Önce Çin modeli, şimdi Türk modeli. Gerçekte ise akıntıda seyir

Son günlerde gündemden düşmeyen Çin modelinden anladığım, yabancı yatırımcılar için Türkiye’de asgari ücret ve diğer maliyetler o kadar düşürülecek ki başta Avrupa olmak üzere tüm dünya üretim için “uzak” Çin’e gitmek yerine “yakın” Türkiye’yi tercih edecekler. Böylece çalışmak için can atan ülkemizin milyonlarca insanı tezgah başına geçecek ve Türkiye şaha kalkacak. Şimdilik Çin modeli gündemden düşse de açıkçası, bunun fazlasıyla iyi niyetli bir proje olduğuna inanıyorum.

Bunun belirgin üç nedeni var.

Birincisi Çin ile aynı teknolojik altyapıya sahip değiliz. İkincisi biz Çin’e yatırım yapmış isimleri çekerken bu ülkenin boş duracağını beklemek saflık olur. Üçüncüsü ise insanımızın çalışma eylemi ile kurduğu ilişki. Öyle veya böyle kısa dönemlerle olsa da iyi yaşamış insanlardan sıfırdan başlamalarını. İstemek kabul görmeyecektir. Artı çalışmasına rağmen karşılığını alamayan veya alamayacağına inanan insanların çalışma kültürünün zedelenmesi ve kuşak geçtiğinde de çalışmamanın kronik bir toplumsal sorun haline gelme tehlikesi. Bugün, gençlerimizin iş beğenmediğinden yakınanlarımız var ama belki de gençlerimiz çalıştıklarında da yeteneklerine değer verilmeyeceğini ve yaşamaları için gerekli asgari kazancı elde edemeyeceklerine inanmıyor olabilirler.

Ağır ağır başlayalım.

Paranın farkına varmak

Öncelikle Çin tam kapalı toplum ve ekonomisini dünyaya açma sürecini bizim gibi birden bire değil; ağır ağır ve toplumun tamamına yayarak gerçekleştirdi.

Böylece bir anda zengin olan ve para kazanmanın değerini bilmeyen şımarık bir zengin kitlesi yerine, imza attığı icatlar para eden sermaye sahipleriyle beraber; para kazanma kültürü oluşmuş ve refah seviyesi hazmederek yavaş yavaş artan bir toplum inşa etti. Çinliler adım adım gelişmenin nasıl olabileceğini yaşayarak görmekle beraber, üreticileri de gelen talebi sağlıklı şekilde karşılamaya hazırlandı.

Bir milyoncu dönemi

Çin’de bundan 30 sene önce aylık 17 dolar olan asgari ücret ağır ağır ama emin adımlarla 360 dolara kadar çıktı. Yine 20, 30 sene önce ürünlerini önce “bir milyoncular”da görmeye başladığımız ve kalitesiz olarak tanımladığımız Çin’in bugün geldiği noktayı düşünün. Dünyanın en büyük markalarının üretimine ev sahipliği yapmaları bir yana, uçaktan elektrikli otomobile; bilgisayardan kameraya kadar yeril ve milli üretim yapabiliyorlar ve dahası çok rahatlıkla alıcı bulabiliyorlar.

Kendine çek sonra öğren.Peki nasıl oldu da Çin bu noktaya gelebildi?

Başta işçi ücretleri olmak üzere düşük maliyetler ve teşviklerle dünya markalarını kendilerine çektiler. Sonra o ürünleri kopyalayarak devasa bir taklit sektörü yarattılar. Ardından da bu markaların üretim için Çin’e getirmek zorunda oldukları know-how dediğimiz bilgi ve tecrübe birikimine ulaşarak kendi markalarını inşa etmeye başladılar.

Gelinen noktada ortalama bir Çinli, ülkesinin hangi zorlu şartlarda milli bir ekonomi kurduğunu içselleştirdi ve artık biliyor ki, ekonomik olarak katma değer yaratacak bir icata imza attığı anda Çinli bakanın yeğeni değil, kendisi tercih ediliyor. Bu da hem kendisine hem de devletine güvenini yükseltiyor.

