Bu makalede Hitler Almanya’sı döneminde Nazilerin başta Almanya olmak üzere tüm Avrupa Yahudilerine karşı uyguladığı Nihai Çözüm ( Final Solution ) olarak bilinen imha etme , soykırım politikasının uygulayıcılarından .özellikle lojistik alanında tırnak içinde bu konuda son derece yetkin bir uzman olduğu sıkça dile getirilmiş Yarbay Adolf Eichmann’ın hikayesini ele alacağız.

Yarbay Adolf Eichmann, Auschwitz , Birkenau gibi kötü şöhretli toplama kamplarında büyük çoğunluğunun gaz odalarında öldürülüp yakılacağı , sadece fiziksel özellikleri itibarı ile nispeten genç ve güçlü olan bir azınlığın Alman savaş sanayiine destek veren fabrikalarda köle olarak çalıştırılmak suretiyle ancak bir süreliğine ölümden kurtulabilecekleri, milyonlarca Yahudi asıllı insanın tren konvoylarıyla Nazi işgali altındaki ülkelerden bu ölüm fabrikalarına nakil edilmesini organize etmişti.

Kurbanlar trenden iner inmez kimlerin hemen gaz odalarına gönderileceğine , kimlerin ölümüne köle gibi çalıştırılmak üzere ayrılacağına toplama kampı doktorları ve SS subaylarından oluşan bir ekip karar verirdi. Bu trajik karar anı annelerin, babaların ,dedelerin ,ninelerin kardeşlerin ,çocukların bir daha birbirlerini hiç görmemek üzere ayrıldıkları bir cehennem sahnesiydi.

Adolf Eichmann hiçbir katliam emrini bizzat vermiş olmamasına ve sadece bu katliamların bürokratik ve lojistik tarafıyla ilgili olmasına karşılık yakın dünya tarihinde neden bu kadar ön plana çıkmıştır ? Bunu siyaset bilimcisi Hannah Arendt’in konuyla ilgili yazdığı kitaba değinerek makalenin sonuç bölümünde ayrıntılı olarak ele alacağız.

Auschwitz Toplama Kampında Kurbanların Ayrılması

Adolf Eichmann’ın Nazi imha makinesinde bu kadar önemli bir figür haline gelmeden önceki hayatına göz attığımızda oldukça vasat ,göze çarpmayan sıradan bir yaşam sürdürmüş olduğunu görüyoruz :

Otto Adolf Eichmann 19 Mart 1906 senesinde Avusturya kökenli bir Alman olarak dünyaya geldi. Çocukluk yıllarının ardından pek de parlak geçmeyen bir eğitim hayatından sonra babasının sahibi olduğu madencilik şirketinde bir süre çalıştı. Bu ilk işinden sonra 1927 senesinde gezici bir satış temsilcisi olarak çalışmaya başladı .Nasyonal Sosyalist Parti ve SS Teşkilatına 1932 senesinde katılmasının ardından 1933 yılında Almanya’ya döndüğünde Yahudi sorunu ile ilgili bir dairenin başına atandı. Bu daire Hitler yönetiminde baskı ve şiddet ile yıldırılan Yahudilerin neredeyse tüm varlıklarına el koyarak başka ülkelere göç etmelerini organize etmekle görevliydi. Ancak 1 Eylül 1939 tarihinde Almanya’nın Polonya’ya saldırması sonucu başlayan 2.Dünya Savaşı ile beraber bu dairenin birinci görevi Almanya ,Avusturya Yahudilerine ilaveten işgal edilen ülkelerdeki Yahudi nüfusun kararlaştırılacak bir coğrafyaya zorunlu olarak sınır dışı edilmelerinden önce toplanacağı gettoları organize etmek oldu. İnsanları adeta sardalye istifi son derece sağlıksız koşullarda kendi şehirlerinde bir açık hava hapishanesinde yaşamaya mahkum eden bu gettoların en çok bilineni Varşova gettosuydu. Bu dönemde Nazilerin bu konudaki temel politikası tüm Avrupa Yahudilerini toplu halde başka bir coğrafyaya zorla göndererek Yahudilerden arındırılmış ( Judenfrei ) ,Almanya güdümünde bir Avrupa meydana getirmekti. Naziler Yahudileri toplu olarak göndermeyi düşündükleri yerlerden biri de Afrika kıtasının güney doğusunda bulunan Madagaskar adasıydı. Ancak bu planlar çeşitli zorluklar nedeniyle hayata geçirilemedi.

