisteminin ortaya konmasıdır. Shumpeter’e göre modern girişimcinin tanımı ‘’Girişimci ekonomik gelişmenin altında yatan güçtür. Aynı zamanda toplumdaki değişimi gerçekleştiren kişi ve kurumlardır.’’ Şeklindedir.

Shumpeter girişimci olmanın temelinde yenilik, yaratıcılık ve değişim yaratmanın önemini vurgulayarak girişimcinin yalnızca yenilik faaliyetleri yaparak bu faaliyetleriyle mevcut kaynakların birleşimindeki yenilikten söz etmektedir. 1961 yılında McClelland faal olan, ılımlı, riskleri üzerine alan kişi olarak girişimciden bahsetmiştir. 1964 yılında gurulardan biri olan Peter Drucker, girişimciyi fırsatları en üst düzeye çıkarıp onlardan yararlanan kişi diye nitelendirmiştir. Vesper her kesimin girişimciyi farklı algıladığını bir ekonomistin, psikoloğun ya da iş adamının değerlendirmesinde değişiklikler olduğunu gözler önüne sermiştir. Hisrich 1985 yılına gelindiğinde girişimciyi detaylandırarak zaman ve emek harcayarak farklı değerler ortaya çıkaran, çeşitli riskleri alan, sonunda maddi ya da manevi getiri sağlayan kişi olarak tanımlamıştır. Son yüzyıllarda ise Busenitze’ye göre girişimci ekonomik refahın ortaya çıkmasında en büyük rol oynayan kişi diyerek açıklamıştır İnsanlığın var olduğu zamandan günümüze kadar rol almış olan girişimcilik kavramı insanlığın gelişmesinde etkili olan bir olgudur (Kaynak Shumpeteryan Girişimcilik ve 21.YY Girişimcilik Yaklaşımları Sabri Öz-Nazlıcan Dindarik-Ferdi Duman)

21. YY da girişimciliğinde ise Eskiden cesaret ve risk üstlenmek ana unsur ve fırsatları görüp risk alan kişiler girişimci olurken günümüzde, daha ılımlı bir şekilde risk alan gözlem yapıp bilgiyi kullanarak akılcı kararlar alan yaratıcılığını harekete geçiren kişiler girişimci olmaktadır. Bilgi toplumu sanayi toplumunun aksine daha çok bireyselliği, adami merkeziyetçiliği, kültürel açıdan yerelleşmeyi ve mistik eğilimleri içermektedir. Sürekli değişim ve gelişim içerisinde olan yenilikler ile desteklenen, kendisini yenileyen bir anlayış hâkim olmaktadır. Küresel dünyada rakiplerinden bu yenilikler ile ayrılmayı becerebilen girişimci kavramı ortaya çıkmaktadır.

Bu konuda yatırımcı davranışları ise Davranışsal Ekonominin ilk temellerini atanlar olarak kabul edilen ve psikoloji çalışmaları yapan iki bilim adamı olan Daniel Kahneman ve Amos Tversky tarafından özellikle rasyonel olmayan yatırımcı davranışları noktayı nazarından incelenmiştir. Bu ikili çalışmalarını BEKLENTİ TEORİSİ –Risk Altında Alınan Kararların Analizi adlı makaleleri ile yayınlamışlardır. Bilahare bu iki Psikoloğun çalışmalarını Davranışsal ekonomi bakımından 1980 yılında Richard Tahaler, daha sonra ise Charles R. Walfreen ele almıştır.

Girişimcilik 20 YY’a kadar üretim faktörleri içinde yer almazken artık üretim faktörü hatta diğerlerine göre daha önemli olduğu kabul edilmektedir.

Üretim faktörleri içinde beşerî sermaye, kapital, doğal kaynaklar önemlidir ama bunlar kadar önemli olan, bunları birleştiren ürüne dönüştüren müteşebbis yani girişimcidir. Sözü edilen üretim faktörlerinin her biri başlı başına değer olmakla berber, onları bir araya getirerek başka bir forma ve yüksek değere dönüştüren müteşebbis olup, ülkenin iktisadi büyümesi ve refahı bakımından büyük rol oynar.

SANIRIM ÜLKEMİZDE SORUN SADECE SERMAYE YA DA BEŞERİ SERMAYE YETERSİZLİĞİ DEĞİL AYNI ZAMANDA GİRİŞİMCİ EKSİKLİĞİ VE HALKIN ÇOKLUKLA MEMUR YADA SABİT ÜCRETLİ ÇALIŞAN OLMA SEVDASIDIR. BURADAN FERDİ VE TOPLUMSAL REFAH VE ZENGİNLİK ÇIKMAZ. ENFLASYONDAN KÖTÜ ŞEKİLDE ETKİLENEN, KRİZLİ DÖNEMLERDE İŞSİZ KALAN, NORMAL ŞARTLARDA AYIN SONUNU GETİREMEYEN BİR TOPLUM OLUŞUR.

