EKONOMİK GELİŞİM, DENİZCİLİK VE MARİNALAREKONOMİDE TARİHSEL SÜREÇGeçmişten günümüze kadar dünya sahnesindeki toplumlar sürekli olarak birbirlerine karşı üstünlük kurma mücadelesi vermişler ve halende vermektedirler.  Gelinen noktada dünya üzerindeki toplu

EKONOMİK GELİŞİM, DENİZCİLİK VE MARİNALAR


EKONOMİDE TARİHSEL SÜREÇ

Geçmişten günümüze kadar dünya sahnesindeki toplumlar sürekli olarak birbirlerine karşı üstünlük kurma mücadelesi vermişler ve halende vermektedirler.  Gelinen noktada dünya üzerindeki toplumlar/devletler arasında güç ve zenginlik açılarından nispi farklar oluşmuş, bir çok ülke gelişmişlik ve zenginliği yakalarken, bazı ülkeler kalkınma çabalarına girmişler ve diğer pek çok ülke de geri kalmış, toplumsal dinamikleri harekete geçirememiş ve yoksulluk içinde yaşamlarını sürdürmektedirler.  Geçmiş dönemlerin aksine özellikle 2. Dünya Savaşından sonra, nükleer güç dengesi nedeniyle, birkaç kapsamlı sayılabilecek bölgesel askeri çatışma dışında toplumlar arasındaki mücadele esas olarak ekonomi alanında sürmektedir. Toplumların oluşturdukları devletler ve kurumları her şeyden önce yurttaşlarının güvenliğini sağlama, refah ve zenginliğini artırma hedefine yönelme durumundadır.

Çağımızda sanayi devrimini yakalamış ve kalkınmış ülkeler ile gelişmemiş ülkeler arasındaki refah ve zenginlik farkı geçmiş dönemlere göre çok daha keskin hale gelmiştir. Bu farkı doğuran ana neden, sanayileşmenin sağladığı üretimde verimlilik ile dünya üretiminde yüksek paya sahip olma üzerinde yoğunlaşmaktadır.  Günümüzün ekonomi bilimi kalkınmış ülkelerde serpilmekte, bu ülkelerin ekonomik düzeninin istikrarı ve sürdürülebilirliğine yönelik çözümler aramaktadır. Dünyanın en büyük problemlerinden birisi uluslar ve bölgeler arasındaki büyük zenginlik ve gelişmişlik farklarıdır.  Dünyada bir milyardan fazla insanın yoksulluk ve açlık içinde olması toplumlar arası istikrarı bozma potansiyelini yaratmaktadır.  Bu bakımdan gelişmekte olan ülkelerin atılımları büyük önem arz etmekte olup, toplumların kalkınmışlık farklarını azaltmaya ya da ortadan kaldırmaya yönelik çözüm yaklaşımları için kalkınmış ülkelerin ekonomi açısından tarihsel süreçlerinin analiz edilmesi uygun bir yol teşkil etmektedir. Tarihsel olayların irdelenmesiyle geçici özellik taşıyan dönemsel unsurların ayıklanarak kalıcı olduğu tespit edilen ve gerçeklere dayalı olarak bilimsel yöntemlerle ortaya çıkartılan sonuçlar, her zaman için toplumlara geleceğe yönelik rehber niteliği taşımıştır.  Yapılan analizler toplumsal dinamikleri harekete geçiren ana unsurun, ekonomik ve teknolojik alanlardaki ani ve büyük sıçramalar olduğunu göstermektedir.  Harekete geçen toplumsal dinamikler belirli bir süreçte toplum yapıları, askeri güç ve ülkenin dünyadaki konumu üzerine derin etkilerde bulunarak değişimlere yol açabilmektedir.  Bu bakımdan toplumların kalkınmasındaki en önemli nokta, ekonomik ve teknolojik atılımların önünü açacak ortamların yeşertilip güçlendirilmesidir.  

İnsanlık tarihi,  toplumların diğer toplumları nüfuslarının etkisi altına alabilmesi için sürekli çatışmalar içine girdiklerini, Yeniçağdan önceki dönemlerde o zaman için bilinen dünyada büyük topraklar üzerinde egemenlik kuran güçlü imparatorlukların ya da güçlerin ortaya çıktığını,  bu güçlerin yaşamsal döngüleri nihayetinde ortadan kalktıklarını ve yerlerini yeni egemen toplumlara bıraktıklarını göstermektedir.  Yine tarih bize o zamanki toplumların büyük güç sahibi olabilmelerinin, organize olabilme ve askeri yetenekler yanı sıra toplumlar arası konjonktüre ve teknolojik atılımlara da bağlı olduğunu söylemektedir.  Örneğin atın evcilleştirilmesinden sonra binek hayvanı olarak ta kullanılabileceğinin öğrenilmesi, bu alanda uzmanlaşmanın yakalanması ve bir anlamda teknolojik atılım niteliği taşıyan bu gelişmenin askeri uygulamalara dönüştürülmesi, göçebe toplumların yerleşik toplumlara göre daha güçlü hale gelmesine ve bozkır imparatorlukları denen bir dizi imparatorluğun tarih sahnesine çıkmasına neden olmuştur. İklim değişiklikleri bir yana bozkır imparatorluklarının diğer toplumlar üzerindeki baskıları,  dünya coğrafyasında toplumların göçlerine de yol açmıştır.  Aynı şekilde bozkır imparatorluklarını gerileten ve ortadan kaldıran da diğer bir teknolojik atılım olan barutun ve ateşli silahların kullanımındaki gelişmeler olmuştur.  Örneğin Osmanlı İmparatorluğunun yükselme döneminde kazanılan zaferlerde ateşli silahların, özellikle de üstün ateş gücüne sahip topların etkinliği büyük olmuştur.

