1951 yılında Madura Şarabı yüklü bir İngiliz gemisi Portekiz’den aldığı yükü İskoçya’ya götürmek üzere yola çıkmıştı... Altı günlük yolculuğun ardından, Edinburgh Limanı’na yanaşarak yükünü tahliye etti. Görünürde hiçbir problem yoktu? Ancak görünmeyende fırtınalar kopacaktı... Zira kalkış öncesinde bir denizci, unutulan şarap kolisi kalıp kalmadığını kontrol etmek için soğuk hava deposuna girmiş ve içeriye girdiğini kimseye haber vermemişti... ‘Bir bakar çıkarım’ düşüncesiyle haber vermeyi gereksiz bulmuştu belki? Oldukça pahalıya mal olan bir hataydı bu... Çünkü kalkış öncesi son kontrollerini yapan bir başka denizci de onun içerde olduğunu fark etmeyerek açık olan soğuk hava deposunu dışarıdan kilitlemişti... İçeride mahsur kalan denizci var gücüyle bağırmış, duvarları yumruklamış ancak sesini kimseye duyuramamıştı...
Ana Makine titreşimlerinden, kalkış manevrasının tamamlanıp yeniden yola çıkıldığını hisseden denizci ellerini nefesiyle ısıtmaya çalıştı... Gemi, yeniden Portekiz’e doğru yola çıkmıştı ve seyir sırasında artık kimse inmezdi buraya... Ne kadar çırpınırsa çırpınsın sesini duyurması imkansızdı artık! Çaresizce ellerini cebine götürdü. İsviçre’den aldığı küçük çakı hayatının son günlerinde tek arkadaşı olacaktı belli ki... Çakıyı bulduğuna öyle sevindi ki! Büyük bir umutla önce kapıyı açmayı denedi. Başarısız olunca öfke ile duvarı delmeye çalıştı... Başaramadı... Yapabileceği tek şey donmamak için hareket etmekti. Ayağa kalkıp biraz yürüdü ve etrafına bakındı. Depoda, mahsur kaldığı süre içerisinde onu idare edecek kadar yiyecek vardı ama ne fayda, bu dondurucu soğuğa fazla dayanamayacağını biliyordu. Duvar dibine çöküp, çakısına baktı ve ölümü beklerken en azından son bir iz bırakmaya karar verdi. Ne kadar vakti kaldıysa her anını duvarlara yazarak geçirecekti... Zaman geçtikçe duvarda acı dolu bir öykü belirmeye başladı... Soğuk önce uyuşturmaya başlamış sonrasında sinsi bir düşman gibi ellerini ve ayaklarını ele geçirmişti... İlk günün sonunda bacaklarını hissetmediğini kazımış, ikinci gün donan burnundan bahsetmişti... Üçüncü gün ise artık nefesiyle bile ısıtamadığı elleri, hislerini kaybetmeye başladığından yazısı iyice bozulmuş ve öykü sona ermişti...
Gemi Lizbon’a ulaştığında, soğuk hava deposunun kapısını açan ikinci kaptan, zavallı denizcinin cesediyle karşılaştı. Ve hemen kaptana haber verdi. Olup biteni anlamaya çalışan personel de kısa zaman içinde kapı ağızında birikmişti. Hep birlikte duvardaki acı öyküyü okudular ve hayretten dona kaldılar! Zira İskoçya’ya götürdükleri Madura Şarapları 18 derecede taşınmayı gerektirdiğinden soğuk hava deposunun soğutma sistemi çalıştırılmıyordu. Üstelik yolculuk sırasında depo sıcaklığı 1 derece kadar daha yükselmişti! Buna rağmen kurtuluşu olmadığına inanan mahsur denizci, 19 derece sıcaklıkta donarak can vermişti...

...
 Gazeteyi kapatıp, pencereden şöyle bir dışarı baktım... Sokaklar sessizliğe bürünmüştü. Bu noktaya nasıl geldiğine inanamayarak baktım sokaklara. Tıpkı bilimkurgu filmlerindeki gibiydi... Ölümcül bir virüs Dünya’yı tehdit ediyor, vaka ve ölü sayısı gün geçtikçe artıyor ve her gün birbirinden sert önlemler uygulamaya konuyordu. Önce eğitime ara verildi... Ardından işyerleri kapanmaya başladı... Sonra 65 yaş üstü insanlara sokağa çıkma yasağı getirildi... Bu sırada yasağın genişleyeceği korkusuyla marketler ve eczaneler yağmalanmaya başlandı. Pencerenin ardında daha önce hiç tanışmadığım bir dünya var şimdi ve içeride tek başımayım...
