Lütfen sigaranızı mum alevinde yakmayın hanımefendi, dedi adını bilmediğim tok bir ses… 

“Neden?” 

“Çünkü ne zaman ki bir insan sigarasını mum alevinden yakarsa bir denizci ölür derler…” 

Keskin bir açıyla yaklaştığım şamdanın üzerinden ivedilikle doğruldum. Mum alevi hala yüzümü ısıtıyordu. 

Böyle batıl inançlara takılan biri değildim ama hassasiyeti olan bir insanı huzursuz etmektense bir sigara eksik içmenin ziyanı da yoktu… 

Paketi masanın üzerine bırakarak, saygıyla “peki” dedim. 

“Teşekkür ederim” dedi kasketli adam. Kasketin gölgesinden yüzü pek seçilmiyordu… Başını kaldırmaksızın bir süredir oynamakta olduğu kadehinden küçük bir yudum aldı… 

“Sergiyi beğendiniz mi?” 

“Henüz içeri girmedim” diye cevapladım. Ve yüzünü görebilmek için biraz tebessüm ederek, “Aslında bu sigaranın ardından girmeyi planlıyordum.” diye ekledim. 

Kasketli adam başını eğdiği yerden kaldırmıyor, aramızdaki beyaz örtülü yuvarlak masanın üzerinde kadehiyle oynamaya devam ediyordu. Kokteyl salonu; sergi alanın girişinde kurulmuş ve her biri üzerinde mum ışığıyla parlayan zarif şamdanlarla donatılmış birçok masadan oluşuyordu. Bazı masalarda tablolar arasında dolaşmaktan yorulmuş bir grup arkadaş tatlı bir kahve molası veriyor, bazısında tutkulu bir sanatsever az önce gördüğü tablonun eşsizliğini büyük bir heyecanla arkadaşlarına anlatıyordu. Böyle gezilere en az iki kişi gelmek bu yüzden daha iyidir, sergi arasında gözlemlerinizi paylaşabilir ve sıkılmazsınız. Sergi salonundan çıkan bu adam olmasaydı, sanırım bende bugün bu şansa sahip olmayacaktım. Neyse ki; henüz tanışma şerefine nail olamasam da, arkadaşım oldukça konuşkan biriydi. 

“Bu ressamın tarzı, renkleri kullanışı benim için büyüleyicidir. Sizin de beğeneceğinizi tahmin ediyorum. Umarım her tabloyu yakından inceleyecek kadar vaktiniz vardır?” 

İnsan ada da oturunca anakarada hiçbir şeye istediği kadar vakit ayıramıyor maalesef, en geç 19.30 vapuru ile döneceğim düşünülürse sahip olduğum vakti her bir tabloya ustalıkla bölüştürmem gerekecekti… Bu düşüncenin sıkıntısıyla şımarık bir çocuk gibi dudak büktüm… 

“Umarım.” 

Cevabımı kadehimdeki kırmızı şarabın sonu ile bağlayarak sergiyi birlikte gezmeyi teklif edeceğim sırada, 

“Bana müsaade” dedi kasketli arkadaşım. Şarap neredeyse genzime kaçıyordu, 

Bir kadın olarak “sergiyi birlikte gezelim” teklifinde bulunmak zaten ziyadesiyle zorken, cümleyi kuramadan terkedilmek yanaklarımın kızarmasına sebep olmuştu… 

Başını eğdiği noktadan kaldırmaksızın kasketini düzeltti ve cevap beklemeksizin hızlı adımlarla sergi salonuna girdi. 

Ağzımda tuttuğum kırmızı alev topunu yuttuktan sonra etrafıma bakınarak biraz bekledim. Az da olsa aradan zaman geçmeliydi, hemen arkasından içeri girersem kendisini takip ettiğimi düşünebilirdi? 

Kadehimle tıpkı onun az önce yaptığı gibi oynayarak, masa üzerinde yuvarlaklar çiziyordum. Huzursuzlukla geçen bir on dakikanın ardından, 

“Vakit tamam, artık içeri girebilirim.” diye kendi kendime mırıldandım. 

Takım elbiseli insanlarla dolu bu şık salonda kulağıma belli belirsiz cümleler doluyordu. Uğultu arasında seçebildiklerim; ressamın imgelerinin harikuladeliği ve simgesel tarzdaki başarısı üzerineydi… Sanatçının tablolarını ilk kez görecek olmanın heyecanıyla, kırmızıya boyalı duvarlar arasında hayranlıkla dolaşmaya başladım. 