Ortaçağ dönemlerinde toplumların ekonomik hayatına ağırlıklı olarak tarım ekonomisi damgasını vurmuş olup, el zanaatları da giderek gelişmektedir.  Büyük imparatorluklar varlıklarını devletin, ordunun ve maliyenin güçlü konumuna dayandırmak durumunda kalmışlar, orduların gücünü korumak ve artırmak için kuvvetli bir maliye düzenine dolayısıyla vergi gelirlerine ihtiyaç duymuşlar ve artan maliyetlerin karşılanması içinde sürekli fetih politikalarını yürütmüşlerdir.  Yeniçağ öncesi ekonomilerin tarımsal ağırlıklı olması,  o zamanki tarımın günümüz tarımına göre çok daha düşük verime sahip bulunması ve daha çok geçimliğe yönelik olması nedenleriyle o dönemlerde kişi başına gelir açısından toplumlar arasında çok büyük ekonomik farklılıklar da söz konusu olmamıştır.  İnsanlık tarihinde ihtiyaç duyulan malların takası ve ticareti her zaman için itici güç oluşturmuş, ulaşım ve dağıtım kanallarının açılma ve yaygınlaşma sürecine bağlı olarak ticaret faaliyetleri ile toplumlar arası ticari ilişkiler artan ivme ile gelişmiştir.  Ancak Yeniçağ öncesi toplumlar arası güç dengesinde önemli unsurlar askeri güç, organize olabilme ya da eşgüdüm yeteneği ve politik güç şeklinde sıralanmış ve ekonominin etkinliği ise tarımsal üretime ve bu sektördeki verimliliğe bağlı kalmıştır. Doğu toplumlarındaki babadan oğullar arası paylaşım kültürü bir yana bırakılırsa, dünyaya hakim olan büyük imparatorlukların yayılmacılığının doğal sınırlarına ulaşmasından sonra yeni fetihlerin verimsizleşmesinin ve dış tehditlerin daha çok artmasının doğurduğu doğal tepki,  gelirlerin aynı oranda artmamasına rağmen kaynakların büyük bölümünün daha güçlü orduların tesisine kaydırılmasına yol açmış ve bu da toplumun ekonomik güç ile askeri güç arasındaki dengesini bozmuş ve bu şartlar altında uzun soluklu ve yıpratıcı mücadeleler imparatorlukların çöküşüne giden süreçleri başlatmıştır.  Bu bakımdan güç sahibi devletlerde ekonomik güç ile askeri güç dengesi büyük önem arz etmektedir.

İstanbul’un 1453 yılında Türkler tarafından fethinden sonra dünya Ortaçağdan çıkarak Yeniçağa girmiştir.  Bu çağ değişiminde İtalya’nın kuzeyinden başlayarak diğer Avrupa toplumlarına sıçrayan Rönesans ve peşinden gelen Aydınlanma hareketleri de etkin olmuştur.  Diğer bir ifadeyle,  Osmanlı Devletinin İstanbul’u fethetmesiyle oluşan dünyanın yeni güç dengesi yanı sıra Avrupa coğrafyasında o güne kadar görülmemiş ölçüdeki toplumsal dinamizm dünya tarihinde yeni bir çağın açılmasına neden olmuştur.  Yeniçağa geçiş döneminde Avrupa’da Rönesans hareketinin yaygınlaştığı,  fikir,  sanat ve bilimin ön plana çıkmaya başladığı,  birçok buluşun yanı sıra Amerika kıtasının keşfi gibi pek çok önemli keşiflerin önünün açıldığı,  tüm Avrupa’ya hakim olabilecek çapta bir gücün ortaya çıkamaması nedeniyle Avrupa’da irili ufaklı krallık yada devletlerin birlikte yaşamak durumunda kaldıkları ve bu orta çaptaki güçlerin birbirleriyle sürekli rekabet içinde oldukları görülmektedir.  Avrupa kıtasındaki toprak ve iklim farklılıklarının oluşturduğu tarımsal ürün çeşitliliği sayesinde sürekli savaş ve çatışmalara rağmen,  Avrupa toplumları arasındaki ticari faaliyetler giderek gelişmiş,  birbirleriyle rekabet içindeki pek çok otoritenin varlığı ve toplumlar arası ticari ilişkiler olumlu bir konjonktür yaratarak Avrupa’da Sanayi Devrimine giden süreci ateşlemiştir.

Yeniçağa yakın dönemlerde ortaya çıkan Tarım Devrimi, Rönesans Hareketi, Mali Devrim, 1766 Amerikan Devrimi, 1789 Fransız Devrimi, 1917 Rusya Devrimi ve Avrupa’da başlayan Sanayi Devrimi gibi olaylar dünyadaki toplumlar üzerinde derin etkilerde bulunarak süreç içinde toplumlarda dönüşümlere neden olduğu gibi ulusların güç dengelerinde de değişimlere yol açmıştır.  Rönesans Hareketi, Amerikan Devrimi, Fransız Devrimi ve Rusya Devrimi birer toplumsal dönüşüm olmasına rağmen bu devrimlere yol açan nedenlerin arkasında ağırlıklı olarak ekonomik etkenler yatmaktadır.  Zaman içerisinde ekonomik yönden güçlü hale gelen grupların söz sahibi olma,  yönetime katılma hatta yönetimi devralma güdüleri,  toplumsal dönüşümlere giden yolu açmaktadır.