Ekonomisiyle beraber kültürünü ve dijital hayatını da de sağlam temellere oturtan Çinliler kendi sosyal medya kanalları dışındakilerine ihtiyaç bile duymuyorlar. Böylece küresel ticaret savaşlarında sosyal medya kanalları üzerinden yapılabilecek manipülasyonlara karşı bile korunuyorlar.

İthalata bağlı ihracat

Türkiye’de Merkez Bankası’nda dolar var mı yok mu tartışması yapılırken Çin’de an itibariyle 3.2 Trilyon Dolar’dan fazla rezervi bulunuyor.

Türkiye’nin, 100 dolarlık ihracat yapabilmesi için 60 - 65 dolarlık ithalat yapması gerekirken, Çin’de bu oran yüzde 4 seviyelerinde geziniyor.

Çin’in dünyaya uzak olması ve üretimden gelen gücü nedeniyle bu ülkedeki yönetim sistemi veya demokrasi ortamı müşteri ülkeler tarafından tartışılmazken, konu Avrupa’nın dibinde Türkiye olunca ister istemez gündeme geliyor. Çünkü Avrupa biliyor ki, Türkiye’de değişen yönetim veya nüfus tercihleri kısa sürede onları da etkiliyor.

Ne verirsen onu aldılar

2000’lerde ABD’de faizlerin düşmesiyle beraber dünya turuna çıkan yaklaşık bir trilyon dolar, ülkelerin önceliklerine göre yatırıma dönüştü. Malezya ve Hindistan gibi ülkeler bu gelen sıcak parayı bilişim ve yazılım sektörü ile karşılarken, Güney Kore gibi ülkeler orta ve ağır sanayinin kapılarını açtılar. Çin aynı süreyi birikmiş tecrübesinin yanına ucuz iş gücünü koyarak her türlü üretim olanağı olarak pazarladı. Türkiye ise ne yazık ki yol, köprü ve konut gibi haşmetli ve çok büyük gibi gözüken fakat geri dönüşümü ve katma değer yaratma sürekliliği bulunmayan yatırım araçlarıyla ve aynı zamanda faiz, borsa ve döviz gibi paradan para kazanmaya müsait ama kırılgan bir piyasayla karşıladı yabancı sermayeyi. Yabancı yatırımcılar üretim gibi yorucu bir sürece girmek yerine paralarını bankalarda değerlendirdiler. Dolayısıyla, üretime katılarak istihdam ve katma değerle beraber vergi de üretmediler. 

Ekonominin değişik alanlarında yaratılması gereken katma değer üretime değil, taşa toprağa sıkıştığı için bugün yüksek ev fiyatları ve kiraları konuşuyoruz. İnsanlar üretime yönelik bir alana yatırım yapmadıkları için ellerinde fiyatlandırabileceklerleri sadece taşınmazları kaldı.

Türk ekonomisinin geldiği noktada Honda bile 24 yıllık Türkiye fabrikasını kapatmak zorunda kaldı.

Türkiye Malezya olur mu?

Geldiğimiz noktada, Kore savaşı sırasında Türkiye’nin 40 yıl gerisinde kalan Güney Kore bizi sollarken, Malezya ve Hindistan sadece 2020’de dünyaya 22 milyar dolardan fazla yazılım sattı. Önümüzdeki iki yılın sonunda Türkiye’nin turizmden elde ettiği geliri yakalayacağına kesin gözüyle bakılıyor. Daha 15 yıl önce, “Türkiye dini bakımdan Malezya mı olacak?” diye tartışıldığını da hatırlatalım.

Hazır olmadan girilen rekabet

Bugün refah seviyesini, gelecek kaygısı gütmeden sürdürülebilir hale getirmiş olan toplumların istisnasız hepsinde üretim ve dolayısıyla para kazanmada hazım süreci çok sağlıklı bir şekilde gelişti, gelişmeye de devam ediyor.

Yıllar önce, yerli üretici rekabete hazır değilken gümrüklerin açılması ve üzerine üzülerek yazıyorum ki “yabancı malı iyidir” algısıyla “yarınlar yokmuşçasına tüketim” bizi bugünlerle tanıştırdı. Türk ekonomisinin planlanmadan dışa açılmak, beraberinde ithalatçıların elinde oyuncak olan bir ülkeyi getirdi. Aynı çizgide, Çin’den bir TL’ye mal alıp burada 10 TL’ye satmanın adı girişimcilik, bunu yapanlara da iş insanı denildi. Oysa bunun gerçek adı tüccardı. Bütün bu sürecin sonunda, “basmadığım parayı kazanmak ekonomiyi büyütüyor” söylemini tamamen unuttuk ve bugün Türkiye’ye döviz girebilmesi için elimizden geleni yapıyoruz. Ne yazık ki, emeksiz zenginlik yemeksiz bir dünyanın da kapılarını açtı ve bunun acısını şu an hepimiz yaşıyoruz.

