100 yıl ara ile Türkiye ve Fransa ilişkileri

Kurtuluş Savaşımızın silah gücü, yani demiri; 1920-1922 arasında enerjisini Mustafa Kemal ve Lenin dostluğundan ve stratejik ittifakından alan güçle Rusya’dan sağlandı. Kurtuluş Savaşının kanı, yıkım ve işgale başkaldırarak kutsal isyanı başlatan Anadolu halkının asil kanı ile sağlandı. Kuvayı Milliye güç toplarken, henüz Birinci Meclis ilan edilmeden kutsal isyanın ilk büyük başarısı, 12 Şubat 1920 tarihinde Kahramanmaraş’ın Fransız- Ermeni işgalinden kurtulmasıyla sağlanır. Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin çatısı altında örgütlenen Maraşlılar, 22 gün süren savaş sonunda pek çok evladını şehit verir, ancak Kutsal İsyanın ilk büyük zaferini elde ederek Maraş’ı işgalden kurtarır. Fransızlar yenilmiştir. 11 Nisan 1920 ‘de Urfa’nın Fransız işgalinden kurtuluş haberi gelir. Yokluk içindeki Anadolu Fransızları yenmiştir. 2 ay sonra benzer bir zafer haberi Karadeniz kıyısından gelir. 8 Haziran 1920 tarihinde Karadeniz Ereğli Kömür ocaklarını kapitülasyonlar kapsamında işleten Fransızlar çıkarlarını korumak için şehri işgal ederler. Ancak 10 gün sonra kahraman Ereğli halkının direnişi sonunda 18 Haziran’da geri çekilmek zorunda kalırlar. Fransızlar 10 gün ancak dayanabilmişlerdir. Fransızlar yine yenilmiştir.

DENİZLERDEKİ ZAFER: ALEMDAR

1921 yılı Karadeniz Ereğli ve Kurtuluş Savaşının deniz cephesinde yeni bir sayfa açmıştır. Kuvayı Milliye Donanmasına katılmak üzere İstanbul’dan kaçan Seyr-i Sefain İdaresine bağlı Alemdar Gemisi 26 Ocak 1921 günü, Ereğli liman açıklarında G27 bordo numaralı Fransız gambotu tarafından durdurulur ve gemiye el konulur. 9 Şubat 1921’de G27 gambotu refakatinde, gemide bulunan 1 Fransız Subayı ve 4 silahlı er ile Ereğli’den İstanbul’a hareket eden Alemdar, personelinin büyük kahramanlığı ile gemideki Fransızları esir alır ve Ereğli’ye rota verir. Bu arada, Serdümen Recep şehit düşer. Refakatteki G27 gambotu Alemdar’ı durdurmayı başaramaz. Limana yaklaşırken Ereğli halkı ve sandalcıları Alemdar’a destek vererek geminin kumluk bir alanda karaya oturtulması sağlanır. Sonuçta Fransız deniz kuvvetlerinin bir subayı ve 5 eri savaş esiri statüsünde Ankara Hükümetine teslim edilir. Fransızlar büyük tehditlerle esirlerini, silahlarını ve gemiyi geri isterler. Ankara karşı taleple esirlerin ve silahların geri verilebilmesini şartlara bağlar. Sonuçta 17 Şubat 1921 günü Anadolu Hükümeti ilk kez işgalci bir devlet ile anlaşma imzalar. “Alemdar Antlaşması” na göre iade edilecek Fransız esirlerin karşılığında, Karadeniz’de karasuları içindeki Türk bayraklı gemilere dokunulmayacak; Alemdar Ereğli’de kalacak ve hareket etmeyecekti. (Son koşula rağmen 29 Eylül 1921 tarihinde Alemdar, milli kuvvetler tarafından Trabzon’a kaçırıldı.)