Adolf Eichmann SS Üniforması ile Bir Geçit Töreninde

İşgal edilen ülkelerin sayısı arttıkça ,Nazilerin tanımıyla Yahudi Sorunu da kendi açılarından gitgide çözümü daha zor bir hale geliyordu. Almanların 22 Haziran 1941 tarihinde Barbarossa Harekatı olarak adlandırılan bir işgal planıyla Sovyet Rusya’ya saldırması ve kısa zamanda ele geçirdikleri yeni topraklar Yahudi Sorunu’nu Nazilerin bakış açısından hepten içinden çıkılamaz hale getirecekti. Aslında bu tarihten çok önce de Naziler işgal ettikleri ülkelerdeki Yahudileri özellikle bu ülkelerdeki anti-semitist Yahudi karşıtlarının da yardımıyla toplu halde öldürerek toplu mezarlara gömmek yoluyla imha etmek yöntemini uygulamaktaydılar.

Öldürülmeden Önce Dünyaya Son Bakış

Ancak tüm Avrupa Yahudilerinin bu yolla yok edilmesi mümkün olamayacağına göre temel politikaları Yahudileri toplumdan izole ederek Avrupa dışında bir yere toplu olarak sürmekti.

Bu dönemde işledikleri cinayetler toplu bir yok etme stratejisinden çok yıldırma amaçlı nihai çözüme yardımcı olacak bir yöntemdi. Nazi Almanyası’nın bir sene içinde Sovyet Rusya’da Yahudi nüfusu yoğun olan birçok bölgeyi işgal etmiş olması Nazilerin bu konudaki politikalarında radikal bir değişikliği beraberinde getirecekti.

Nazi Almanya’sının Yahudi Sorunu’nu çözmekle görevli ileri gelenleri , SS Generali Reinhard Heydrich başkanlığında ,Otto Hoffman, Heinrich Müller gibi diğer yüksek rütbeli bazı SS Generallari , subaylar ,parti bürokratları ve Yarbay Adolf Eichmann’ın da hazır olduğu ,Wansee Toplantısı olarak tarihe geçecek bir organizasyonda bir araya gelerek Hitler’in sözlü emrine istinaden bu sorunun nihai çözüme ulaştırılması için yeni bir strateji belirlediler.

Eichmann’ın bu toplantıdaki rolü , konumu ve rütbesi itibarı ile diğer yüksek rütbeli katılımcılara kıyasla daha çok bir teknokrat ,bürokrat düzeyindeydi . General Reinhard maiyetinde görevli Eichmann’ı bu toplantının gündemini ve ele alınan konuları kayıt altına almakla görevlendirmişti. Toplantıdan çıkan sonuç Nihai Çözüm ( Final Solution ) olarak anılacak olan Avrupa Yahudilerinin bir plan dahilinde toplu ve sistematik olarak imha edilmesi kararıydı. Alınan bu radikal karar öncesinde de Sovyet Rusya’ya taarruz eden birliklerin yanında görev yapan ve Ölüm Birlikleri ( Einsatzgruppen ) olarak adlandırılan birimler işgal edilen bölgelerdeki Yahudileri imha etmekle özel olarak görevlendirilmişlerdi Wansee Toplantısında alınan kararlardan önce de Avrupa’da yüz binlerce Yahudi çeşitli katliamlarda zaten hayatlarını kaybetmişlerdi. artık bu katliam ve toplu imha süreci toplama kamplarını gaz odaları ile donatarak ölüm fabrikalarına dönüştürmek suretiyle endüstriyel bir soykırıma doğru evrilecekti. Bu ölüm fabrikalarının kötü şöhretleriyle en çok bilinenleri işgal edilen Polonya sınırları içerisindeki Auschwitz, Belzec, Chelmno, Majdanek, Sobibor, and Treblinka toplama kamplarıydı.

Auschwitz Toplama Kampı

Adolf Eichmann General Heydrich tarafından Yahudi Sorunu’nun çözümü üzerinde çalışan birimler arasındaki koordinasyonu sağlamakla görevlendirilmişti. Görevi karar vericiden ziyade uygulayıcı düzeyindeydi. Başında olduğu daire işgal edilen ülkelerdeki Yahudi nüfusun envanterini çıkartıyor , sahip oldukları mal ve paraya el koyduktan sonra trenlerle ölüm fabrikalarına dönüştürülmüş yukarıda bahsedilen toplama kamplarına nakillerini organize ediyordu. Eichmann’ın yaptığı iş önemli ölçüde toplama kamplarına nakledilecek Yahudileri taşıyacak olan tren konvoylarını organize etmekti ve son ana kadar bu görevini tırnak içinde üstün bir başarıyla ve mantıksız gibi görünen bir işgüzarlıkla yerine getirdi.