Gelişmiş ülkelerin tarihlerine bakıldığı zaman bu ülkelerin kalkınma süreçlerinde özel koşullar yanı sıra saptanabilen birçok ortak nokta da söz konusudur.  Bu  ortak noktalar genelde ekonomik ve teknolojik atılımlara yol açabilecek ortamların hazırlığı niteliğindeki tarımda devrim,  eğitimde devrim, adalette devrim, yönetimde paylaşım, toplumsal birliğin tesisi ve korunması, istikrarlı dönemlerin sağlanması, doğal kaynakların harekete geçirilmesi, ülkenin dış dünyaya açılması, ticaretin korunup desteklenmesi, pozitif net ihracatın sürekliliğinin tesisi, ulaşım ve dağıtım kanallarının oluşturulması ve geliştirilmesi, toplum kültüründe tasarruf olgusunun tesisi ve tasarrufların yatırma dönüştürülmesi şeklinde sıralanabilmektedir.  17. Yüzyıldan itibaren sanayileşen ülkelerde yukarıda sıralanan devrimlerin ve tedbirlerin 16. İle 18. Yüzyıllara hakim olan merkantilist yaklaşımı çerçevesinde gerçekleştirildiği ve bu yaklaşıma uygun olarak devlet otoritesinin ekonomiye müdahalesinin de söz konusu olabildiği görülmektedir. 19. Yüzyıldan itibaren Avrupa’ya liberal yaklaşımlar hakim olmaya başlasa da, 20 yüzyılda dahi birçok ülkenin özellikle savaş sonrası toparlanma ve kalkınma adına değişik biçimlerde merkantilist yaklaşımlar içine girdiklerini görmek mümkündür.  Sanayi devrimini gerçekleştiren ülkelerde sanayi-üretim verimi ile dünya üretimindeki salt payı büyük ölçüde artmakta ve giderek ülkenin zenginliği, refahı ve gücü yükselmektedir.  Adalette, eğitimde ve maliyedeki devrimler, yönetimde paylaşım, toplumsal kültürde tasarrufun tesisi gibi hususlar doğrudan toplum kalitesi ve toplumsal verimlilikle ilgili hususlardır. Milletlerin, toplumların var olmalarındaki ana öğelerden birisini toplumsal, tarımsal ve sanayi alanlarında yakalanacak verimlilik oluşturmaktadır.  Toplumsal ve tarımsal verimlilik sanayi devrimine giden yolu hazırlamakta ve sanayileşmeden elde edilen verimlilikte, karşılıklı etkileşim içinde, toplumsal ve tarımsal verimliliğin daha da artmasına neden olmaktadır.  Bu bakımdan dünya arenasında yer alan milletlerin önünde yer alan en önemli konu verimliliktir.  

Yukarıda kaba olarak çerçevesi çizilmeye çalışılan toplumsal, ekonomik ve teknolojik atılımlarla sanayileşmeye yol açacak ortamların tesisi neticesinde sanayileşmenin gerçekleşmesi ile üretim verimliliğinin yakalanması ve sürdürülebilmesi sürecini “üretim gücünün tesisi” olarak ta nitelemek mümkündür.  Bu süreç içerisinde oluşan uygun ortam ve teknoloji tabanı sayesinde sanayileşen toplum, kalkınmada geri kalmış diğer toplumlara göre daha güçlü bir üretim potansiyeline ulaşabilmektedir.  Bu bakımdan Yeniçağ ile birlikte dünyada güç sahibi olan devletlerde sahip oldukları gücün ana unsurlarını askeri güç ve politik güç teşkil ederken 18. Yüzyıldan itibaren bu unsurlara ağırlıklı olarak sanayi gücü de katılmıştır. Yeniçağ ve sonrasında ortaya çıkan büyük çaplı yıpratıcı ve uzun soluklu savaşlarda, özellikle 1. ve 2. Dünya Savaşlarında kaynakları ve sanayi tabanı kuvvetli olan ve ekonomik yönden güçlü olan ya da üretim gücünün tesisinde daha etkin olan ülkeler/ittifaklar ayakta kalabilmiş, hatta savaşların sonucunu etkilemiştir.  Bu bakımdan ülkenin bekası için askeri güç yanı sıra üretim gücünün tesisi de çok büyük önem arz etmektedir.

1760 yılından itibaren sanayileşme sürecine giren İngiltere örneği bir rehber niteliğinde olduğundan, dünyada sanayileşme devrimini ilk yakalayan bu ülkenin sanayileşmesine kısaca göz atmak uygun düşecektir.

Britanya’da 9. Yüzyılda yargı ve maliye alanlarında düzenlemeler yanı sıra özellikle bilimsel alanlarda atılımlar gerçekleştirilmiş, 10. Yüzyıldan itibaren tek otorite altında toplanarak birlik oluşturulmaya başlanmış, 13. Yüzyılda krala karşı feodal hakları ve toprak düzenini tanzim eden Magna Carta sözleşmesi imzalanmış,  yine bu dönemde el zanaatlarından yük dokuma önem kazanmış ve devamında artan ticaretle birlikte ham yün yerine yünlü mamullerin ihracatında ilerlemeler sağlanmış, gelişen burjuvazi ile birlikte feodal sistem çözülme sürecine girmiştir.  15. ve 17. Yüzyıllar arasında tarımda nadas kaldırılarak yerine getirilen dörtlü ekim sistemi, tarımsal aletlerdeki iyileştirmeler, çitleme ile toprakların bütünleştirilmesi gibi tarımsal devrim niteliğindeki gelişmeler tarımda büyük verim artışına yol açmıştır.  Yeni toprakların keşfi ve yayılmacılık politikalarıyla kurulan koloniler daha önceden bilinmeyen bir çok bitkinin Avrupa’ya getirilmesine, yetiştirilmesine ve tarımsal çeşitliliğin artmasına neden olmuş, bu durum artan tarımsal verimlilikle birlikte geçimlikten çok pazara dönük tarımsal üretimin daha fazla yaygınlaşmasına yol açmış, tarımda yakalanan verimlilik kırsal kesimden kentlere doğru nüfus hareketini yani sanayileşme öncesi ucuz emek ortamını doğurmuştur.