Tereciden tere çalabilmek

Bir de tabi işin şu tarafı var. Türkiye olarak, hali hazırda dünya çapında toptan üretim tekelini elinde bulunduran Çin’in hangi üretim alanındaki gücünü kırıp elinden alacağız. Bunun için Çin’de olmayıp Türkiye’de olan Avrupa’ya coğrafi yakınlık dışında hani artımızı masaya koyabileceğiz.

Çin’in de içinde bulunduğu üretim dünyası, “endüstri 5.0” ile tamamen robotların kullanıldığı, nano teknolojik ürünlere imza atıldığı üretim sistemlerine geçerken, örneğin çok yüksek katma değere sahip olan bilgisayar işlemcileri veya akıllı öğrenme modüllerinin üretimini Çin’in elinden alabilecek miyiz?

Alabilmemiz için hatta icattan icat çıkarma süreci olarak nitelendirebileceğimiz inovasyon için yüksek eğitim ve liyakata sahip çalışanların gerekliliği ortada iken biz buna hazır mıyız?

Devletin yüzbinlerce lira harcayıp eğittiği pırıl pırıl gençler, ülkemizde işe yarayamadıklarını ve çürüdüklerini düşünerek Avrupa ve Amerika kıtasında adeta kapışılırken, onlardan boşalan yerleri sınırlardan elini kolunu sallaya sallaya gelen ve bırakın eğitimlerini, çoğunun adlarının bile kayıtlı olmadığı Suriye ve Afganistanlı gençlerle mi dolduracağız?

Boşa çıkacak milyonlarla işçi

Biraz önce yazdığım gibi, modern devletler azalan “işçi” nüfusunun üretimi sekteye uğratmaması için onlarca yıl önce robotlaşmaya başlamış iken biz milyonlarca işçi ile onları nasıl yakalayacağız?

Bugün 10 işçinin çalıştığı duvar sıvama işini bile tek düğme ile yapabilen makineler var iken girişimcilerin orta vadede maliyetini karşılayıp uzun vadede kar edeceği makineleri almak yerine 10 kişiyi çalıştırması ve onların yaratacağı maliyeti göğüslemesini kim isteyebilir?

Akıllı sistemlerin neredeyse sıfır hata ile çalıştığını unutmamakla beraber, Türkiye olarak tam otomatik sistemlere geçtiğimizde de milyonlarca gencimizin boşa çıkacağının ve işsizliğin azaltılamaz şekilde kronikleşeceğinin farkında mıyız?

Acı vatan Türkiye

1960’larda Türkler’in Almanya’ya işçi olarak gitmesiyle ve ne yazık ki kendilerine layık görülen tuvalet temizleme gibi işlerle hayata tutunmaya çalışırken, bugün ülkemize gelen Suriyeliler, Afganlılar ve benzerleri hızla girişimci olmakta ve bir taraftan da aynı hızla nüfuslarını artırmaktadır. Yıllar önce “acı vatan Almanya” iken gidişat gösteriyor ki esas acı vatan Türkiye olacaktır.

Su her zaman en kısa yoldan akar

Bir Avrupa markası nasıl bir vaatle karşılaşacak ki yerleşik, oturmuş ve zaten ileri teknolojiye sahip tüm sistemini Çin’den söküp Türkiye’ye getirecek. Su akacağı yolu bizim temennilerimize göre değil, yeryüzü şekillerinin - yani ekonomik gerçekliklerin - uygunluğuna göre belirler. “Çin modeli” gibi kulağa hoş gelen sloganlar yerine, Çin’in nasıl model haline geldiğini gerçekten konuşmak için hazır mıyız? Yoksa bir başka model gündeme gelene kadar akan suyu ya da akıntıda seyiri mi izleyeceğiz?

Editör: TE Bilişim