Almanların her cephede geri çekilerek artık savaşı kaybetmekte oldukları ve SS lideri Heinrich Himmler’in bile bu katliamları sürdürmeye artık pek hevesli olmadığı 1944 senesinde Eichmann’ın işgüzarlığı ve tırnak içinde bu görev aşkı sayesinde yüz binlerce Macar Yahudisi toplama  kamplarında korkunç ölümlerine gönderildi. Almanya Macaristan’ı savaşın son döneminde 19 Mart 1944 senesinde işgal etmişti. Bu tarihe kadar Macaristan Yahudi nüfus için nispeten güven içinde yaşayabildikleri bir ülkeydi. Başlangıçta SS lideri Himmler’in direktifleri ve Naziler tarafından atanan kukla hükümetin de işbirliği ile Yahudiler kısa sürede toplanıp Eichmann’ın organize ettiği ulaşım ağı ile ölüm fabrikalarına gönderilmeye başlandı. Ancak zaman geçtikçe Sovyet Ordusunun Almanları geri çekilmeye zorlamasıyla başta Himmler olmak üzere bazı önde gelen Naziler savaşın kaybedileceğini anlayarak katliamları sürdürme konusunda isteksiz hareket etmeye başladılar ve soykırım delillerini yok etmeye odaklandılar. Bu yönde kendisine verilen talimatların aksine Yarbay Eichmann son ana kadar kendi insiyatifi ve çabası ile ölüm vagonlarını organize etmeye devam etti. Onun bu işgüzarlığı yüzünden Almanlar Macaristan’dan geri çekilene kadar bu ülkedeki toplam 725.000 Yahudi kökenli insanın 437.000 kadarı ölüm fabrikalarının gaz odalarında can verecekti.

Savaş sona erdiğinde Eichmann Amerikan Ordusu tarafından tutuklandı ve SS subaylarına özel bir hapishanede tutuldu. Ancak henüz gerçek kimliği anlaşılmamıştı. Kimliğinin açığa çıkacağından çekinen Eichmann bir yolunu bulup hapishaneden kaçtı ve sahte bir kimlikle 1950 senesine kadar Almanya’da orman işçiliği gibi gözden uzak işlerde çalıştı. Ancak eninde sonunda kimliğinin ifşa olacağını düşündüğü için İtalya’da yaşayan Nazi sempatizanı bir Avusturyalı rahibin yardımıyla Kızılhaç Komitesinde görevli görünen Ricardo Klementismi ile sahte bir pasaport edindi ve bu sayede 1950 senesinin Haziran ayında Cenova limanından bir yolcu gemisiyle Arjantin’e doğru yola çıktı. Eichmann’ın bundan sonraki hayatı 1960 senesinde Mossad ajanları tarafından yakalanarak yargılanmak üzere İsrail’e kaçırılmasına kadar Arjantin’de geçti. Arjantin’de yaşamaya başladıktan sonra1952 yılında eşi ve çocuklarını da yanına aldırdı .

Eichmann İçin Ricardo Klement Adıyla Hazırlanan Sahte Pasaport

İlk başlarda çok para kazanamadığı bazı geçici işlerde çalıştıktan sonra Buenos Airesşehrinde Mercedes-Benz fabrikasında iş buldu ve yakalandığı1960 senesine kadar bu fabrikada ustabaşı olarak görev yaptı.

Eichmann’ın Arjantin’de olduğu belirlendikten sonra İsrail istihbarat Örgütü Mossad tarafından incelikli bir planla yakalanarak yargılanmak üzere İsrail’e götürülmesi tarihe geçmiş en ilginç ajanlık hikayelerinden biridir.

Eichmann’ın oğullarından Klaus Eichmann , Sylvia Lothar isminde bir kızla flört ederken övünmek için babasının Nazi Almanya’sındaki başarılarından söz eder. Ancak babasının Arjantin’de onlarla olmadığını amcası ile beraber kalmakta olduklarını belirtir. Zira Eichmann deşifre olmamak için çocuklarına kendisini yabancılara amcaları olarak tanıtmalarını tembihlemiştir.

Sylvia erkek arkadaşının , babasının savaş zamanında yaptıklarından söz etmiş olmasını kendi babası Hermann Lother’e anlatır. Hermann Almanyada yaşadığı dönemde sosyalist bir Yahudi olarak Dachau toplama kampında bir süre tutulmuş ,ancak Almanya’nın yakın gelecekte Yahudiler için bir cehennem haline geleceğini öngörerek 1938 yılında ailesi ile beraber Arjantin’e göç etmişti. Bir süre sonra toplama kampında yediği dayaklar ve gördüğü işkenceler neticesinde görme yetisini kaybedecektir. Hermann aldığı bu bilgiden şüphelenir ve kızının bir süre daha bu ilişkiyi devam ettirmesini ister . Sylvia sonraki görüşmelerinden birinde erkek arkadaşının , amcası olarak tanıttığı Eichmann’a birkaç kez baba diye hitap ettiğine tanık olur.İlerleyen süreçte kızın babasının bu şüpheli durum ile ilgili olarak bilgilendirdiği kişiler durumu dünyanın dört bir tarafındaki kaçak Nazileri yakalamaya kendini adamış Simon Wiesenthal’a iletirler.

