Sahilde gülümseyen bir çocuk gördüm… 

Bu zamana ait değildi… 

Beşiktaş sahilinde bir akşam vakti… 

Elinde birkaç çakıl taşı ile çocuk denizi seyretti... 

Kimseler fark etmedi orada olduğunu, 

Keten bir şort ile mavi bir gömlek giymişti… 

Ona baktığımı görünce başını önüne eğdi… 

Sanki bir davetti? 

Uzun yıllar beklemiş yankılı bir ıslık sesi… 

Rüzgar mıydı? Çocuk muydu bilemedim? 

Yaklaştıkça flulaştı, kayboldukça gülümsedi… 

Bu sırada turuncu bir tekne limana demirledi… 

Yanına vardığımda bir kayanın üzerine oturmuş, avucundaki taşlardan birini denizde sektiriyordu. 

“Otursana…” 

Etrafıma bakındığımda ardımızdaki sahil şeridinde kimselerin olmadığını fark ettim. Benden başkasıyla konuşuyor olamazdı? Yanındaki kayaya oturup onu seyrettim. 

“Güzel manzara değil mi? Burayı ben keşfettim!” 

Esrarlı bir ada keşfetme arzusuyla başladığı bir oyun olmalıydı bu? 

Abartılı bir saygıyla gülümsedim. 

“Demek bu adanın kâşifi sensin?” 

Günbatımında parlayan saçlarını arkaya attı çocuk, 

“Eh, bir açıdan öyle sayılır…” 

Gözlerinde, o yaştaki bir çocuğa pek de yakışmayan bir olgunluk vardı… Bu hali beni biraz ürkütmüştü. 

“O da ne demek şimdi?” 

“Bilmem.” 

Gülümseyerek doğruldu ve avcundaki taşlardan birini olabildiğince uzağa atabilmek için geriye doğru gerildi… Nedendir ki; tam atacakken vazgeçti? 

Taşları cebine koyup yeniden kayaya ilişti… 

“İstanbul Boğazı, en güzel bu noktadan görünür, bilir misin?” 

Bu defa gerçek bir saygıyla baktım gözlerine… Gözleri pırıl pırıl parlayan hüzünlü bir çocuk... Boğazı gösteren parmağını aşağı indirerek başını önüne eğdi… 

Çocuğun hüznüyle içim ürperdi… 

“Ne oldu? Neden hüzünlendin?” diye sordum başını okşayarak… 

Buruk bir tebessümle, 

“Burası öldüğüm yerdir…” dedi çocuk… 

Öyle bir gülümsedi ki, sesi İstanbul’un boğazında düğümlendi… 

Sanki o an trafik durdu ve bir an için tek bir tekne dahi hareket etmedi? 

Öyle bir laf etmişti ki söyleyecek kelime bulamamıştım… 

“Korkma” dedi çocuk usulca… 

“Bu, uzun zaman önceydi…” 

Korkmamıştım… Tebessüm etmeye çalışarak yere düşürdüğü çakıl taşlarından birini alıp avucuna bıraktım. Sanırım bu, az önce atmaktan son anda vazgeçtiği taştı… 

Çakıl taşı için duyduğu memnuniyetten güç alarak, 

“Ne oldu?” diye sordum usulca. 

Çocuk başını önüne eğdi… 

“Şeytan çarmıhından çıkarken kılavuz motorunun güvertesine düştüm.” 

Yıllar ardı yükselen bir fısıltıydı bu; annesini üzmekten korktuğu için düştüğünü söyleyemeyen bir çocuğun fısıltısıydı sanki… 

Beşiktaş’tan baktığımızda İstanbul Boğazı’nın acıyla yutkunduğunu gördüm. 

Güzelliğinden utanır gibiydi… 

Çocuk ise hala üzmemek için endişeliydi… 

“Ama hiç üşümedim inan!” dedi. 

“Ben işimi hep severek yaptım. Büyük bir onurla!” 

“Bunu biliyorum.” dedim buruk bir tebessümle. 

Yüzüme oturan acı tebessüm, onu üzülmediğime ikna etmek içindi… 

Sıcacık çocuk kalbi, o kısacık ömrüne nasıl bir hayat sıkıştırıvermişti… 

Gözlerime bakmadan avcundaki taşlardan birini bana uzattı. Mutlulukla kabul ettim ama yüzüne bakamadım… 

“Sahi adın ne senin?” 

“Adım Lütfü.” dedi gözleri ateş gibi parlayan çocuk. “Ben bir kılavuz kaptanım.” 

İstanbul Boğazı’na sert bir lodos rüzgarı musallat oldu o anda… 

Birkaç balıkçı teknesi olduğu yerde korkuyla sallandı, 

Sert bir dalga kayalıklara çarpıp ayaklarımı ıslattı, 

Çakıl taşlarını bırakan çocuk, bu rüzgârla bir kez daha nefes aldı… 

Öyle bir nefes ki; bir an da sır olup o rüzgâra karıştı… 

Oysa bir an için orada, yanı başımdaydı? 

Dönüp hüzünle baktım, çocuktan arda kalan çakıl taşlarına, 

Boğaziçi’nde seyreden meslektaşlarına… 

Ah dedim; bir selam edebilseydim o güney rüzgârına… 

Kaptan Lütfü Berk ve görev başında şehit olan 

tüm kılavuz kaptanların kıymetli hatırası için…