Diğer taraftan Kıta Avrupa’sından bağımsız ayrı  bir ada olmanın sağladığı jeopolitik konum İngiliz adasını istilalara karşı daha korumalı hale getirmiş, bu durum İngiltere’nin nispi olarak kara ordularına daha az kaynak ayırmasına, buna karşılık denizciliğe ve donanmaya daha fazla önem vermesine yol açmış, ilerleyen denizcilik ve kolonileşme pazar alanlarının ve ticaretin artmasına ve sermayenin daha hızla birikmesine sebep olmuş, ayrıca savaşların getirdiği artan maliyetlere karşı maliyede düzenlemeler yapılmış, borçlanma mekanizması için bankacılık sistemi oluşturulmuştur.  Bu koşullar altında zaten zanaat alanında önemli yer tutan yünlü dokuma yerine daha verimli olan pamuklu tekstil sektörüne ve bir çok hafif sanayi alanına yatırımlar yapılmış, makine alanındaki bazı teknolojik yeniliklerle birlikte üretimdeki makineleşme ve fabrika düzenine geçiş, daha önceden görülmemiş ölçülerde üretim miktarında ve sanayi verimliliğinde artışlara sebep olmuş, bu da rekabette avantajı oluşturarak İngiliz ürünlerinin dünyaya yayılmasına ve neticede İngiliz toplumunun giderek daha da zenginleşmesine yol açmıştır.  Giderek büyüyen sermaye demir üretimi, makine yapımı ve demiryolu ulaşımı gibi ağır sanayi alanlarında  da yatırımları yaygınlaştırmış, özellikle buhar enerjisinin sanayide ve ulaşımda kullanılması verimliliğin daha da artmasına neden olmuş ve ulaşım ile dağıtım kanalları büyütülerek geliştirilmiştir.

Tüm bu gelişmeler sonunda 1830’lu yıllara gelindiğinde artık İngiltere “Dünyanın Atölyesi” olarak nitelenmeye başlanmış, İngiltere’nin yakalamış olduğu ekonomik ve teknolojik üstünlük ülkeye dünyanın en büyük imparatorluklarından birini kurma şansı vermiştir.  Görüleceği gibi İngiltere’nin sanayileşme süreci, ekonomik ve teknolojik atılımlara yol açabilecek ortamları hazırlayan koşullar çerçevesinde gerçekleştirdiği yatırımlar neticesinde elde etmiş olduğu verimlilik üzerinden yürümüştür.  Buna göre konunun merkezinde verimlilik yer almakta, verimliliğin daha da artırılması için sürekli teknolojik gelişim ve uygun yatırımlar yolu ile üretim gücünün tesisi elzem olmaktadır. 


EKONOMİK GELİŞMEDE İHRACATIN ÖNEMİ

Konuya ekonomi bilimi açısından yaklaşıldığında ekonomik bulguların da tarihsel gerçeklerle paralellik içinde olduğu görülmektedir.  Bir toplumun refah ve zenginliğinin artması, ancak zamana yayılı yeterli ekonomik büyüme sürecini gerektirmekte ve ekonomik etkinliğin en önemli ölçütlerinden birisini toplum tarafından yaratılan gayri safi yurt içi hasıladaki (GSYİH) büyüme oluşturmaktadır.

Ekonomi biliminde milli gelir bir yılda ülkede üretilen mal ve hizmetlerin parasal değerlerinin toplamı, yani toplum tarafından yaratılan katma değerlerin toplamı olarak tanımlanmaktadır.  Tanımda vurgulanan “üretilen mal ve hizmetler” olgusu, milli gelirdeki artış ile üretimdeki artış arasındaki sebep-sonuç ilişkisini ortaya koymakta ve üretimdeki artış doğrudan toplumun refah ve zenginliğindeki artışa yansımaktadır.  Toplumun refah ve zenginliğindeki artış, ancak milli gelirin enflasyon, nüfus artışı gibi etkenlerden arındırılmış hali için anlamlı olmaktadır.  Bu noktada toplumlar arasındaki nispi zenginlik seviyesinin diğer bir ölçütü olan kişi başına milli gelir daha da önemli hale gelmektedir.

Göreceli bir kavram olan zenginliğin kaynağını oluşturan gelişmişlik kritik noktayı işaret etmektedir.  Örneğin petrol gibi doğal kaynaklar açısından zengin olan bir ülkenin, konjonktür ortam nedeniyle zenginliğin ana kaynağını petrol oluşturması, her zaman için o ülkenin gelişmişliğini ortaya koyamamaktadır.  Zenginliğin merkezinde yüksek katma değerli üretim gücünün tesisi yer almışsa gelişmişlikten bahsedilebilmektedir.  Gelişmişliğin temel ölçütlerinden birisi daha ileri teknoloji yaratabilmek, diğeri ise üretim potansiyeli artışını sürekli kılabilmektir.  İleri teknoloji yaratabilmek ve üretim potansiyelini artırmak toplumsal verimliliğe de bağlı kalmaktadır.  Sanayi tabanını oluşturamamış doğal kaynak zengini ülkeler, bu kaynakların azalan verimliliği karşısında orta ve uzun vadede zenginliklerini devam ettirme olanağı bulamamaktadırlar.  Bu bakımdan gelişmişliği esas alan zenginliğin tesisi üretim gücünün tesisinden, üretim gücünün tesisi ise toplumsal verimliliğin oluşturulması yanı sıra yüksek katma değerli üretime yönelik yatırım faaliyetlerinin sürekliliğinin sağlanmasından geçmektedir.