ANKARA ANTLAŞMASI

Kuvayı Milliye ruhu denizde ilk kez büyük bir başarı kazanmış ve denizciler I. İnönü zaferinin moral üstünlüğüne, denizden Fransızlara karşı kazanılan bir zaferle destek olmuşlardı. 1 Nisan 1921’de II. İnönü zaferi geldi. Sakarya Zaferinden kısa süre sonra Fransa, Ankara Hükümeti ile yakınlaşarak 20 Ekim 1921 tarihinde imzalanan Ankara Antlaşması ile Anadolu’daki işgalini sonlandırdı. Bu anlaşma ile önceden çekilen İtalya’ya ilaveten itilaf devletlerinin birliğinde büyük kırılma oluştu. Bu anlaşma ile ayrıca Fransa Hatay’ın özerkliğini de tanımıştı. Üst üste Fransızlara ve Yunanlılara karşı elde edilen zaferler ile artık yeni Türkiye tüm dünyaya “ben buradayım” diyordu. Fransa gibi dönemin sanayi ve asker devi bir devlete karşı elde edilen bu başarılar Kurtuluş Savaşının en büyük moral gücünü oluşturdu. 3 Aralık 1921 tarihinde Mustafa Kemal, Fransız kadın gazeteci Berthe Gheorges-Gaulis ile görüşmesinde şöyle diyordu: (B.G.Gaulis, Çankaya Akşamları, Örgün Yayınevi): “Bugün Ordu bağımsızlık uğruna savaşıyor. Türk milleti aldatılmak istemiyor. Onun olumlu gerçekleşmelere ihtiyacı var. Boş hayaller bize çok pahalıya mal olmuştur. Ben Panislamist değilim. Biz Türk’üz. Hepsi o kadar. İyi Müslümanlar olarak kalmak bize yeter. Asya için olduğu gibi, Avrupa için de töremiz aynıdır. Dostlarımız olacaktır. Tam bağımsızlığımızı koruyacağız. Her şeyi Türk olma noktasında göreceğiz. Bu gerçekçi bir düşünüştür. İmparatorluğu yıkan ideolojiye karşı bir düşünüş. İttifaklar iktidar için birer engel olmayacak, onu ufaltmayacak, bunların birini diğerine karşı kullanmayacağız. Onlara karşı da her zaman toprak ve siyaset bütünlüğümüzü saklı tutacağız. Devamlı dostluklar kurmanın tek yolu bu değil midir?’’

ÇANAKKALE OLAYI

Mustafa Kemal yukarıdaki sözlerine sadık kalarak büyük bir askeri zafer ile 9 Eylül 1922 tarihinde Anadolu’nun kurtuluşunu İzmir’de mühürler. Geriye Trakya ve İstanbul kalmıştır. Bölge itilaf devletleri kontrolünde tarafsız bölge olarak korunmaktadır. Türk ordusu kuzeye yönelmiştir. Askeri denge Türkiye lehinedir. Gerilim artmıştır. 22 Eylül 1922 tarihinde İstanbul’daki İngiliz İşgal Orduları Başkomutanı General Harrington, Lloyd George Hükümetine çektiği telgrafta, ‘’Mustafa Kemal, tarafsız bölgeye girerse karşısında İngiltere ve dominyonlarını bulacaktır’’ der. Aynı gün Fransız Başbakanı Poincare, Paris’te İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a, “Mustafa Kemal kuvvetleri ileri yürümek istiyor. Mustafa Kemal onları frenlemeye çalışıyor. Çatışmayı önlemenin tek yolu Mudanya Konferansını başlatmaktır” diyordu. Bu tarihi açıklama daha sonra zaten yalnızlaşan ve gücü tükenen İngiltere’de Hükümet ve Parlamentoda Türk güçlerine silahla müdahale konusunda fikir ayrılıklarına neden oldu. Bu arada İngiltere’nin dominyonu Kanada’nın kendi parlamentolarına sorulmadan kendi askeri güçlerinin yeni bir Türk-İngiliz savaşında kullanılma kararını protesto ederek bağımsız Kanada’yı ilan etmeleri İngiltere’yi geri adıma zorladı. Türk ordusu Trakya ve İstanbul’u geri aldı. Tarihe Çanakkale Olayı (Chanak Affair) olarak geçen bu süreçte, kapıyı aralayan Fransa olmuştur.

HATAY’IN CUMHURİYET TOPRAKLARINA KATILMASI

Fransa’nın Türkiye’ye Kurtuluş Savaşı boyunca sağladığı en önemli dolaylı katkı, Türkiye ile giriştiği her askeri faaliyette yenilerek sağladığı moral destek olmuştur. Fransızlar karşısında kolayca elde edilen askeri zaferler diğer cephelere müspet psikolojik destek sağlamış, diplomasi ve siyaset masasında uygulanan başarılı stratejiler sayesinde de Fransa itilaf devletlerinin hegemonik cephesinden uzaklaştırılmıştır. Bu başarılarda Fransa’nın kendi tarafında savaştırdığı Müslüman sömürge devlet askerlerinin taraf değiştirdiklerini de hatırlatalım. Lozan Antlaşması ve Montreux Sözleşmesi ile Trakya ve Anadolu’da mutlak egemenlik sürecini tamamlayan Türkiye Cumhuriyeti için 1937 yılına gelindiğinde, Fransa ile geriye kalan tek egemenlik sorunu Hatay meselesiydi. Bu süreç de, Mustafa Kemal Atatürk sayesinde silahlı güce başvurulmadan diplomasi ile halledildi. Böylece Anadolu’nun güneyinde Mezopotamya’nın denize çıkan stratejik alanında kuzey güney istikametinde bir kama ile Anadolu emniyete alındı. Hatay Anadolu’ya katıldı. 100 YIL SONRA Türkiye özellikle 1945 sonrası etki alanına girdiği Avrupa Atlantik yapı içinde önemli yere sahip olan Fransa ile ilişkilerini gerek NATO üyeliği gerekse Avrupa merkezli uluslararası kuruluşlardaki ortaklıkları çerçevesinde genelde Fransa lehinde sürdürdü. Örneğin, 1956 Süveyş krizi ve 1958 Cezayir bağımsızlık oylamasında ezilen Mısır ve Cezayir tarafında yer almaktansa, emperyalist Fransa’nın yanında yer aldı. Buna rağmen Fransa’nın gerek Kıbrıs ve Ege krizleri, gerekse 1915 Olayları ile ayrılıkçı Kürt hareketlerinde Türkiye karşıtlığı rekor seviyede tavan yapabildi. Söz konusu sorun alanlarında Fransa, Türkiye ile NATO içinde bir müttefikten çok, düşmanca bir tavır almaktan çekinmedi.