Tablolardan ilki, sonsuz bir mavinin üzerinde dalgaları yararak ilerleyen bir Kıyı Emniyeti botuna aitti… Ve kel bir adam can sıkıcı gerçekçiliğiyle, 

“Yoo yo… Bu bot, bu açıda asla iskeleye doğru bu şekilde yatmaz…” diye söyleniyor yanındakilere engin denizcilik bilgisi ile biraz hava atmak istiyordu sanırım? Zira gözlerini bayıltarak ona bakan kızı, 

“İyi de babacığım bu bir tablo, teknik amaçla hazırlanmış bir görsel değil ki!” 

Kel adam ceketinin düğmelerinden birini çözerek göbeğini kaşıdı, 

“İyi de köpüklerin yönüne dikkat edin, eğer tekne bu açıyla iskeleye dönüyorsa köpüklerin şu açıyla ters yöne kıvrılması gerekirdi!” 

Parmağıyla işaret ettiği noktaya odaklanarak, bu adama tuhaf bir acıma duygusu ile baktım. Gerçekten önünde duran bu tablonun bu denli farkında olmayabilir miydi acaba? 

Bakışlarımdan rahatsız olmuş olacak ki parmağını tablonun üzerinden çekerek elini yeniden göbeği üzerine koydu ve diğer elini baygın gözlerle etrafı süzen ergenlik çağındaki kızının omzuna atarak koridor hizasında yürümeye devam etti. Az önce bu baba kızın durduğu noktaya gelerek tabloyu incelemeye başladım. Ve adamın parmağıyla işaret ettiği köpüklere baktığımda Kıyı Emniyeti botunun kabarık kanatlarla lacivert gökyüzünde süzüldüğünü gördüm. Bakış açısı farkı sanırım, belki de dalgaların yönünü böyle bir tabloya bakarak asla tayin edemezdim, ama oldukça şanslı olduğumu da kabul etmeliyim; zira bu uğultulu kalabalık içinde kanatlı bir Kıyı Emniyeti botu görmek herkese nasip olamazdı? 

Gülümseyerek birkaç adım attım. 

Etkileyici… Yıldızlardan Dünya’ya atılmış ve yerini bulamamış bir çıpa kayalıklar arasında tutunacak bir yer arıyor ve bir parça huzur bulabilmek için bir köşeden diğerine savruluyordu. Denizde geçen uzun zamanlardan sonra karadaki izin günlerinde çevresine adapte olmaya çalışan bir denizci olmalıydı bu çıpa? Çünkü geldiği yerde, yıldızlar ona yol göstermiş gibiydi? Astronomik seyir dersinde öğrencilerin sınav kâğıdında acı acı parıldayan Vega – Deneb - Altair üçlüsüne benziyorlardı… Gece göğünün en nadide geometrik ölçülerine sahip bu üçgeni, denizciye demir attığı yer evi dahi olsa artık sabah 9 akşam 5 çalışan dostlarına uyum sağlayamayacağını fısıldayan bir kısır döngüyü anımsatıyordu… Bu mükemmellik içerisinde kulağıma yeniden kel adamın sinir bozucu sesi çalındı… 

“Efendim, aslında birkaç çeşit çıpa vardır, mesela Admiralty demirlerin baklavalı veya üçgen tırnakları olur… Bu çizim, gemilerde kullanılan gerçek çıpa değildir.” 

Güzel bir şarkı dinlerken cd üzerindeki çizik gibi bir rahatsızlık veriyordu bu adam… Keşke kıymetli gözlemlerini akademik bir makalede toplayıp bizi bu azaptan kurtarsa idi… Neyse ki yeniden göz göze gelmeye fırsat kalmadan büyük adımlarla birkaç tablo öteye gitti… Abartılı bir mağrurlukla yukarda tuttuğu başı ile arkadan bakıldığında asabi bir Denizli horozunu andırıyordu… 

Küçük açılarla atılmış birkaç adımdan sonra çevresi bulutlarla sarmalanmış üç direkli bir yelkenlinin önünde durdum. Bu tabloyu diğerleri gibi tarif etmek imkânsızdı, gördüğüm ilk anda boğazımda bir şeyler düğümlenmiş ve sanki az önce içtiğim şarap midemde kaynamaya başlamıştı? Salonun uğultusu, tablodaki yelkenlinin altında gümbürdeyen dalgaların uğultusuna karışmıştı… Gözlerimi kapattığımda köpüklerin sıçrattığı tuzlu su zerreciklerini yüzümde hissedebiliyordum sanki… Tam da bu sırada; dalgaların uğultusuna kapılmış hayali deniz kokusunu içime çekerken, 

“Beğeneceğinizi söylemiştim.” dedi kısa zaman önce tanıştığım tok ses… “Bu sanatçının tabloları harikadır.” 