Büyük kıyımlara yol açan ve sıklıkla ortaya çıkan dünya ölçeğindeki savaşların 65 yıldan bu yana çıkmaması bir yana tıp dünyasındaki ilerlemeler, çağımızdaki insan nüfusunun çok daha hızla artmasına neden olmaktadır.  Artan nüfus, ihtiyaç duyduğu mal ve hizmetlere yönelik talebi de artan hızla körüklemekte ve bu durum üretim gücünü tesis edebilmiş ülkelerin daha da zenginleşmesine, diğer bir ifadeyle toplumlar arası gelişmişlik farkının daha da derinleşmesine yol açmaktadır.

Milli gelir arz ve talep yönündeki bileşenleriyle düzenlendiğinde,  Y milli gelir,  C tüketim harcamaları, S  yapılan tasarruf,  T vergi,  I yatırım harcamaları,  X ihracat geliri,  M ithalat gideri,  G devletin harcamaları olmak üzere;

 Y = C + S + T                             (1)
 Y = C + I + G + (X – M)             (2)

Denklemlerine ulaşılmakta ve her iki denklemin eşitlendiği noktada yani milli gelirde arz-talep dengesinin oluştuğu noktada

 (S – I) + (T – G) = (X – M)            (3)
Denklemi ile makro ekonomik denge kurulmaktadır.

Yatırım faaliyetleri, ülke ekonomisinin ve zenginliğinin tesisi açısından, daha da önemlisi gelişmiş ülkelerle aradaki farkın kapatılması açısından çok büyük önemi haizdir. Yatırımlar mevcut sermaye birikimine yapılan net ilaveler olarak tanımlanmakta ve gelişmekte olan ülkelerde gelişmişlik farkının kapatılması yatırım hızına bağlı kalmaktadır.  Bu bakımdan yatırımlar bir anlamda ülkenin geleceğinin garanti altına alınması yöntemidir.

Yatırımlara yönelik tek kaynak, üretim neticesinde yaratılan kaynakların (gelirlerin) tüketilmeyen kısmı yani tasarruflardır.  Yatırımlara yöneltilen tasarruflar ülkenin kendi öz tasarrufları olduğu kadar yabancı tasarruflar da olabilmektedir.  Günümüzün küreselleşme olgusu altında özellikle gelişmekte olan ülkeler için yatırımların, kredi ya da borçlanma mekanizması sayesinde, yabancı tasarruflarla finanse edilmesi giderek daha da ağırlık kazanmaktadır.  Ancak borçlanma maliyeti yanı sıra ana para ödeme şartları, borç ya da kredi verenin ortaya koyabileceği bazı özel şartlar, ya da istenilen nitelikte borç bulmadaki zorluklar, yatırım hızı üzerinde öz tasarruflara göre yabancı tasarrufların olumsuz konumunu ortaya koymaktadır.  Bu bakımdan yatırımlar için esas olan öz tasarruflar olup yabancı tasarruflar öz tasarruflara destek açısından önem kazanmaktadır. 

Zengin ülkelerde tasarruf güdüsü fakir ülkelere göre çok daha güçlüdür.  Diğer taraftan ülkenin öz tasarrufu ile ilgili davranışı her şeyden önce toplumsal verimliliğin bir öğesi olup, ülke insanının tüketim kadar tasarrufu da ön plana çıkarması kültürel birikimin bir sonucudur.  Günümüzde Almanya, Japonya ve Çin gibi ekonomide atılım yapmış ve yapmakta olan ülkelerde ana unsur, tasarrufların yeterli düzeyde olması,  bu tasarrufların yatırıma dönüştürülerek sermaye birikiminin çoğaltılması ve üretim potansiyelinin artırılması, diğer bir ifadeyle üretim gücünün tesis edilmesidir.  Halen dünyanın en büyük ekonomik gücü olan ve 20. Yüzyılın ilk üç çeyreğinde dünyanın en büyük üretim gücünü teşkil eden ABD’nin son dönemlerdeki ekonomi alanındaki nispi gerilemesi ve büyük borç stokları ile bütçe açıklarıyla karşı karşıya kalması hususu,  esas olarak toplumun giderek tüketim toplumu haline gelmesine ve tasarrufların yeterli düzeye çıkamamasına bağlanmaktadır.    

Küreselleşen dünyada serbest ekonomi düzeninde üretim merkezleri için rekabet edebilme olgusunun önemi giderek büyümektedir.  Üretim merkezleri verimliliği artırarak rekabette avantajı yakalama adına giderek ARGE faaliyetlerine, inovasyona, ölçek ekonomisinden yararlanmaya, otomasyonda yoğunlaşmaya yönelmekte ve üretim sürecinde üretim faktörlerinden sermayenin payı daha da büyüme eğilimine girmektedir.  Üretimde sermaye payının artması, göreceli olarak işgücü payının azalması anlamına gelmekte, bu durum işgücünde uzmanlaşmaya, eğitimde kaliteye dolayısıyla toplumsal verimlilikte artışa giden yolu açmakta ve işsizlik oranı ancak artan üretimle birlikte azalma pozisyonuna girmektedir.  Bu bakımdan üretim faaliyetleri için sermaye çok önemli bir unsur olmakta ve sermeye birikim hızı yatırım hızı ile özdeşlik göstermektedir.