Genelde Türkiye’yi Bon Pour L’Orient (Küçük görme anlamında, doğu için iyidir) yaklaşımıyla özetlenebilecek bir kayıtsızlık içinde gördü. 21. Yüzyıl başlangıcında Soğuk Savaştan enerji biriktirerek çıkan Türkiye’nin Akdeniz, Afrika, Balkanlar ve Ortadoğu bölgesinde etkinliğini artırmasını kendi çıkarlarına aykırı gören Fransa’nın Türkiye aleyhtarlığı 2010 sonrası artık açık ve net Türkiye düşmanlığına terfi etti. Türkiye- Fransa ilişkileri 18 Haziran 2020 tarihinde Akdeniz’de FS Courbet Firkateyni ile Türk savaş gemileri arasında Akdeniz’de yaşanan -Fransa’nın iddiasına göre sözde atış kontrol radar aydınlatması- olayı ile dibe vurdu. Önceden kurgulanmış bir kışkırtma şeklinde cereyan eden bu olay aslında birikmiş Türk aleyhtarlığının somut bir dışa vurumu oldu. Olayı NATO faaliyeti içinde cereyan etmediği halde, NATO makamlarına incelenmesi için şikâyet eden Fransa, nükleer bir güç olmasına rağmen özgül ağırlığının çok altında bir davranış sergiledi. Ancak acemi ve tecrübesiz bir devletin davranış kalıbı içinde hareket ederek aslında yüzlerce yıllık diplomasi birikimini de reddetmiştir. Türkiye, kendi refakatindeki bir gemiye yapılan bu kışkırtmada geri adım atmamış ve kararlılığını gereksiz bir tırmanmaya neden olmadan en uygun şekilde göstermiştir. Fransa’yı Türkiye’ye karşı bu denli dengesiz davranışlara iten nedenler nedir? Bugünkü konjonktürde sadece Libya’da karşı kamplarda bulunmamız ile izah edilebilir mi? Fransa’nın Türkiye düşmanlığı dört temel alanda izah edilebilir.

Birincisi, Türkiye’nin Akdeniz’de ulusal savunma sanayinden güç alan etkin bir deniz gücü olarak ortaya çıkıp, bu gücü Mavi Vatan savunması ve deniz çıkarlarını korumak için etkin şekilde kullanması.

İkincisi, Türkiye’nin Akdeniz enerji jeopolitiğinde Güney Kıbrıs, Yunanistan ve Mısır’ın mevcut ve potansiyel doğal gaz kaynaklarının yönetiminde Fransız iradesine karşı çıkması;

Üçüncüsü, Fransa’nın son 400 yıldır etki ve ilgi sahası olan Magrip ve Maşrık havzalarında Türkiye’nin artan askeri, siyasi, kültürel ve ekonomik etkinliği. Dördüncüsü, son yıllarda örneklendiği üzere, Türkiye’nin Pakistan’da etkin olan Fransız Savunma Sanayine özellikle dört MİLGEM korvet inşa ve Fransız yapımı Agosta sınıfı denizaltıların modernizasyon projeleri ihalelerini alarak rakip olması.