Gözlerimi aralayarak etrafıma bakındım. Kel adam birkaç metre ötede başka bir konferans veriyor, el ele tutuşan bir çift hemen arkamdaki duvarda asılı duran kuru yük gemisi tablosu üzerine konuşuyordu… Herhalde uğultudan duyduğum sesleri yanlış yorumlamıştım? Bu zihin oyunu üzerinde fazla durmayarak yeniden tabloya dikkat kesildim. Üç direkli yelkenlinin altında kırmızı ceketli bir adam, yanındaki küçük kız ile uzaklara bakıyor, yelkenliye vuran dalgalar bu iki suretin arasında müthiş bir bağ yaratıyordu… Kendime hâkim olamayarak, sadece kendi duyabileceğim bir sesle, 

“Muhteşem” diye fısıldadım. 

“Bence de…” dedi tok ses… “Muhteşem, ancak biraz soğuk…” 

Başımı arkaya çevirerek sesin sahibini bir kez daha arandım. Anlaşılan, bu defa beni fazla uğraştırmak istemiyordu. 

“Buradayım. Lütfen daha dikkatli bakın.” diye seslendi. Yeniden duvara dönerek dikkatle baktım… Kırmızı ceketli adam, kasketini hafifçe kaldırarak tablonun içinden sevgiyle selamladı beni… 

“Tekrar merhaba.” 

Başlangıçta biraz yadırgasam da soğuktan donan kırmızı yanaklarına bakarken üzerimdeki şaşkınlığı atıverdim. 

“Merhaba. Nasılsınız?” 

“Teşekkür ederim. Biraz üşüdüm.” dedi o. “Tablonun içi bu mevsimde epey soğuk oluyor.” 

Ellerini ovuşturarak gülümsüyor, avucunu nefesiyle ısıtmaya çalışıyordu. 

“Nasıl? Gerçekten de bahsettiğim kadar var değil mi? Bu sanatçının fırçasından damlayan renkler büyüleyicidir…” 

Büyük bir içtenlikle onaylayarak, 

“Evet” dedim. “Gerçekten oldukça etkileyici tablolar… Fakat siz? Yani nasıl desem, nasıl girdiniz oraya?” 

Kasketli adam gülümseyerek, 

“Ben burada yaşıyorum.” dedi… “Kızımla birlikte.” Bir eliyle tablonun sağ köşesine çizilmiş olan deniz fenerini ve onun hemen yanına kondurulmuş tek katlı evi gösteriyordu. 

“Ne zamandır oradasınız peki?” 

Soğuktan kızaran yüzü biraz buruşur gibi olmuştu, 

“Bir süredir diyelim…” 

“Lechsinska burada mutlu ve bende tablonun içinde her anımı onunla geçirebiliyorum. Bu, gerçek hayatta sahip olamadığım bir şanstı…” 

Tabloya yaklaşarak sessizce kayalıklar üzerinde eğilmiş olan küçük kıza baktım. 

“Ne yapıyor?” 

“Muhtemelen çiçek topluyordur” dedi adam. “Bu mevsimde tabloda açan çiçeklerden toplayıp bana sürpriz yapmaya bayılır, botaniğe oldukça meraklı bir çocuk belli ki adına çekmiş?” 

“İsminin manası nedir?” 

“Lechsinska, Lehçe de orman perisi manasına gelir. Ona bu ismi ben verdim.” 

Yüzünde, insanın doğru bir iş yapmış olmasının altını çizerken verdiği keyifli bir tebessüm vardı. Yaşamı birkaç fırça darbesinden ibaret olan bir insana göre oldukça mutlu görünüyordu… 

“Polonyalısınız sanırım?” 

“Evet, öyleyim.” dedi ellerini cebine koyarak. “Yani öyle idim.” 

Yüzümdeki anlam verme çabasını fazla gizli tutamadığım aşikârdı. 

“Aklınız karıştı değil mi?” diye mahcup mahcup gülümsedi. 