Adolf Eichmann ve Yakalanması Sürecini Başlatan Sylvia Lother

Bu durumdan İsrail Devleti de haberdar olur. Mossad yetkilileri zamanın İsrail Başbakanı David Ben-Gurion tarafından verilen talimatla Eichmann’ı Arjantin’de yakalayıp kaçırarak İsrail’e getirebilmek için son derece gizli tutulan bir plan yaparlar. Zira o dönemde Arjantin Hükümeti içlerinde Auschwitz toplama kampının ölüm doktoru olarak bilinen SS Subayı Joseph Mengele’nin de aralarında olduğu birçok Nazi suçlusunu ülkede barındırmakta ve bu kişilerin çeşitli düzeylerde Arjantin devleti ile olan derin ilişkilerinden ötürü haklarında mahkemelerden alınmış yakalanma kararları olsa bile başka ülkelere iade etmeye yanaşmamaktadır. Öncelikle ihbarı yapılan kişinin gerçekten Eichmann olup olmadığını anlamak için 1960 yılının Mart ayında Zvi Ahorani isimli bir Mossad ajanı Arjantin’e gönderilir, Ahorani , Eichmann’ın ailesi ile yaşamakta olduğu Buenos Aires’in 20 kilometre kadar kuzeyindeki Garibaldi caddesindeki gecekonduyu gözlem altına alır . İsrailli ajan hizmetine aldığı yerel bir ajanı uygun bir zamanda Eichmann bahçede vakit geçirirken onun yanına gönderir .Yerel ajan yakındaki bir arsa ile ilgilenen alıcı gibi ona sorular sorarken elindeki çantaya gizlenmiş bir kamera ile resimlerini çeker .Bu fotoğraflar sayesinde Eichmann’ın kimliği pek fazla şüpheye yer bırakmayacak şekilde teyid edilir. Mossad ajanları arasından özel olarak seçilen sekiz kişi sonradan çok önemli devlet görevlerine gelecek Rafi Eitan ( 1926-2019 ) liderliğinde her biri ayrı uçaklarla farklı zamanlarda 1960 Mayıs ayı içerisinde Buenos Aires’e gönderilir ve burada gözlerden uzak bir emniyetli ev kiralayarak bu evde yaşamaya başlarlar. Kiraladıkları arabaları kullanarak kontrol altında tuttukları Garibaldi Caddesinde bulunan Eichmann’ın evini gözetleyerek günlük rutinleri hakkında detaylı bilgiler edinirler. Planın uygulanacağı gün 11 Mayıs 1960 tarihinde Eichmann çalıştığı fabrikadan otobüsle evine döndüğünde havanın karanlık olmasından da faydalanarak otobüs durağı ile evi arasındaki patikada Eichmann’ı güç kullanarak zapt etmeyi ve arabaya bindirerek kaçırmayı başarırlar.

Eichmann’ın Ailesi ile Buenos Aires Banliyösünde Yaşadığı Ev

Eichmann ajanların yerleşmiş olduğu emniyetli evde bir hafta sorgulanır. Ekipte yer alan bir doktor ve alanında uzman bir sorgulama ajanının tetkik ve sorularının ardından kısa zamanda çözülür ve kimliğini teyid eder. Eichmann , Mossad ajanlarının beklediğinin aksine sorgulamasında kolay çözülmüş ,aptalca denebilecek hatalar yapmıştı. Öncelikle Eichmann olduğunu inkar etti ve Arjantin’de kullandığı sahte kimliği ile Ricardo Klement olduğunu öne sürdü. .SS subaylarına zorunlu olarak yapılan ve kan gruplarını belirten koltuk altındaki dövmeyi çok önceden ifşa olmamak için kazıtmıştı. Ancak yine de sorgulama ilerledikçe Almanya’da savaş sonrası kullandığı sahte ismini öne sürerek SS Subayı olarak görev yaptığını itiraf etti. Kendisine SS numarasının ne olduğu sorulduğunda son derece aptalca bir şekilde Eichmann’a ait SS numarasını söyledi. Milyonlarca insanı ölümlerine gönderen organizasyonları yapan kötü şöhretli bir adamın bu kadar basit ,kişiliksiz ve vasat bir zekaya sahip olması Mossad ajanlarını çok şaşırtmıştı.

Önceden detaylı olarak hazırlanan plana göre İsrail Havayolları normalde Arjantin’e sefer yapmadığından ötürü Arjantin’in 150.kuruluş yıl dönümü bahane edilerek Buenos Aires’e bir İsrail delegasyonu gönderilecek ve Eichmann dönüşünden önce gizlice bu uçağa bindirilerek yargılanmak üzere İsrail’e götürülecekti.