Bu alanlar içinde halen en önemli çıkar çatışması Libya’da ve GKRY ile Yunanistan ikilisi üzerinden Doğu Akdeniz’de yaşanıyor. Gerek BM Güvenlik Konseyi Daimî üyeliği ile NATO üyeliği; gerekse Brexit sonrası en büyük ve tek nükleer güç olarak AB Savunma ve Güvenlik yapısındaki liderliğine rağmen karşımıza bu alanlarda dengesiz ve stratejisi olmayan bir Fransa çıkıyor. Libya’da BM tarafından tanınan UMH (Ulusal Mutabakat Hükümeti) tarafında yer almak yerine, bir savaş lordu ve darbeci general olan Hafter’i destekliyorlar. 2011 yılında BMGK kararlarına rağmen Libya’yı işgal eden ve Kaddafi’nin linç edilmesiyle yaratılan vahşet ve iç savaş müsebbiplerinin başında Fransa’nın geldiği artık evrensel gerçekler arasındadır. Buna rağmen Afrika’yı 17. yüzyıldan bu yana aralıksız sömüren bir devlet olarak Fransa, yeni Akdeniz düzeninin kendi çıkarları aleyhine tecelli etmesine direniyor. Türkiye’nin meşru UMH hükümetinin daveti ile 100 yıl sonra bölgeye gelmesine ve 950 mil öteden sağladığı destekle askeri zafer kazanılmasına tahammül edemiyor. Türkiye’nin Libya’da deniz ve hava üssüne sahip olma fikri bile Fransa’yı sıra dışı ve kontrolsüz tepkilere itebiliyor. Diğer yandan 2000 li yıllardan bu yana tedavülde olan Seville Üniversitesinin hukuk ve adalet tanımayan sözde MEB sınırlandırma haritasına büyük bir sadakatle bağlanarak, Yunanistan ve GKRY yanındaki duruşunu siyasi arenadan çıkarak, açık askeri destek seviyesine yükselten bir Fransa var karşımızda. GKRY’de garantör sıfatı olmadığı halde deniz ve hava üs temininden, Doğu Akdeniz’de Türkiye aleyhine müşterek ve birleşik tatbikatlar icra etmeye kadar dağılan, riskli ve tehlikeli hamleler içinde bulunmaya devam eden bu devlet ABD’nin yakın gelecekte boşaltacağı Akdeniz havzasında, AB’deki ortakları göz ardı ederek şimdiden başat güç olma hedefine kitlenmiş durumda. Bu durumda İtalya ve Fransa’nın gelecekteki tavrı son derece önemli olacaktır.

NASIL BİR GELECEK?

Türkiye ile Fransa arasındaki ilişkilerin 16. Asırda Kanuni Sultan Süleyman ile Kral I. Francois dönemindeki gibi olmasını beklemiyoruz. Ancak Fransa, 21. Yüzyılda büyüyen ve güçlenen Türkiye’nin jeopolitik önceliklerini anlamak ve kabul etmek durumunda olmalıdır. Bugünkü koşullar 7 yıl çatıştığımız 1914-1921 koşullarından çok farklı olsa da zamanın ruhu pek değişmiyor. 100 yıl önce Anadolu’ya çullanan sanayi devi üç ülke (İngiltere, Fransa ve İtalya) vardı. Vekil ve ucuz kan olarak üzerimize Yunan tümenlerini sürdüler. Sonu tam bir fiyasko ve Yunanistan için asırlarca unutulamayacak bir utanç ile kapandı. 100 yıl sonra Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki Mavi Vatanına çullanan benzer ülkelerin koalisyonu ile karşı karşıyayız. Vekil olarak GKRY ve Yunanistan tekrar karşımızda. Suriye’den Kıbrıs’a; Libya’dan Doğu Akdeniz sathında her alanda Türkiye karşıtlığı ve aktif hamlelerin başında da Fransa karşımıza çıkıyor. Bu durum sürdürülebilir değildir. Fransa’nın Türk halkının dostluğunu kazanması ve Kurtuluş Savaşımızda yaşananlardan tarihsel çıkarımlar yaparak, 21. Yüzyılın çok kutuplu yeni dünya düzeninde özgül ağırlığına uygun yer edinmesini tavsiye ederiz. Makaleyi, Hatay sorunu sırasında Mustafa Kemal Atatürk’ün 23 Ocak 1937 tarihli Kurun (Vakit) Gazetesi’nde gazeteci Asım Us’a yazdırdığı başmakaledeki mesajı ile bitirelim: “Acaba Fransız devlet adamlarının bu işi böyle çıkmaza sokmaktan amaçları ne olabilir? Doğrusunu söylemek gerekirse biz bunu anlıyoruz. Anladığımızın açıklaması da şudur: Fransa’nın başına her nasılsa baş diye üşüşmüş olan bu efendiler, idare etmekte oldukları büyük Fransız Milleti’nin nasıl idare olunacağını bilmedikleri gibi, Hatay sorunu ile millî alâka güden yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin haklarını müdafaa ve gereğinde onların yerine getirilmesi için göstereceği fiilî enerjiyi de takdirden uzak bulunmaktadırlar.”

 Cem Gürdeniz  28 Haziran 2020 01:11