“Birazcık…” 

“Size anlatayım, ancak burada olmaz. Lechsinska konuştuklarımızı duyarsa üzülebilir. Zira hala gerçek hayatta olduğumuzu düşünüyor; olup biteni ona açıklamadım. Hak verirsiniz ki o daha küçük bir çocuk…” 

Neye hak verdiğim konusunda bir fikrim olmaksızın başımı salladım. Kasketli adam, 

“Koridorun sonundaki deniz feneri tablosunda buluşalım.” dedi. “Siz dikkat çekmeden ilerleyin bende Lechsinska’ya haber vereyim. Hem tablodan birden bire kaybolmam diğer ziyaretçileri kuşkulandırabilir. Temkinli olalım.” 

Gözlerimi kapatarak aynı ihtiyatla onayladım onu. Kalbim yasak bir iş yapıyormuşçasına heyecanla atıyordu… Kırmızı duvarlı koridoru ağır adımlarla ilerlerken yol boyunca karşılaştığım diğer tablolara fazla derine inmeden göz ucuyla bakındım… Aklım koridor sonundaki deniz feneri tablosundaydı… 

Birkaç adım… Ve birkaç adım daha… Koridorun sonu düşündüğümden uzaktı… Deniz Müzesi’ni daha önce de gezmiş olmama rağmen serginin bulunduğu salonu detaylı olarak hiç incelememiştim. Takım elbiseli şık ziyaretçileri arkamda bırakırken koridorun sonuna vardığımda deniz feneri tablosu yerine müzenin arkasına açılan acil durum çıkış kapısı ile karşılaştım. Ve kimseye görünmemek adına bir müze soyguncusu gibi etrafı kolaçan ettikten sonra yangın merdiveninin kapısını gıcırtıyla araladım. 

Aman Tanrım… 

Deniz Müzesi’nin Beşiktaş sahiline bakan acil çıkış kapısından adım attığımda görkemli kanatlarıyla gökyüzünde bir kartal gibi süzülen Kıyı Emniyeti botunun sahil hizasında alçalarak müzenin yangın merdivenlerine doğru yaklaştığını fark ettim. Her ne kadar içimden korkuyla içeri kaçıp kapıyı var gücümle itmek geldiyse de olduğum yerde kalakaldım. Tüm aksamıyla İstanbul Boğazı’nda görmeye alışkın olduğum standart bir Kıyı Emniyeti botu, alabandalarında çırptığı iki metrelik devasa kanatlarıyla gerçek bir kartal gibi Beşiktaş sahilinin üzerinde iniş manevrası için son hazırlıklarını yapıyordu! Gökyüzündeki hareketlerini takip edebilmek için gözlerimi iyice kısarak izlemeye başladım. Usta bir manevra ile sahili güzelce harmanladı ve birkaç dakika içerisinde sancak taraftan yangın merdivenlerine yanaştı. Şaşkınlıkla eğilerek sancak baş omuzluğunda yazan ismini heceleyerek okudum. Beşiktaş göğünde süzülen botun adı; Deniz Kartalı 4 idi. Yarı belime kadar yangın merdiveninden aşağı sarkmış halde iken botun içinden yükselen sesle kendime geldim. 

“Acele edin, burada uzun süre bekleme yapamıyoruz.” 

Yangın merdiveninin demir sütunlarından birini tutarak şaşkınlıkla botun içine atladım. Deniz yüzeyindeymişçesine yalpalayan bot kısa sürede dengesini bularak yine Beşiktaş sahilinin üzerinde süzülmeye başlamıştı. İçeriden yükselen sesler, VHF deki cızırtılı yayına karışıyordu. Bu uğultunun arasında, 

“Sektör Kadıköy, Sektör Kadıköy, Deniz Kartalı 4” 

“Deniz Kartalı 4, Sektör Kadıköy” 

“Yolcu Deniz Müzesi’nden alındı. Tamam.” 

“Anlaşıldı Deniz Kartalı 4. Selametle” diyaloğunu kulaklarıma inanamayarak dinliyordum. 

Bot dikey pozisyona geçmeden önce ivedilikle içeri girdiğimde ise iskele ve sancak tarafta karşılıklı oturan iki kişinin kendi arasında koyu bir sohbete dalmış olduğunu fark ettim. Yüzünü göremediğim tek kişi arkası dönük halde dümende duran botun kaptanı idi… Bindiğim yer olan sancak tarafta kendime ufak bir yer açarak oturdum. Ortamdaki sessizliği ilk bozan, elindeki fotoğraf makinesi ile meşgul olan bir gazeteciydi. 