Eichmann’ı Arjantinden Kaçıran Ekibin Lideri Rafi Eitan

Mossad ajanları bir hafta kadar Eichmann’ı rehin tuttukları evde uçağın Arjantin’e gelmesini beklediler. Uçuşun hemen öncesinde Mossad ajanları arasında yer alan doktor tarafından uyuşturulan Eichmann’a uçak kabin görevlisi üniforması giydirilir ve gömleğinin üzerine de alkollü içki serpiştirilerek tüm ekip uçağa biner. Durumu örtbas edebilmek için uçakta pasaport kontrolü yapan Arjantin polis ve gümrük görevlilerine , ,sahte pasaportla kabin görevlisi olarak gösterilen Eichmann’ın son akşam eğlencede içkiyi biraz fazla kaçırdığı söylenir. Uçak havalanır havalanmaz tüm ekip büyük bir sevinçle kutlama yaparlar. Hiçbir ateşli silahın kullanılmadığı hatta envantere bile alınmadığı mükemmel bir operasyon başarıyla tamamlanmış , altı milyon genç, yaşlı, çocuk ve bebeğin acımasızca katledilmesinde büyük rolü olan bir caniye günahlarının kefaretini ödetmek üzere ilk adım atılmıştır. Uçak bir an önce Güney Amerika hava sahasının dışına çıkabilmek için alışılmış olduğu üzere Brezilya’nın Recife şehrinde değil de tek seferde Atlantik Okyanusunu geçerek Senegal’in Dakar şehrinde yakıt ikmali yapar ve 22 Mayıs 1960 tarihinde İsrail’e varır. Eichmann aylarca süren sorgu ve dava hazırlıkları sonunda 11 Nisan 1961 tarihinde mahkeme önüne çıkarılır.

Adolf Eichmann İsrail Adaleti Önünde Hesap Veriyor

Esasen savaş sonrası Nürnberg duruşmalarında yargılanarak çoğu ölüm cezası almış , katliamlardan direkt sorumlu bir sürü ordu komutanı ,üst rütbeli SS subayları varken neden bu isimler yakın tarih bağlamında Adolf Eichmann kadar ön plana çıkmamış ve popüler tarihin alanına girmemiştir ? Sanırım bunu Alman kökenli Amerikalı Yahudi siyaset bilimcisi ve düşünür Hannah Arendt ‘e (14 Ekim 1906 – 4 Aralık 1975 ) borçluyuz.

Düşünür ve Siyaset Bilimci Hannah Arendt (1906 – 1975 )

Hannah Arendt kendisinin felsefeci olarak nitelendirilmesini , felsefenin "bireyin kendisi"ne dair sorunlarla uğraştığını söyleyerek reddetmiş, siyaset bilimci olarak tanımlanmayı tercih etmesinin sebebini çalışmalarının "tekil olarak insana değil, dünyada yaşayan ve dünyayı kaplayan insanlığa" odaklanmış olması olarak göstermiştir.

Arendt'in eserleri iktidar, politikanın özneleri, otorite ve totaliterlik ile ilgilidir. Çalışmalarının çoğunda eşitler arasındaki kolektif politik eylem ile eşanlamlı olan özgürlük kavramının doğrulanmasına odaklanmıştır

En önemli eserlerinden biri İnsanlık Durumu (1958) olup, bu eserinde emek, iş ve eylem arasındaki farkları ve bu farkların yol açtığı önemli sonuçları kışkırtıcı şekilde ortaya koyar. Politik eylem teorisini bu eserinde iyice detaylandırır.

En büyük eseri olan Totaliterizmin Kökenleri isimli kitabında Komünizm ve Nazizmin kökenlerini ve bunlarla antisemitizm arasındaki bağlantıları incelemiştir.

Bu kitabı epey tartışmaya yol açmıştır çünkü kimilerine göre bağdaştırılamayacak iki konuyu kıyaslamaya kalkışmıştır.

Hannah Arendt, Eichmann davasını başından sonuna kadar dikkatle takip eder ve detaylı notlar alır. Eichmann’ın avukatı savunmasının temelini müvekkilinin sadece sistem içerisinde emirleri yerine getirerek görevini yapan bir bürokrat olduğu temeline oturtur. Keza davanın ileriki aşamalarında da Eichman bu tezi kendi mahkeme ifadeleri ile de tekrar tekrar vurgular. Davaya müdahil bazı Yahudi mağdurların iddia ettiği gibi elini bizzat kana buladığı ya da katliam emri verdiği kanıtlanamamıştır.