Yeterli ölçekte yüksek büyüme hızının sürdürülebilmesi hususu, gelişmekte olan ülkelerde, gelişmişlik farkının kapatılabilmesi sürecinin merkezinde yer almakta ve üretim faaliyetlerinden milli gelirde yüksek büyümeyi sağlaması beklenmektedir. Milli gelirde yüksek büyümeyi yada genleşmeyi sağlayan harcama kalemleri milli gelir artışından bağımsız özellik gösteren otonom harcama kalemleridir.  Otonom harcamaları 1’den büyük bir değere sahip çoğaltan katsayısı kadar milli gelirde genleşmeye yol açmaktadır.
Yukarıda (2)  numaralı milli gelir özdeşliğindeki tüketim harcamaları C=A+mY şeklinde doğrusal modele yakınlık göstermektedir.  Burada A terimi otonom harcamayı,  m terimi marjinal tüketim eğilimini,  Y terimi ise milli geliri betimlemektedir.  Modelden de görüleceği gibi tüketim harcamalarının küçük bir bölümü otonom harcama niteliğinde olabilmektedir.  Diğer bir harcama kalemi olan yatırım harcamaları I=Io–bi şeklinde yine doğrusal bir modelle gösterilebilmektedir.  Burada Io terimi otonom yatırım harcamalarını,  i terimi faiz oranını,  b terimi ise faiz oranına göre marjinal yatırım eğilimini göstermektedir.  Bu modelden de görüleceği gibi yatırım harcamalarının bir kısmı otonom harcama niteliğine sahip olabilmektedir.  Milli gelir özdeşliğindeki G devletin harcamaları dışsal ya da verilmiş bir veri olarak milli gelir hesaplarına alındığında ağırlıklı olarak otonom harcama niteliği taşımaktadır. 

Milli gelir özdeşliğindeki M ithalat kalemi büyük ölçüde milli gelir artışına bağlı kalırken, ihracat harcamalarının yurtdışı yerleşiklerinin kararına bağlı olması hususu X ihracat harcama kalemine hemen hemen tümüyle otonom harcama niteliği kazandırmaktadır.  Bu bakımdan nispi olarak milli gelirde büyük genleşme sağlama potansiyeli ihracat faaliyetlerinde yoğunlaşırken, ithalat harcamaları da milli gelir üzerinde azaltma etkisini göstermektedir.  Ayrıca daha önceden ithal edilen bir mal ya da hizmetin yurt içinde üretilmesine başlanması (ithal ikamesi) ve ihraç edilmesi durumu, milli gelir özdeşliğindeki M ithalat harcamalarını ayrıca azalttığı için, dolaylı olarak yapılan ihracatın milli gelirde yaratacağı genleşme potansiyelini daha da artırmaktadır.  Bu durum, ihracat odaklı üretim yapan ve net ihracat fazlalığını yakalayabilen ülkelerde yüksek ve sürdürülebilir büyüme hızının yakalanması olasılığının çok büyük olduğunu göstermektedir.  Diğer taraftan net ihracat fazlalığının cari açığın azaltılması veya cari fazlalığın yakalanması üzerindeki etkisi de açıktır.  Kaldı ki ihracat faaliyetleri karşısındaki potansiyel pazar tüm dünya olabilirken, iç piyasaya yönelik faaliyetler ancak ülke nüfusu ile sınırlıdır.   

Buraya kadar dile getirilen husus, ekonomide diğer unsurlar değişmezken ihracattaki artış ile birlikte ithalattaki azalmanın milli gelirde yaratacağı büyük genleşme potansiyelidir.  Ekonomiye etki yapan pek çok faktör mevcut olup, bu faktörlerin etki durumları çok farklıdır.  Faktörler birbirlerinin sebebi olabildiği kadar, devam eden süreçte birbirlerinin sonuçları da olabilmekte, birbirlerini tetikleyerek sebep-sonuç ilişkisinde kısır döngü içine de girebilmektedirler.  Ekonomi mal ile para ve varlık piyasalarının dengeleri üzerinde yürümektedir.  Diğer yandan küreselleşen dünyada dış ülkelerin ekonomik durumu ülkenin ekonomik durumuna doğrudan ve dolaylı büyük etkilerde bulunabilmektedir.  Bu bakımdan, ekonomi yönetiminde, birbirlerine göre ters etkide bulunabilen iç ve dış faktörler arasında ince bir dengenin oluşturulması gerekli olmakta, bu nedenle ekonomi yönetimi bir bilim olduğu kadar bir sanat olma niteliği de taşımaktadır.  Bu bakımdan salt ihracata ağırlık veren bir ekonominin sırf bu yüzden büyümesi tezi her zaman doğru olmayabilir.  İfade edilmeye çalışılan husus, ekonomi yönetiminin yeterli ölçüde net ihracat fazlalığını tesis edecek şekilde uygun ekonomi politikalarını yürütmesi halinde daha hızlı bir büyüme ve kalkınma hızını yakalayabileceğidir.  Özellikle 2. Dünya Savaşı sonunda Almanya ve Japonya,  günümüzde ise Çin gibi ülkelerin toparlanmaları ve dünyanın öne çıkan ekonomileri olmalarının temelinde, uygun ekonomik politikalar ve kültürel birikimler çerçevesinde tasarrufların yeterli düzeye çıkarılması, gerektiğinde dış  kaynaklardan da yararlanılarak yüksek yatırım hızların sağlanması ve ihracat odaklı üretim sistemleriyle net ihracat fazlalığının tesisi edilerek yüksek büyüme hızlarının yakalanmasında yatmaktadır.    