“Deniz Feneri’ne gidiyoruz değil mi?” 

“Evet” diye onayladı onu hemen karşısında oturan üniformalı denizci. Çift sırmalı apoletlerinden anladığım kadarıyla botun diğer kaptanı oydu… 

“Hanımefendiyi bırakıp güneybatıya doğru devam edeceğiz. Senin yolun biraz uzayacak.” 

“Sorun yok.” diye cevapladı gazeteci… “Zaten Anzaklar ancak gece yarısı Gelibolu’ya varırlar, ben böyle iyiyim Semih ağabey” 

“Anzaklar mı?” 

Gazetecinin karşısında oturan Semih Kaptan gülümseyerek durumu açıkladı, 

“Gökhan gerçek hayatta gazetecidir, biliyorsunuz Gelibolu da bugünlerde Anzak törenleri yapılıyor, olay yerinin gerçek fotoğraflarını çekmek istiyor. Sizi bıraktıktan sonra dümeni Çanakkale Boğazı’na doğru kıracağız.” 

Üzerime vazife değildi ama 

“Anzak koyunun bu tarihte denizden gelen yerli ziyaretçilere açık olduğunu bilmiyordum.” diye mırıldandım. 

Semih Kaptanın yüzünde yine aynı muzip tebessüm vardı. 

“Doğru, ancak bizde bugünün Gelibolu’suna gitmiyoruz. Gökhan, olay yerinin gerçek fotoğraflarını yaşandıkları an itibariyle çekmek istiyor. Bu hayalini gerçekleştirmek için uzun zamandır yolarda, kısmetse akşamın erken saatlerinde 1915 yılının nisan ayına ulaşacağız.” 

Şaşkınlıkla elindeki fotoğraf makinesinin bakımıyla uğraşan gazeteci Gökhan Beye bakıyordum. 

“Korkmuyor musunuz?” 

Elindeki lensleri kontrol eden gazeteci serinkanlılıkla 

“Hayır.” dedi. “Zaten koya çok yaklaşmayacağım. Sadece savaşı gözlemlemek ve arşivime birkaç fotoğraf eklemek istiyorum. Hem bu düzlem, içinde zarar görebileceğimiz bir yer değil. Merak etmeyin.” 

Şimdi gerçekten de kafam karışmıştı işte… 

“Peki, nasıl oluyor tüm bunlar?” diye hayretle soruverdim. 

O sırada botun kaptanı arkasına dönerek, 

“Sahi ya size açıklamadık” dedi. “Burası az önce tablolarını incelediğiniz ressamın bilinçaltı evrenidir. Dolayısıyla burada olan her şey kendine özgü bir gerçekliğe sahiptir. Gökhan, ressamın geçen haftalarda bir gazetede gördüğü Gelibolu savaşlarına ait bir fotoğraf sayesinde gitmek istediği yere gidiş bileti buldu. Ressam, gazetedeki haberi okuduğunda o kadar etkilendi ki hemen bunu bir tuval üzerinde resmetmek istedi. Ancak zihnindeki parçalar henüz bir tuvale hayat verecek kadar net değildi. Bu yüzden Gökhan ressamın bilinçaltında savaşa dair okunan dinlenen tüm karelerin oluşturduğu ortamın saf haline gidiyor. Orada çekeceği fotoğraflar yüksek ihtimalle ressamın yeni tablolarından birini oluşturacak.” 

“Bilinçaltı tuhaf şey, Bülent çiğim” diye ekledi Semih Kaptan. “Acaba bizim bilinçaltımızda böyle mi işliyor yoksa bu sadece sanatçılara özgü bir durum mu?” diye sordu. 

Botun kaptanı olan Bülent Bey, onu neşeyle süzerek; 

“Sanatçıları bilmem ama bizim ki kesinlikle siyah beyaz işliyor Semih çiğim, bir deniz kartalının dünyası ne renk olabilir ki?” dedi. 

Üç adam botun içerisinde tam olarak anlayamadığım bu espri ile gülüyorlardı. 

Olup biteni kendi zihnimin çatırdayan gerçekliğinde yerli yerine oturtmaya çalışıyordum. 

“Yani sizler aslında bir bilinçaltının yansımasısınız, öyle mi?” 

Botun kaptanı olan Bülent Bey, 

“Bir açıdan öyle de denebilir” dedi. “Sonuçta bizler gerçek hayatta da ressamın tanıdığı insanlarız. Semih kaptanın dediği gibi bilinçaltının işleyişi oldukça tuhaftır, nasıl işlediğinin gizemi hala çözülemedi.” 