Karantinada 15. Gün...
Adı konulmamış bir sokağa çıkma yasağı kapsamında evimin odaları içerisinde turluyordum. Taşınalı daha 2 ay olmadı. İyi ki bu virüs çıkmadan önce atlatmışım bu taşınma telaşesini diye geçirdim içimden... Biraz kafa dağıtmak için eşyaların tozunu almaya başladım.
TV ünitesinin üzerindeki kum saatini iyice silip parlattım. On dakikaya ayarlı çok zarif bir kum saatiydi bu... Bir yaş günü hediyesi idi. Dışarı çıkıp arkadaşlarımızla eğlenebildiğimiz neşe dolu günlerden küçük bir hatıra... Özlemle saati ters çevirdim. Kumlar küçük aralıktan süzülmeye başladı. Lakin tam da bu sırada arkamda bir çıtırtı hissettim. Toz bezini bırakıp arkama baktım. Hiçbir hareket yok? Yalnızlıktan kafayı sıyırmaya mı başladım acaba? Kum saatine hayranlıkla bakarken, cezvede kaynayan bir yumurtanın çıkaracağı türden bir ses geldi kulağıma... Bu defa hışımla ayağa kalkıp odanın içerisinde korkuyla göz gezdirdim. Olağan dışı hiçbir şey yoktu... Fakat duyduğum her ne ise kıpırdamaya devam ediyordu. Vileda sopasını elime alıp evin içerisinde sesi takip etmeye başladım. Salona doğru iyice arttı ve içeri girdiğimde adeta korkudan bayılmama neden olacaktı! Masanın üzerine koyduğum küçük bir süs kutusu titreşimde kalmış bir telefon gibi titriyordu!
Biraz daha yaklaşarak kutuya iyice baktım. En sevdiğim eşyalardan biriydi bu kutu... İçerisi aynayla kaplıydı ve kapağında turkuaz kanatlarının görkemiyle oturan mağrur bir tavus kuşu resmi vardı. Çok sevdiğim bir arkadaşım taşınırken ev hediyesi olarak almış ve hediye ederken ‘içine takılarını koyarsın’ demişti. Asla koymadım. Kutu öylesine sihirli gelmişti ki, içerisine takı koymak o görkemli tavus kuşunu incitir diye düşünmüştüm. Bu sebepledir ki kutu, o günden beri tüm ışıltısıyla salondaki masanın üzerinde duruyordu. Asil bir Çin vazosu gibi zarif ve tek başına...
Vileda sopasını sıkıca kavrayarak müthiş bir istikrarla titreyen kutuya doğru eğildim. Titreşimden rahatsız olan tavus kuşu görkemli kanatlarını kabartmış sıkıntıyla bana bakıyordu.
“Şu kapağı biraz daha açmazsan sanırım çığlık atacağım!”
Karantinadan dolayı hayal gücüm bana bir oyun mu oynuyordu? Korkuyla tavus kuşuna baktım. “Bana mı söyledin?”
“Yok babana!” dedi tavus kuşu. “Yahu kaldırsana şu kapağı, arayan her kim ise oldukça ısrarcı baksana kafam şişti yahu!”

 Yüzümdeki şaşkınlık daha da büyümüştü.
“Arayan mı? Yani, yani kutunun içinde biri mi var?”
Tavus kuşu küçümseyerek şöyle bir süzdü beni. Bir parça da sinirli idi...
“Peki, peki açıyorum.” Dedim ve usulca kapağı yukarı kaldırdım.
Kutuyu aralamamla birlikte kapağın arasından buz gibi bir esinti sızıverdi. Ürpermiştim. Tam kapatacakken içeriden bir ses yükseldi.
“Kapatma! Kapatma ne olur!”
Çaresiz bir erkek sesiydi bu... Korkudan mı soğuktan mı bilmem sesi titriyordu!
Kutunun kapağını ivedilikle kaldırdım. HD ekran kadar netti görüntü. Karanlık bir depoda dizleri üzerine çökmüş esmer bir adam çaresizlik içinde titreyerek ağlıyordu. Elinde küçük bir İsviçre çakısı vardı!
“Sen de kimsin!” diye bağırdım.