Hannah Arendt başından sonuna dikkatle izlediği bu davada aldığı notları sonradan “Eichmann Kudüs’te -Kötülüğün Sıradanlığı ( Banality of Evil ) “ adıyla kitap haline getir. Sonradan 20.yüzyılın en önemli kitaplarından biri haline gelen bu eserinde Arendt kötülüğün temel ve kökten bir şey mi yoksa basitçe insanların banalitesinin—sıradan insanların diğerlerinin emirlerine uyma ve eylemlerinin ya da eylemsizliklerinin sonuçlarını düşünmeksizin çoğunluk görüşüne itaat etmelerinin bir sonucu olup olmadığı sorusunu sormuştur.

Gerek onu yakalayıp İsrail’e getiren Mossad ajanlarının anlattıkları ,gerekse Hannah Arendt’in dava boyunca edindiği izlenimler Adolf Eichmann’ın kişisel karizması olmayan , parlak bir zekadan yoksun ancak sarsılmaz bir görev duygusuyla dört elle sarıldığı işinde kariyer kovalayan son derece sıradan bir bürokrat olduğuna işaret etmektedir.

Yaptığı işin milyonlarca insanı ölümlerine göndermek olduğunu anlamayacak kadar aptal bir insan olmasa da emirleri yerine getirme, görevini yapma sorumluluğunun arkasına gizlediği şeytani ihtirası en başından zayıf olduğu varsayılabilecek vicdan ve empati duygusunu tamamen devreden çıkartmıştır.

“……Eichmann, Pontius Pilatus ( Hz.İsa’yı ölüme mahkum eden Romalı vali ) gibi hissetmesine fırsat veren pek çok durumla karşılaşmış, ama zaman geçtikçe bir şeyler hissetme gereksinimini kaybetmişti. İşler artık böyle yürüyordu, bu toprakların yeni kanunu böyleydi, her şey Führer’in emirlerine dayanıyordu; düşünüyordu da, ne yaptıysa, yasalara bağlı bir vatandaş olarak yapmıştı. Polise ve mahkemeye tekrar tekrar anlattığı gibi, görevini yapmıştı; sadece emirlere değil yasalara da uymuştu. Her şeyi birbirine karıştıran Eichmann bu ayrımın önemli olduğunu sanıyordu, ama savunma da hâkimler de onu ciddiye almadı. Temcit pilavına dönen "üstlerin emirleri"ne karşı " devletçe işlenmiş fiiller" lafları ortalıkta dolaşıp duruyordu; Nürnberg Duruşmalarında bu meselelerin enine boyuna tartışılmasının tek nedeni, emsalsiz olanın uygun emsal ve standartlara göre yargılanabileceği yanılsamasına yol açmalarıydı. Mahkeme salonundaki insanlar arasında, pek de parlak olmayan zihinsel yetileriyle, bu nosyonlara meydan okumak için ileri atılacak en son kişi hiç şüphe yok ki Eichmann’dı. Çünkü yasalara bağlı bir vatandaşın görevi olarak gördüğü şeyleri yapmış, ayrıca emirlere göre hareket etmişti -"yasalar çerçevesinde kalmaya" her zaman çok dikkat ederdi- kafası artık iyice karışmış ve sonunda körü körüne itaatin veya kendi tabiriyle Kadavergehorsam' ın, "ölü yıkayıcının elindeki ölü gibi itaatkâr olmanın" bir erdemlerini bir kusurlarını vurgulayıp durur olmuştu…..” ( Syf….78 )

“…..Asıl sorun tam da Eichmann gibi onlarca insanın olmasından, onlarcasının ne sapık ne de sadist olmasından; ne yazık ki hepsinin eskiden de, şimdi de dehşet verici bir biçimde normal olmasından kaynaklanıyordu. Hukuk kurullarımız ve yargılama usullerimizin ahlaki standartları açısından bu normallik, yapılan bütün kötülüklerin toplamından daha dehşet vericiydi; zira –Nürnberg’de davalıların ve avukatlarının tekrar tekrar söylediği gibi- aslında hostis generis humaniolan bu yeni suçlu türü, yaptığı şeyin yanlış olduğunu anlamasını veya hissetmesini neredeyse imkânsız hale getiren koşullarda suç işliyordu.”…..( Syf.152 )

“……Kitabın başlığıyla ilgili sahici bir tartışma başlayacağını da düşünebilirim; çünkü “Kötülüğün Sıradanlığı” derken, sadece gerçeklere sıkı sıkı bağlı bir düzeyi kastediyorum, duruşmada hemen göze çarpan bir fenomene dikkat çekiyorum. Eichmann ne Iago’ydu ne de Macbeth ve III. Richard gibi bir "cani" olmasıysa neredeyse imkânsızdı. Terfi etmek için gösterdiği olağanüstü gayreti bir yana bırakırsak, onu harekete geçiren hemen hemen hiçbir şey yoktu. Bu gayret de kendi başına kriminal değildi elbette; bir üstünün yerine geçmek için asla onu öldürmeye kalkmazdı. Eichmann sadece, gündelik dilde söyleyecek olursak, ne yaptığını hiç fark etmemişti. Zaten aylar boyunca polis sorgusunu yöneten bir Alman Yahudisinin karşısında oturmasını sağlayan da tam da tahayyül yetisinden bu kadar yoksun oluşuydu; bu adama içini dökmüş ve tekrar tekrar SS'te sadece Yarbay rütbesine kadar yükseldiğini, terfi etmemesinin kendi hatası olmadığını anlatmıştı……” ( Syf.157-158 )