“Peki, siz nereye gidiyorsunuz?” diye sorduğumda iki denizci birbirine bakarak tebessüm ettiler. 

“Biz Deniz Kartalı 4’ün kaptanlarıyız. Düş Boğazları Sözleşmesi’ne göre bilinçaltı denizine giren yabancıların kılavuz kaptan ile yolculuk etmesi zorunludur. Ressamın bilinçaltına giriş yaptığınızı görünce sizi almak için rota değiştirdik. Bu sulara giren yabancıların ressamın bilinçaltında yolunu kaybetmemesi için rehberlik ediyoruz.” 

Zangırdayan gerçeklik düzlemim ressamın bilinçaltına adapte olmaya başlamıştı… 

Demek bir ressamın bilinçaltında kanatlı bir kıyı emniyeti botunda ve üç deniz kartalının refakatinde yolculuk ediyordum… 

Yazık ki duruma yeni adapte olmuşken botun kanatları yatay bir açıyla Kadıköy İnciburnu Mendirek Feneri’ne doğru alçalmaya başladı. 

“Evet, Deniz Feneri tablosuna vardık.” 

Bülent Kaptan, arkasını dönerek 

“Fenerin tam kıyısına yanaşamıyoruz. Mendirek boyunca biraz yürümeniz gerekecek.” dedi. 

“Sorun değil” dedim. Ve bu inanılmaz yolculuk için üç deniz kartalına da teşekkür ederek bottan ayrıldım. 

Şimdi, yol gösterecek kimse olmaksızın hiç tanımadığım bir ressamın bilinçaltındaki Kadıköy Mendireği’nde ürkek adımlar atarak ilerliyor ve beni bu tablonun içine çağıran kasketli adamı bulmak için ağır ağır yol alıyordum. Adımlarım temkinliydi, kendi zihnimdeki mendireği referans alarak yürüsem de bir ressamın belleğinin sürprizlerle dolu olduğunu hissedebiliyordum. Her an karşıma hiç beklemediğim bir deniz canlısı çıkabilir ya da ne bileyim dev bir martı beni üzerinde yürüdüğüm bu mendirekten alıp yutabilirdi… Umarım ressam bu denli sürrealist bir akımdan gelmiyordur diye temennilerde bulunmaya başlamıştım. Tedirginlikle geçen 7-8 dakikalık bir yürüyüşün ardından yüzüm eski bir dostu görmüş olmanın verdiği güven duygusuyla aydınlandı. Kasketli arkadaşım, Kadıköy İnci Burnu Mendirek Feneri’nin tam altında onu bıraktığım halde elleri cebinde öylece durmuş beni bekliyordu. Geldiğimi görünce bir elini cebinden çıkardı ve gülümseyerek selamladı beni. 

“Yolu bulabilmişsiniz, kaybolmamanıza çok sevindim!” 

“İnanılmaz bir yolculuktu.” diye cevapladım. 

“Gelin çarşı içine doğru gidelim, zira sergi salonu hala ziyarete açık ve başka bir ziyaretçi tablonun içindeki hareketimizi fark edebilir.” 

Temkinli adımlarla mendirekten uzaklaşıp, hiç bilmediğim renklere boyanmış bambaşka bir Kadıköy’ün içinde yürümeye başlamıştım. 

“Mühürdar Caddesi’nin köşesinde güzel bir İskoç barı var, Lechsinska uyuduktan sonra çoğu zaman oraya giderim. Dilerseniz oraya gidelim orada tabloya bakan gözlerden uzak oluruz. Ne dersiniz?” 

Mühürdar Caddesi’nde bir İskoç barı ha? Bu ilginç teklifi hemen kabul ettim. 

Zihnimdeki görünümünden oldukça farklı olan Arnavut kaldırımlı caddede bir süre yürüdükten sonra, Viking filmlerinde gördüğüm cinste iki yana açılan ahşap kapılar arasından geçerek penceresiz bir bara girdik. Merkezi bir aydınlatma sistemine sahip olmayan bu barın masaları tıpkı sergi salonundaki masalar gibi şamdanlarla donatılmıştı. Ama daha eski bir tarzda… Masa üzerindeki her bir şamdan farklı uzunluklarda üç mum taşıyor, oturanların yüzü bu mumların sarı ışığıyla aydınlanıyordu. 