“Adım Ralph...” diye mırıldandı adam. “M/V COVID 19 gemisi personeliyim. Soğuk hava deposunda mahsur kaldım!”
Ne yapacağımı bilemiyordum. Korkuyla kutuyu elime aldım.
“Nasıl yani?”
“Portekiz’den İskoçya’ya şarap götürüyoruz. Gemi Edinburgh Limanı’ndan kalkmadan önce son bir kez gelip içeride şarap kolisi kaldı mı diye kontrol etmek istedim. Ancak kapıyı kilitlediler. Şimdi içeride mahsurum ve fazla zamanım kalmadı. Çok üşüyorum...”
Kutunun içerisindeki çaresiz adam karşımda küçük bir çocuk gibi hüngür hüngür ağlıyordu. Anlattıklarını zihnimde birleştirince bildiğim bir öykünün tanıdık bir kahramanı olduğunu fark ettim birden!
“Ralph!” diye bağırdım. “Sakin ol! Bak sana ne söyleyeceğim. Aslında durum düşündüğün gibi değil! İnan bana kurtulacaksın! Mahsur kaldığın o depo aslında soğuk bile değil!”
Umutsuz denizci ellerini yüzüne kapamış hıçkırarak ağlamaya devam ediyordu.
“Ralph! Ralph! Yüzüme bak lütfen, ölmeyeceksin!” dedim.
“Yalan söylüyorsun...” dedi o. “Burası bir soğuk hava deposu ve ben donmak üzereyim!”
Vileda sopası elimden kayarak yere düştü. Cep telefonu ile görüntülü bir görüşme yapıyormuşçasına kutuyu alıp sandalyeye oturdum.
“Bak Ralph, taşıdığınız şaraplar Madura şarapları ve bu şarapların 18 derecede muhafaza edilmesi gerekiyor. Aslında bulunduğun ortam 18 derece hatta daha bile sıcak olabilir! Bunu kendi kendine kuruyorsun! Soğuk olduğunu hayal ediyorsun... Sakin ol ve hissetmeye çalış!”
Ralph güçlükle ayağa kalktı, kutunun iç yüzeyinde huzursuzca dolaşıyordu.

“Hayır hayır olamaz böyle bir şey! Sen bilemezsin. Burası bir geminin soğuk hava deposu ve benim çok az vaktim kaldı!”
Önyargısını kıramıyordum!
“Lanet olsun Ralph! Bana inanmalısın, önyargın yüzünden kendini öldüreceksin!”
“Önyargı mı!” diye bağırdı hiddetle. “Sana donmak üzere olduğumu söyledim!”
Bağrışarak bu işi çözemeyeceğimiz ortadaydı. Suyuna gitmek daha iyi bir fikirdi...
“Peki” Dedim. “Sakince konuşalım tamam mı?”
“Tamam” dedi o. “Benim için çok geç... Portekiz’e varana kadar buraya kimse gelmez. Geldiklerinde ise her şey bitmiş olacak... En azından son saatlerimi güzel geçirmek istiyorum. Bana biraz kendinden bahsetsene? Kimsin? Nerelisin? Nerede yaşıyorsun?”
Başımı öne eğmiş onu dinliyordum. Bu nasıl bir sohbetti böyle! Yazık ki çaresizliğe teslim olmuş bir adamı kurtaramayacağımı idrak etmiştim. Durumu kabullenerek bir sigara yaktım.
“Aslında benim durumum da çok farklı sayılmaz...”
“Nasıl yani?” diye sordu Ralph.
“Ölümcül bir virüs Dünya’yı tehdit ediyor.” Dedim. “Evde karantinadayım. Ülkemde adı konmamış bir sokağa çıkma yasağı hüküm sürüyor. Eczaneler, marketler yağmalanmış durumda. Okullar kapalı, iş yerleri kapalı ve virüs alacağım ya da sevdiklerime bulaştıracağım korkusuyla kimse ile görüşemiyorum.”
Nefesiyle ellerini ısıtmaya çalışan çaresiz arkadaşım başını eğerek,
“Kötüymüş...” dedi. “Ama iyi tarafından düşün, en azından soğuk değil!”
İkimizde gülümsedik.
İkimizde bu Dünya da çok az vaktimiz kaldığını düşünüyor, ikimizde ölmekten korkuyorduk... O hayali bir geminin içinde, ben gerçek bir kâbusun içinde öylece arkadaş olmuştuk işte...