Arendt’in esas olarak ortaya koyduğu şey ,Eichmann’ın şahsında otoriter bir devletin baskı ve itaat mekanizmalarının sıradan insanlar eliyle baskı ve zulümü nasıl çoğaltabildiği ve bu durumun beyni yıkanmış ,efsunlanmış kitleler nezdinde nasıl tartışılmaz bir norm haline gelebildiği olgusuydu.

“……Davalının kendisini bir insan olarak değil de sadece bir görevli olarak hareket etmesine, bu görevde kendisinin yerine kuşkusuz başka birisinin de olabileceğine dayanarak savunması, bir suçlunun -falanca yerde bir günde şu kadar suçun işlendiğini gösteren- suç istatistiklerine dikkat çekerek sadece istatistiksel olarak bekleneni yaptığını, bu suçu bir başkasının değil de kendisinin işlemesinin rastlantıdan ibaret olduğunu, zira öyle veya böyle birinin bunu yapması gerektiğini öne sürmesine benzer. Totaliter yönetimin özünün ve belki de her bürokrasinin doğasının, insanları yetkililere ve yönetim mekanizmasındaki çarklara dönüştürmekten ve nitekim onları insanlıktan çıkarmaktan ibaret olması, siyaset bilimleri ve sosyal bilimler açısından elbette önemlidir. Hiç Kimse’nin yönetimini (ki bürokrasi diye bildiğimiz siyasi biçim tam da böyle bir yönetimdir) uzun uzadıya tartışmak verimli olabilir. Yalnız adliyenin, söz konusu faktörleri, sadece bunlar suç koşullarını meydana getirdiği ölçüde göz önünde bulundurabileceğini iyice anlamak gerekir - tıpkı hırsızlık durumunda, suçlunun ekonomik sıkıntısının, cezadan kurtarmak şöyle dursun, suçu bile mazur göstermediği gibi. Modern psikolojinin, sosyolojinin ve elbette modern bürokrasinin failin sorumluluğunu şu veya bu determinizm açısından açıklamasına gerçekten de fazla alıştık. İnsan eylemleriyle ilgili, görünüşe bakılırsa derin açıklamaların doğru mu yoksa yanlış mı olduğu tartışmalıdır. Bu meselenin tartışmalı olmayan bir tarafı varsa, o da bu açıklamalara dayanarak tek bir adli prosedürü bile izlemenin mümkün olmayacağı ve böyle teorilerle ölçülüp biçilen adliyenin kesinlikle modem bir kurum olmadığıdır-hadi "modası geçmiş" demeyeyim yine. Hitler, gün gelecek Almanya’da hâkim olmak "kepazelik" gibi görünecek derken, kusursuz bir bürokrasi hayaliyle tümüyle tutarlı bir şeyden bahsediyordu…..” ( Syf.158-159)

Kötülük bizzat kötü olanlardan daha çok yaptıkları işin ,verilen emir veya görevlerin vicdani yönünü sorgulamayan bürokratlar ve sıradan ,vasat zekalı emir kulları aracılığı ile çoğalıyor ve çoğaltılıyordu.

Arendt bu kitapta ortaya koyduğu perspektifle otoriter yönetimlerin insanlara hükmetme düzeneklerini ve sıradan insanların bu gibi çarpık düzenlerin zulmünü çoğaltan , sürdüren sadık bendeleri haline gelmelerini irdelemenin de ötesinde insanlığa karşı işlenen suçlarda gözetilmesi gereken bazı ilkeleri de ortaya koydu.

