Bir gün İzmir, Ankara ve İstanbul, Akdeniz’de bir rakı sofrasında buluşmuşlar… Kasım rüzgârı pervasızmış… İzmir, siyahın zarafetini omuzlarına atmış ve bunu bembeyaz inci küpelerle süslemiş…

Bir gün İzmir, Ankara ve İstanbul, Akdeniz’de bir rakı sofrasında buluşmuşlar… Kasım rüzgârı
pervasızmış… İzmir, siyahın zarafetini omuzlarına atmış ve bunu bembeyaz inci küpelerle
süslemiş… Uzaktan bakanlar, onun sonbahara meydan okuyan yıldızlı bir yaz gecesi olduğuna
yemin edebilirmiş… Bu gece, İzmir’e serseri bir Karşıyaka rüzgârı ile Konak kıyılarından yükselen
tatlı bir deniz kokusu eşlik ediyormuş… Karşıyaka rüzgârı biraz bıçkınmış, tek kaşını kaldırıp da
göz ucuyla süzdüğü zaman 35,5 atarmış körfez kıyıları… Ege’nin tüm sokak aralarını bilir,
adaların arasında deli gibi eser dururmuş… Bu yüzdendir ki en taze balık kimin tezgahında,
dumanı üzerinde boyoz kokusu nereden geliyor en iyi o bilirmiş… Konak’tan yükselen deniz
kokusu ise alıp götürürmüş insanı derinlere… Alışkın olmayanı sarhoş eden bir mavisi varmış bu
kokunun… Kafayı nasıl bulduğunu baş ağrısından değil, geride bıraktığı tuz tadından anlarmış
kıyısında duranlar… Konak’tan yükselen deniz kokusunun tutkun olduğu tek mavi ise Ankara’da
uyuyan bir çift mavi gözmüş… Bu yüzden ayrı bir aşk duyarmış İzmir, Ankara’ya… Tunalı
Hilmi’si, Çankaya’sı, Dikmen’i ve özellikle de Denizciler Caddesi’ndeki Hacı Baba
Baklavacısıyla; saten gömlek ve ipek kravatıyla, bir baba mağrurluğuyla masanın en solunda
oturan hafif göbekli Ankara… Neyse ki bu gece, Akdeniz’de kurulan bu rakı sofrasında hepsi bir
aradaymış… Üstelik kıyı falan da değil, ev sahibi mavinin tam ortasında inciden bir adaymış…
Kıbrıs derlermiş adına, koyu kumral saçları yaz aylarında sarıya çalarmış… Yüzünde her daim
nazik bir tebessüm olurmuş Kıbrıs’ın… Ada esintisi, kısa kumral saçları arasında dolaşırken, bilge
zeytin ağaçlarının taze kokusu yayılırmış etrafa… Bu gece de gül kurusu fularını bağlayıp, ev
sahibi olmuş denizin sofrasında… Akdeniz’in bir diğer konuğu ise İstanbul’muş bu gece…
Yüzyıllara güzelliğiyle nam salmış ve artık nefes alacak yeri kalmamış olan İstanbul… Gizemli bir
şehirmiş bu İstanbul… İçinden denizler geçer, ancak huzur vermezmiş… Fırtınası dinmez, rüzgârı
sersem edermiş. Mavisini hiç sormayın, o zaten müsilajla kirlenmiş… Fazlasıyla göç aldığından,
aynada kendini tanıyamaz olmuş artık… O da bu gece kendi gürültüsünden kaçıp kendini
Akdeniz’de buluvermiş işte… Kaçmış ama ne fayda, zihni hala mesai bitimindeki metrobüs trafiği
gibiymiş… Bu gürültünün içinde ara ara derin bir iç çekip, ince bir sigara yakar ve güzel İzmir
gibi olmak istermiş İstanbul… Zarif, asil ve masmavi…

*******
“Ara sıcak servisine başlayalım mı efendim?”
Karşıyaka rüzgârı konuşmaktan pek haz etmezdi. Garsonu başıyla onaylayarak rakısından bir
yudum aldı. Bu sırada ara sıcak servisi için gerekli hazırlıklar yapılıyordu.
“Balık ne söyleyelim?” diye sordu bilge Kıbrıs…
“İstavrit!” diye haykırası geldi o an İstanbul’un… Sonra Akdeniz’de olduğunu hatırlayarak
yutkundu. Ama ne yutkunmak! O yutkunurken boğazında en az iki gemi çarpıştı sanki…
Eminönü’ndeki balık ekmeğin kokusu, Galata Köprüsünü’nden Karaköy’ün arka sokaklarına
doldu… Özlediği tüm denizci dostları tek tek selamladı ve Kabataş’ta; Adalar İskelesi’nden denize
vurup Boğazı’nda düğümlendi İstanbul’un… Küçük bir öksürükle boğazını temizleyen İstanbul,
kalender bir ses tonuyla,
“Levrek” dedi…
Konak kıyısından yükselen deniz kokusu, balık konusunda bir gurmeydi…
“Aslında bir barbun olsa ne iyi giderdi şimdi…”
“Barbunun iyisi Karadeniz’dedir efendim.” Dedi Karşıyaka rüzgârı… “Koyu kızıl, iri ve bıyıklı
barbunu buldunuz mu üzerine yoktur.”
İstanbul hala istavrit düşündeydi… Bu sırada sözü ev sahibi Kıbrıs aldı.
“Voppa da fena değildir.”
Elindeki menüyü karıştırmakta olan Ankara, açık olan sayfayı iyice inceleyerek,
“Bu gece menüde yok efendim.” Dedi.
Kıbrıs, önündeki sayfaya dikkatle göz gezdirdi.
“Hmmm… Bende levrek alayım o zaman…”
Ankara biraz kararsızdı…
“Çipura da var aslında? Acaba hangisi daha tazedir?”
Deniz kokan şehirler masadan başını kaldırıp, kuşkuyla Ankara’ya baktılar o an. Ankara ise
babacan bir yüz ifadesiyle, bir elini göbeğine atarak içtenlikle güldü.
“E, tazelik önemli… Türkiye’de en taze balık Ankara’dadır. Bunu bilmiyor musunuz?”
İstanbul, espriyi anlayamamıştı. Denize kıyısı olmayan Ankara, böyle bir şeyi nasıl iddia edebilirdi
ki? İstanbul’un şaşkın bakışlarına cevap olarak,
“Ne bakıyorsun öyle?” diye güldü Ankara, “Türkiye’de en taze balık Ankara’dadır. Çünkü Ankara,
Türkiye’nin bütün denizlerine aynı uzaklıktadır.”
Masaya samimi bir kahkaha sesi hâkim olmuştu...
Bu sırada ara sıcak servisine başlayan garson masa başında bitiverdi.
“Ana yemeğe karar verdiniz mi efendim?”
İzmir’in bütünleyici tavrını gözünden tanıyan Karşıyaka rüzgârı garsona dönerek,
“Hepimiz levrek alıyoruz.” Dedi.
Ankara, hemen arkasından,
“Taze olsun, aman dikkat!” diye ekledi.
Garson, masadan yükselen kahkaha seslerinden hiçbir şey anlamamıştı. Bu yüzden sadece
siparişleri içeriye iletmekle yetindi. Deniz kokan bu sohbetin ardındaki tebessüm ise hep bir sır
olarak kaldı…. Ve bu gece, Akdeniz’in mavisine karışan üç şehrin kahkahasıyla hatırlandı…