Tabi bir topumda herkes yatırımcı, girişimci olmayacaktır. Bir ülkenin her kesimden ve meslekten insana ihtiyacı olup, hepsi değerlidir. Vurgulamak istediğim toplumumuzda yaygın olan risk üstlenmekten çekinen maaşım, işim belli ve garanti olsun, maaş az olsa da toplum için bir fayda yaratmasam da sorun olmaz diyen ekseriyettir. (Çünkü bir çok Kamu Kuruluşunda eskiye göre azalsa da ihtiyaçtan fazla elaman yani aylak kapasite bulunmaktadır.)

Şimdi bazılarının sermaye olmadan nasıl müteşebbis olunuyor diyenleri, bu savımı eleştirenleri tahmin edebiliyorum. Günümüzde şikâyet olarak ileri sürülen hususlardan biri de budur.

Ancak artık beceri, kabiliyet, yaratım sermayeden daha önemli olup, bugün dünyanın en zenginleri sıralamasındaki kişilerin önemli bir bölümü sermaye sahibi değil yetenekli, yaratıcı, yeni fikirleri olan, farklı düşünen çalışkan ve cesaretli kişilerden oluşmaktadır. Oysa biz her yeni şeyi ‘’eski köye yeni adet mi getiriyorsun’’ ya da mevcudu değiştirmekten korkarak bir yenilik teklifini ‘’otur oturduğun yerde başımıza icat çıkarma ‘’diye eleştirmiyor muyuz?

Üniversiteler ve akademiler bilgiyi, bilginin mevcudiyetini, nereden elde edileceğini öğretmekte nadir de olsa yeni bilginin üretimini sağlamakta ancak pazarlanabilir bilgiyi üretmekte, bilmekten daha önemi olan yapmayı göstermekte birçok branşta geri kalmaktadırlar.

MIT ve HARVARD gibi üniversiteler zengin finans kaynakları ve aldıkları devlet ve özel kesim destekleri ile fakültelerinde araştırma enstitülerinde doktora tezleri ile toplumun ihtiyaçlarını karşılayan, fayda temin eden pazarlanabilir, değere dönüştürülebilir bilgi üretmekte öğrenciler melek yatırımcıların sağladığı kaynaklar ile kısa sürede çok büyük şirketlerin sahibi ya da ortağı olabilmektedir. Dolayısı ile sonuçta ülke zenginleşmektedir.

Türkiye’de bu gibi ya da buna benzer üniversite sayısı son derece sınırlıdır. Bu okullarda okuyanlar sadece zengin çocukları değil yetenekli çocuklardır. Layığı veçhile değerlendirilebilen Bir yetenekli çocuk, çok ulusu bir şirket kadar değer yaratabilmektedir.

SONUÇ:

Bu yazımda klasik iktisat teorileri ve çözümleri yerine daha pragmatik, hayatın içinden örnekler ile birçok sorunun ana nedeninin yüzeyde değil derinlerde olduğunu ortaya koymaya çalıştım. Mesele sadece ekonometrik modeller ile çözülebilecek hususlar değildir. Artık günümüzde ekonomiyi Sosyoloji ve Psikoloji biliminin gerçeklerinden özellikle mikro ekonomi bakımından soyutlamayız. Ekonomi ile Psikolojiyi bir arada ele alan davranışsal ekonomi çalışmaları giderek gelişmektedir. Bu alanda çalışanlar Ekonomi Nobel ödüllerini almaktadırlar. Detay için İktisatta Davranışsal Yaklaşımlar kitabını okumakta fayda bulunmaktadır.

Buna ben toplumun örf ve adetini, kültürünü, sosyolojik yapısı ve iktisadi tarihini de ekliyorum. İktisat kuralları tektir, ancak onların uygulanacağı toplumların özellikleri çok çeşitlidir.

Bu işletme yönetimi bakımından da önem arz etmektedir. Amerikan halkına göre oluşmuş şirket yönetim bilgisi ve kuralları, ya da Japonya’nın kendi kültürüne göre ve Japon toplumunun yapısına göre oluşturulacak bir yönetim anlayışı Nijerya’da ne derece uygulanabilir olacaktır.

Dolayısı ile her ülkenin enflasyonun nedeni de çözüm çaresi de kendine göredir. Bunun için ise asıl sorunu görmek ya da bulmak için ‘’deep diving’’ yapmak gerekir.

SON SÖZ HER ÜLKENİN ENFLASYONU KENDİNE GÖREDİR.

Yazan: HARUN ŞİŞMANYAZICI / Ekonomist

Ekonomi yazıları 16.02.2022 İstanbul.

Not: Geçtiğimiz günler içinde vefat eden rahmetli Avukat Andaç Bilgen bir dönem beraber çalıştığımız D.B Deniz Nakliyatı A.Ş tedrisatından geçmiş, Türk Deniz Hukuku camiasında tanınan ve sevilen değerli bir kardeşimizdir. Ruhu şad, mekânı cennet olsun