“……Gelgelelim hâlâ temel bir sorun var: Gelmiş geçmiş en önemli ahlaki meselelerden birine, yani insani muhakemenin doğası ve işlevine dokunduğu için, savaştan sonra yapılan bütün duruşmalarda örtük bir biçimde bulunan bu soruna burada değinmek gerekir. "Yasal" suçlar işleyen davalıların yargılandığı bu duruşmalardan talebimiz, insanların sadece kendi yargılarına göre, dahası etraflarındaki herkesin üzerinde hemfikir olduğu görüşle taban tabana zıt gibi görünse bile sadece kendi yargılarına göre hareket ederek doğruyu yanlıştan ayırabilmeleridir. Sadece kendi yargısına güvenecek kadar "kibirli" kişilerin, eski değerlere sadık kalanlar veya dini bir inanca göre hareket edenlerden çok farklı olduğunu düşünürsek, bu meselenin aslında daha da ciddi olduğunu anlarız. Saygın toplumun tamamı Öyle veya böyle Hitler’e karşı koyamadığından, vicdanı yönlendiren toplumsal davranışı ve dini emirleri -"Öldürmeyeceksin!"- belirleyen ahlaki kaideler neredeyse yok olup gitmişti. Hâlâ doğruyu yanlıştan ayırabilen, bir avuç insan aslında sadece kendi yargısına göre hareket etti ve bunu serbestçe yaptı; uyacakları, karşılaştıkları özel durumları sınıflandırabilecekleri kurallar yoktu. Bir olay meydana geldiği anda karar vermek zorundaydılar, çünkü emsalsiz olan için hiçbir kural yoktu…….Nitekim Evangelische Kirche in Deutschland, yani Protestan kilisesi savaştan sonra şöyle bir açıklama yapmıştır: "Kendi halkımızın olup bitenleri görmezden gelerek ve duruma sessiz kalarak Yahudi halkına ettiği zulüm nedeniyle, Tanrı’ mn merhameti karşısında biz de suçluyuz”……." ( Syf.161-162)

Oldukça uzun süren bir mahkeme sürecinin sonunda Eichmann mahkeme tarafından öldürme eylemine bizzat katılmadığı veya bununla ilgili bir emir vermediği halde Yahudi soykırımının gerçekleştirmesindeki önemli rolü nedeniyle insanlığa karşı işlediği suçlardan ötürü 15 Aralık 1961 tarihinde ölüm cezasına çarptırılır.

“…..Sırada Eichmann’ın son ifadesi vardı: Adaletin yerini bulması yolundaki bütün ümitleri suya düştü; her zaman hakikati anlatmak için elinden gelenin en iyisini yapmış olsa da, mahkeme ona inanmamıştı. Mahkeme onu anlamadı: Asla Yahudilerden nefret etmemişti, asla bir insanın öldürülmesini istememişti. Suçu itaatinden kaynaklanıyordu, oysa itaat her zaman bir erdem olarak methedilirdi. Nazi liderleri onun erdemini istismar etmişti……” ( Syf.137)

Kararın ardından avukatı bu kararın temyizi için gerekli girişimlerde bulunur.

Cezası onaylandıktan sonar Adolf Eichmann 1 Haziran 1962 tarihinde sabahın erken bir saatinde idam edilir. Cesedi yakılır ve külleri bir İsrail savaş gemisi tarafından İsrail karasularının dışında bir mevkide denize dökülür. İsrail devleti ondan geriye kalanların kendi karasularını kirletmesine bile izin vermeyecektir.

Adolf Eichmann’ın İnfaz Edilmeden Önceki Son Anları

Dünya var olalı beri sadece Yahudiler değil etnik , dini veya farklı düşünceleri vs. nedeni ile tüm ötekileştirilenler otoriter rejimlerin kendi hatalarını örtbas edebilmesi adına günah keçileri olarak hedef gösterilmiş , katledilmiş ,bin bir türlü acılara maruz bırakılmışlardır. Tüm bu yaşananlar aslında her devirde ortaya çıkabilecek insanlık suçları ,daha doğrusu insanlığa karşı işlenmiş suçlardır. Her antidemokratik ,baskıcı ve otoriter rejimin kolaylıkla kullanabileceği küçük Adolf’ların her zaman her yerde bulunabileceklerini unutmamak ve geçmişi hiç akıldan çıkarmadan uyanık olmak gerekir.

Bu makaleyi kendisi de bir toplama kampından sağ kurtulan bir Lise Müdürünün Almanya’da görev yaptığı okullarda ders yılının açılışında tüm öğretmenlere göndermeyi adet edindiği bir notla sonlandıralım :

"Kamptan sağ kurtulanlardan biriyim. Gözlerim hiçbir insanın görmemesi gereken şeyleri gördü. İyi eğitilmiş ve yetiştirilmiş mühendislerin inşa ettiği gaz odaları, iyi yetiştirilmiş doktorların zehirlediği çocuklar, işini iyi bilen hemşirelerin vurduğu iğnelerle ölen bebekler, lise ve üniversite mezunlarının vurup yaktığı insanlar…
Sizlerden isteğim şudur : Öğrencilerinizin insan olması için çaba harcayın.
Çabalarınız bilgili canavarlar ve becerikli psikopatlar üretmesin.

Okuma yazma ve matematik, çocuklarınızın daha fazla insan olmasına yardımcı olursa ancak önem taşır. "

Saygılarımla,

Alpertunga Anıker