DENİZCİLİĞİN VE DENİZYOLU TAŞIMACILIĞININ EKONOMİDEKİ YERİ

Yüzeyinin yaklaşık üçte ikisinin denizlerle kaplı olduğu dünyamızda denizyolu taşımacılığı çağlar öncesinden itibaren toplumların kullandıkları ana taşımacılık yollarından birisi olmuştur.  Demiryolu ve havayolu taşımacılığının uygulamaya konmasından çok daha öncesinde denizyolu taşımacılığının ağırlığı büyüktü.  Dünyanın keşfi, kıtalararası ulaşım ancak denizcilikteki ve denizyolu taşımacılığındaki ilerlemelerle mümkün olabilmiş ve günümüzün pek çok kalkınmış ülkesindeki ekonomik gelişimde denizcilik önemli bir etken teşkil etmiştir.  Örneğin Hollanda’nın ekonomik gelişimde ve sermaye birikiminde, bu ülkenin 16. ile 18.yüzyılları kapsayan dönemde uluslar arası deniz taşımacılığındaki başarısının büyük payı bulunmaktadır.  Aynı şekilde ABD, Japonya, İngiltere gibi ülkeler denizcilikte ve uluslar arası deniz taşımacılığında söz sahibi olarak ekonomilerine büyük güç sağlamışlardır.

Günümüzün denizcilik ve uluslar arası deniz taşımacılığı, giderek artan dünya ticaret trafiği nedeniyle daha da önem kazanmıştır.  Dünyada uluslar arası dış ticaretin %80’ninden fazlası denizyolu taşımacılığı kanalıyla yapılmaktadır.  Uzun mesafeler için denizyolu ile yapılan taşımacılık, demiryolu taşımacılığa göre 3.5 kat, karayolu taşımacılığa göre de 7 kat daha az maliyetle yerine getirilebilmektedir.  Bu bakımdan dünya ticaretinde denizyolu taşımacılığı ve bu taşımacılığın kara ayağını teşkil eden deniz limanları ülke ekonomisi açısından çok büyük önemi haizdir. 

Toplumların birbirlerine karşı üstünlük kurma mücadelesinde ulaşım ve ticaret yollarının denetim altına alınması ve geliştirilmesi stratejik bir olgudur. Ortaçağda ve Yeniçağda ticaret ağırlıklı olarak Doğu-Batı ekseni üzerinde yürümüş ve bu dönemlerdeki büyük güçler de bu eksen üzerinde yükselmiştir.  Çağımızda bu eksene ABD ve Japonya gibi ülkeler katılmış ve ABD dünyanın en büyük ekonomik ve askeri gücü haline gelmiştir.  Bugün pek çok ülke jeopolitik ve stratejik konumlarını da kullanarak transit limanlarını, toplama ve dağıtım limanlarını oluşturma yoluyla uluslar arası ticaretin kendi ülkeleri üzerinden yürümesi yönünde büyük bir rekabet içine girmişlerdir.

Ekonominin giderek büyüyen ve kendi kendini besleyebilen bir sürece girmesi için özellikle alt yapı niteliği taşıyan yatırımların devreye sokulması hayati önemi haizdir.  Alt yapı niteliği taşıyan yatırımların başında da ağırlıklı olarak ulaştırma yatırımları gelmektedir.  Ekonomiler ancak belli bir büyüklüğe ve olgunluğa gelmesinden sonra artan milli gelirle beraber uyarılmış yatırımlar söz konusu olabilmekte ve ekonomi kendi kendini besler hala gelebilmektedir.  Bu bakımdan ekonominin fitilini ateşlemeye yol açacak temel alt yapı yatırımları otonom yatırımlar niteliği taşımaktadır.  Benzer şekilde dünya ticaret hacminin artmasına paralel olarak artan uluslar arası deniz taşımacılılığına yönelik yatırım kararlarında, ülke ekonomisindeki ya da milli gelirdeki büyümeden çok uluslar arası ticari gelişmeler söz konusu olduğundan, uluslar arası denizyolu taşımacılığına dönük gemi inşa ve tersane yatırımları da otonom yatırım kapsamına girmektedir.

Diğer yandan, bir ülkeye ait gemilerin yabancı ülkelerin mallarını diğer yabancı ülkelere taşıyarak uluslar arası denizyolu taşımacılığında yer alması, bu taşımacılık hizmetine ihracat niteliği kazandırmaktadır.  Aynı şekilde ülke limanlarında yabancı gemilere ve transit yüklere verilen hizmetler de ihracat niteliğindedir.

Uluslar arası denizyolu taşımacılık hizmetleri yanı sıra yabancı gemilere ve transit yüklere limanlarda verilen hizmetlerin ihracat niteliğinde olması, tüm bu hizmetleri milli gelir özdeşliğinde otonom harcamalar kapsamına sokmaktadır.  Benzer şekilde liman alt yapıları ve uluslar arası denizyolu taşımacılığına yönelik gemi ve tersane yatırımları da milli gelir özdeşliğinin otonom harcamalar kapsamındadır.  Açıkça görüleceği gibi, uluslar arası denizyolu taşımacılığına yönelik yatırım ve taşıma hizmetleri milli gelirde çoğaltan katsayısı kadar genleşme yaratabilmekte ve sermaye birikimi ile ülke kalkınması üzerinde özel bir öneme sahip olmaktadır. Bu bakımdan üç tarafı denizlerle çevrili ülkemizde denizcilik ve deniz taşımacılığı, gereken önemin ve teşvikin verilmesini fazlasıyla hak etmektedir.  