“Nasıl? Beğendiniz mi?” 

Etrafıma merak dolu gözlerle bakarak, 

“Oldukça kalabalık… Popüler bir yer olmalı?” diye söylendim. 

“Öyledir” dedi kasketli arkadaşım. “Çoğu, ressamın deniz yolculukları sırasında tanıdığı insanlar… Bazıları ise izlediği bir filmden ya da okuduğu bir kitaptan aklında kalmış olan karakterler. Unutmak istemediği anıları genellikle burada tutar.” 

O tebessüm içinde bunları anlatırken hasır şapkalı garson yanımızda belirmişti. 

“Her zamankinden mi efendim?” 

“Benim ki her zamankinden olsun ama hanımefendi ne tercih eder bilmiyorum?” 

Barmenin arkasındaki raflara hafifçe göz gezdirdikten sonra Bacardi’nin böyle bir tabloda tercih edilebilecek en iyi alternatiflerden biri olduğuna karar verdim. 

“Ben bir Cuba Libre alayım.” 

Tebessümle siparişi alan garson teşekkür ederek bara döndü. 

Kasketli adamla mum ışığında yine baş başa kalmıştık… 

“Hikâyemi merak ediyorsunuz elbette, sizi bir tablonun içinden buralara kadar sürükledim.” dedi. Bir taraftan işaret parmağını mum alevinde gezdirerek, şamdan üzerinde titreyen mum ışığı ile oynuyordu… 

“Sayenizde bambaşka dünyalar tanıdım, ancak hikâyenizi hala merak ediyorum.” dedim. Adamın yüzü sarı dişlerini aydınlatan bir tebessümle buruldu… 

“Dediğim gibi Lechsinska ile birlikte Deniz Müzesi’nde gördüğünüz tablonun içinde yaşıyoruz.” 

“Neden bu tabloyu seçtiniz? Özel bir anlamı var mı?” 

“Elbette.” dedi o. “Bu tablonun adı ‘Hep Geri Dönenlere’dir. Bende geri döneceğime dair kızıma söz vermiştim.” 

“Sözünüzü tutmanıza sevindim.” diye cevapladım. “Lechsinska sizinle oldukça mutlu görünüyor.” 

Kasketini masanın üzerine bırakarak buğulu gözlerle mum alevine baktı… 

“Aslında sözümü tutamadığım için buradayız.” 

“Ben, 1930 yapımı emektar bir kuru yük gemisinin kaptanıydım. Gemimiz Polonya’nın Gdansk Limanı’ndan aldığı kömür yükünü Türkiye’ye getiriyordu. Karada geçirdiğim uzun bir yaz tatilinin ardından ağustos sonunda altı ay için bir kontrat imzalamıştım.” 

Bu sohbetin gidişatı pek hoşuma gitmemişti… Ama garsonun az önce bıraktığı Cuba Libre’den ağız dolusu koca bir yudum alarak dinlemeye devam ettim. 

“Lechsinska o zamanlar 5 yaşında idi. Yaz tatilinde o kadar çok anımız olmuştu ki benden 6 ay için ayrılma fikrine bir türlü alışamıyordu. Annesi de en az 6 ay süren bu yolculuklardan dolayı oldukça huzursuzdu. Sadece altı yıldır evliydik ve ben senenin çok az bir kısmında yanlarında olabiliyordum…” 

Her zamankinden diye tabir ettiği buzlu viskisinden bir yudum alarak, 

“1943 yazı…” Diye iç geçirdi. “O sefere hiç çıkmamalıydım.” 

İşaret parmağını yeniden mum alevi üzerinde gezdirdi… Titreyen sarı ışık, bakışlarımız arasında bir süre sendeledikten sonra dengesini bularak yine mum fitili üzerinde dengesini sağlamıştı. 

“Denizcilerin hayatı, titreyen mum alevinin ışığı gibidir. Ama her zaman dengeyi bulup da ışıldamaya devam edemez” dedi. “Karım, o sefere çıkmamı hiç istememişti. Yazık ki ben döneceğime dair sözler vererek hem onu hem de küçük Lechsinska’mı kandırdım. Savaş zamanı, deniz ticareti durma noktasına gelmişti ve bu kıtlıkta çalışan gemiler normale göre çok daha tatmin edici kazandırıyorlardı. Ne bileyim, döndükten sonra rahat bir yaşam kurarım diye düşündüm…” 

Başımı öne eğmiş ve ilk tanıştığımız zaman ki gibi masa üzerinde kadehimle oynamaya başlamıştım. Kasketli adam anlatmaya devam ediyordu. 