MARİNALARIN EKONOMİDEKİ YERİ

Turizm sektöründe de yer alan marinalar ağırlıklı olarak deniz tesisleridir.  Mendirekleri, sahil tahkimatı, sabit rıhtımları, çevreye uyum düzenleriyle marinalar aynı zamanda alt yapı niteliğini de haizdir.  Diğer taraftan marina varlığının bölgedeki emlak ve inşaat piyasasına, turizm piyasasına, tekne bakım-onarım faaliyetlerine, yat imalat sektörüne, yan sanayi piyasasına doğrudan uyarıcı etkisi söz konusudur.  Bu bakımdan marinaların, kısa sürede bölgenin cazibe merkezi haline getirilmesinde ve hızla kalkınmasında etkin rol oynama potansiyeli yüksektir.

Marinaların birer alt yapı olma ve birçok yatırım için uyarıcı rol oynama özellikleri yanı sıra, çevrenin korunması, turizm kalitesinin ve gelen turistin niteliğinin yükselmesi üzerinde de derin etkileri söz konusudur.  Ülkemiz marinalarına yönelik müşteri grubunu yerli yatlarla birlikte ağırlıklı olarak yabancı yatlar oluşturmakta, bu bakımdan, ülkenin milli gelirindeki artıştan çok dünyadaki yabancı yat sayısındaki ve bu yatların Türkiye’yi ziyaret etme iştahındaki artış, marina yatırımlarına yol açan ana etkeni oluşturmaktadır.  Ülkemizde marinaların kurulduğu sahil ve deniz alanları kamunun mülkiyetinde olup, marina yatırımları için devletin bazı teşvikleri hatta birçok marina yatırımının devlet tarafından yapılıp işletilmek üzere özel sektöre devredilmesi söz konusu olmuştur.

Yukarıda belirtilen tüm hususlar marina yatırımlarına,  özellikle de bölgesinde ilk kurulanlara otonom yatırım niteliği vermektedir.

1940’lı yıllardan sonra tüm dünyayı etkisi altına alacak ve insanlığın birikimlerini, kaynaklarını tüketecek kapsamda herhangi büyük bir savaşın çıkmaması, geçmiş dönemlere göre insanlığın birikimlerinin, refah ve zenginliğinin sürekli yükselmesine ve varlıklı insan sayısının da giderek artmasına yol açmıştır.  Sayısı artmakta olan varlıklı insanlar deniz turizmine, ağırlıklı olarak yat turizmine daha fazla yönelmekte, bu yönelme yatlara karşı talepte artışa yol açarak dünya yat filosunun büyümesine neden olmakta ve bu durum yatların konakladıkları marinaların varlığına giderek daha da önem kazandırmaktadır.

Ülkemizde 20’nin üzerindeki küçük ve orta ölçekli marina mevcut olup, bu marinalarda nitelik açısından uluslar arası düzeyde hizmet sunulmaktadır. Ancak dünyadaki yat filosunun yaklaşık yarısına ev sahipliği yapan Akdeniz çanağı için ülkemiz marinalarının yarattığı kapasite payı ve ülkemizin yat turizminden aldığı pay hiç hak etmediği ölçüde küçük kalmaktadır.  Bu bakımdan hizmet kalitesi açısından üstünlük gösteren ülkemiz marinalarının sayısal yeterliliğinden bahsetmek mümkün olamamaktadır.

Türk marinalarını ziyaret eden yatlar, bayrakları açısından marinadan marinaya değişim gösterse de, ağırlıklı olarak yabancı bayraklı yatlar olup, sahipleri de genelde yabancı özel ya da tüzel kişilerdir. Mevzuatımızda, özellikle KDV kanununda bir mal veya hizmetin ihracat niteliğinde olabilmesi için teslimatın yurtdışındaki müşteriye yapılması ve satılan mal veya hizmetten yurt dışında yararlanılması koşulları getirilmiştir.  Uluslar arası hukuka göre gemi ya da yat ait olduğu ülkenin toprağı kabul edilmekte olduğundan, marinada konaklamış bir yabancı bayraklı yata teslim edilen mal veya hizmetin yurtdışı yerleşiğe yapılması ve teslimattan da yurt dışında yararlanılması durumu doğmaktadır.  Bu bakımdan marinalarda yabancı bayraklı yatlara teslim edilen mal ve hizmetler tümüyle ihracat niteliği taşımaktadır.

Gerek yatırım dönemindeki yatırım harcamalarının otonom harcama niteliğine sahip olması, gerekse işletme dönemindeki üretim faaliyetlerinin ağırlıklı kısmının ihracat karakteri göstermesi nedeniyle bu harcama kaleminin de otonom harcama niteliğini taşıması, marina yatırımlarını, milli gelirde yaratacağı büyük genleşme nedeniyle, ülke ve bölge kalkınması açısından çok olumlu bir pozisyona sokmaktadır.  Bu bakımdan marina yatırımlarına ve marina işletmeciliğine gereken önem ve teşviklerin sağlanması ülke ekonomisi açısından büyük önem arz etmektedir.


KAYNAKÇA:
1) Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri; Paul Kennedy,
2) Türkiye Tarihi; Metin Kunt, Suraiya Faroqhi, Hüseyin G. Yurdaydın, Ayla Ödekan,
3) AnaBritannica,
4) Makroekonomi;  Rudiger Dornbusch , Stanley Fischer,
5) Matematiksel İktisadın Temel Yöntemleri; Alpha C. Chiang,
6) Ekonnmipolitikası: Mahfi Eğilmez, Ercan Kumlu
7) Türk Limanlarının Karşı Karşıya oldukları riskler; Mehmet Gedik, www.denizhaber.com,
8) Türk Limanlarının Karşısındaki Rekabet Riski; Mehmet Gedik, www.denizhaber.com,
9) Türkiye’de Yatçılık ve Marina Sektöründe Durum; Mehmet Gedik, www.denizhaber.com,