“Eski bir Polonya efsanesi vardır, belki duymuşsunuzdur? O zamanlar karımla aramızda espri konusu olmuştu. Balina avcılığı yapıldığı dönemlerde denizcilerin gemide uzun seferler boyunca yaptıkları kibritleri karada satabilmek için uydurdukları bir şey… ‘Ne zaman ki bir insan sigarasını mum alevinden yakarsa bir denizci ölürmüş’. -Kibrit alın- demenin efsanevi bir versiyonu yani… Denizciler batıl inançlara yatkın insanlardır…” 

Viskisinden büyük bir yudum alıp, bir çocuk gibi gülümsedi… 

“Karım beni kızdırmak için gidişime yakın zamanlarda sürekli sigarasını yemek masasında duran şamdanın mum alevinden yakar, bana nispet yapardı. İnanmasam da huzursuz olurdum bu hareketinden… 

Gideceğim gün bana sadece soğuk bir hoşçakal dedi, Lechsinska ise gittiğimi bile fark etmeyecek kadar derin bir uykudaydı… 

İşte ne olduysa 43 yazında katıldığım bu gemide yola çıkışımızı takip eden 11. gün oldu… Sicilya ile Mataban Burnu arasında doğuya doğru seyir halindeyken sinsi bir İngiliz torpilinin iskele tarafımızda patlaması ile bildiğim gerçekliğe dair her şey son buldu... Tahmin ediyorum karım tam da o sırada sigarasını yine oturma odamızdaki mum alevinden yakıyordu…” 

Bacardi boğazımı yakıp geçmişti… Kasketli arkadaşım ise teselli edercesine kendi kendini cevaplıyordu. 

“Belki de o sigarayı hiç yakmamıştı ama zihnimden geçen son görüntü, tam olarak buydu işte… Yazık ki bunu asla öğrenemeyeceğim…” 

“Sonra ne oldu peki?” 

“Müthiş bir dinginlikle gözlerime bakıyordu… 

“Lechsinska uzun bir süre baktığı her yerde beni aradı, yaşlanıp kendi torunlarıyla vakit geçirirken bile ona verdiğim sözü hiç unutmadı… Evimiz o zamanlarda denize nazır bir yamaçta bir deniz feneri yakınlarındaydı… 

Bir gün, Lechsinska bu dünyaya gözlerini yummadan önce, eşiyle denizlerde dolaşan ve savaş hikâyeleri okuyan bir ressamın deniz feneri yakınlarında tıpkı yaşadığım yere benzeyen bir yer tasvir ettiğini gördüm… Zihnine düştüğü andan itibaren tüm detayları adeta kulağına fısıldadım. Tabloyu bitirmesi oldukça uzun sürdü ama bittiğinde; artık kendimi evimde hissediyordum. Üstelik asıl hediyesi ona hiç anlatmamış olsam da birbiri ardına sürülmüş fırça 

darbeleri arasında beni bekliyordu. Tablo hayat bulduğunda, Lechsinska da deniz kenarındaki evimizin bahçesinde duruyordu… İşte o zamandan beri sevgili kızımla birlikte bu tablonun içinde yaşarım. Ve gece olup da onu uyuttuktan sonra ressamın diğer tabloları arasında dolaşır sahip olamadığım bir hayatı yaşamaya çalışırım…” 

O, yükünü bırakmış olmanın rahatlığıyla derin bir nefes alırken ben omuzlarıma binen bu öykünün ağırlığıyla bir sigara çıkardım. 

Masa üzerine bıraktığı kasketini takarak, 

“İşte öyküm böyle bitiyor…” dedi… “Şimdi izninizle gitmem gerek, Lechsinska uyanmak üzeredir.” 

İlk karşılaştığımızda olduğu gibi yine beni mum ışığıyla aydınlanan yuvarlak bir masada tek başıma bırakıyordu. 

“Sizi tanıdığıma sevindim” diyerek ellerini cebine soktu ve birkaç adımda barın ahşap kapıları arasında kayboldu. 

Bense Kadıköy’de hiç var olmamış bir İskoç barında yan masadan istediğim bir çakmak ile sigaramı yakarak düşüncelere daldım. Ve o günden sonra hiçbir yerde, hiçbir zaman sigaramı mum alevinden yakmadım…

Ayşen Can- Hep Geri Dönenlere