Patagonya’ya yolculuk

Türkiye kar ve soğukla boğuşurken ben dünyanın diğer ucuna, Patagonya’ya kaçtım. Bunaltıcı sıcakta, zirvesinden dumanlar tüten volkanların, derinliği bilenmeyen göllerin, yağmur ormanlarının, uçsuz bucaksız pampaların, buzulların arasında dolaştım durdum. Bu haftadan itibaren bu yolculukta gördüklerimi, yediklerimi, içtiklerimi ve hissettiklerimi sizlere anlatmaya çalışacağım.

Bu sefer dünyanın diğer ucuna gidiyordum. İstanbul, Frankfurt, Buenos Aires, Santiago... Havaalanlarındaki beklemelerle birlikte 30 saate yaklaşan bir yolculuk. Dünyanın diğer ucuna gitmeye karar verdiğimde bu uzun, yorucu yolculuğu göze almıştım zaten. Uçakların daracık koltuklarına, hosteslerin atarcasına verdikleri lezzetsiz yemeklere, üçüncü sınıf şaraplara rağmen gıkım çıkmamıştı. Tevekkülümü biraz da Charles Darwin’e borçluydum galiba. Yanıma, onun Beagle gemisiyle yaptığı yolculuğu anlatan kitabı almıştım. Ünlü doğa bilimcisi, benim gitmek istediğim yerlere 180 yıl önce gitmişti. İngiltere’nin Playmouth limanından 27 metrelik, iki direkli, 74 kişinin sıkış tepiş sığdığı bir gemiye binmişti. Bu gemiyle okyanusları aşmış, fırtınalarla boğuşmuş, dünyanın o zamanlar hiç bilinmeyen köşelerinde beş yıl dolaşmıştı. Bu zorlu yolculuğu okudukça, uçaktaki olumsuzlukları görmezden geliyordum. Hatta o yıllarda gezgin olmadığıma şükrediyordum.

Şili ile Arjantin arasında yükselen karlı And Dağları’nı görünce heyecanlandım. Yıllar önce, kamyon kasasındaki yolculuğumu anımsadım. Tozlu ve zorluydu. Yükseklere tırmandıkça nefes almakta epey zorlanmış ve büyülenmiştim. Dar geçitler, tehlikeli yollar, lama sürüleri, fakir köyler... Uçağın penceresinden aşağıyı seyrederken o yolculuk film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti.

İNGİLTERE’DEN GEMİYLE ÇİÇEK PASAJI TAŞIMIŞLAR

Şili’nin başkenti Santiago’da beni sıcak karşıladı. Halbuki İstanbul’da kar atıştırıyordu. Yani kışı atlamış, yeniden yaz başına dönmüştüm. Geçen gelişimde çok kısa kaldığım için Santiago görüntülerinin çoğu belleğimden silinmişti. En iyi hatırladığım, İstanbul’un Çiçek Pasajı’nı andıran "Mercado Central"di. Elimle koymuş gibi buldum. Koca demir yapı, İngiltere’den gemilerle taşınmıştı. Balıkçılar, manavlar, şarküterilerin arasında lokantalar vardı. Karnınızı en ucuza, en lezzetli doyurabileceğiniz yerdi. Yemeklere Şilili sokak müzikçilerinin şarkıları eşlik ediyordu.

Santiago’da zamanımın çoğunu Plaza de Armas’ta geçirdim. Meydandaki bir kahvede oturunca, bütün kenti görüyordum sanki. Gelen, geçenler, akıllılar, deliler, yerliler, yabancılar, dilenciler, portre ressamları... Zamanın nasıl geçtiği anlaşılmıyordu.

Aklım hep Şili Patagonyası’na yapacağım yolculuktaydı. Uzun yıllar önce Arjantin Patagonyası’nın yalnız topraklarında dolaşıp durmuştum. Şimdi ise sınırın diğer yanındaki pampalarda cirit atacaktım. Patagonya dilimizde hayali, uyduruk yer anlamında kullanılır nedense. Fransızlar da aynı anlamda kullanıyorlarmış. Aslında Patagonya, Güney Amerika’nın güneyinde, Antarktika’ya kadar uzanan, Türkiye kadar bir bölge. Yani gerçek. Adının anlamı "büyük ayaklılar diyarı." Yerlilerin ayakları çok büyük olduğu için Macellan bu adı uygun görmüş.

KUŞBAKIŞI VOLKANLAR, GÖLLER

Santiago’dan güneydeki Balmaceda’ya uçarken ilk yolculuklarımdaki gibi heyecanlandım. Çoktan unuttuğum bir duyguydu bu: Heyecanlanmak!.. Yolculukları kanıksamıştım artık. Heyecanlanacağım rotalar giderek azalıyordu. Çok zorlu rotalara gitmeyi göze alamıyordum artık. Kolayları da heyecan vermiyordu. Bu gezi diğerlerinden farklıydı. Ayak basılmamış fiyortlar, yanardağlar, dünyanın en derin volkanik gölleri, binlerce yıl öncesinden kalma buzullar...

Pencereden gördüklerim muhteşemdi. Önce And Dağları’nın karlı zirveleri, sonra volkanlar. Dağların arasındaki derin vadilere, turkuvaz renkli buzul göllerine hiç ulaşan olmuş muydu acaba? Vahşi, ürkütücü, şaşırtıcı görüntülerdi bunlar. Bir yanardağın öfkesi hálá dinmemişti anlaşılan. Zirvesinden duman püskürüyordu. Dağlar ormanlarla kaplıydı. Arjantin Patagonyası’nın düz ve boz renkli toprakları yerini dağlara, zümrüt yeşili ormanlara, yeşil otlaklara bırakmıştı.

Balmaceda, kasaba irisi bir şehirdi. Orada fazla oyalanmadım. Grubu taşıyan otobüse binip, Puerto Chacabuco’ya hareket ettim. Hava epeyce sıcaktı. Yörenin kışı çok soğuk ve uzundu, bu nedenle klimasızdı araçlar. Otobüsün içi fırın gibiydi. Yol eski bir buzul vadisini izliyordu. Her virajdan sonra manzara değişiyordu. Uçsuz bucaksız yeşil pampalar, uzaklarda karlı dağlar, ormanlar, otlayan sığır sürüleri. Arada bir de mor çiçek tarlaları görüntüye giriyordu. Mor salkımı andıran bu çiçekler, düzlüklerde mor bir halı gibi görünüyordu.

CENNETE GİDEN YOL

Deli deli akan ırmakların iki yanı rengarenk çiçeklerle süslenmişti. Yol virajlı ve dardı. Otobüs yavaş gidiyor, manzaranın tadını çıkartıyordum. Bu yolculuk hiç bitmese de olurdu. Cennete doğru giden bir yoldaydım sanki.

Coyhaique kasabasında mola verdik. Tiryakiler hemen sigara yaktı. Ben de ilginç görüntü bulma umuduyla ara sokaklara daldım. Hiçbir özelliği yoktu. İspanyolca bilmediğim için yemek ısmarlamakta zorlandım. Yağ içindeki patates kızartması ve mayoneze bulanmış sosisi didikleyip bıraktım. Kırmızı şarabı içebilmek için içine bol buz atmak zorunda kaldım.

Puerto Chacabuco’ya vardığımda akşam olmuştu ama etraf hálá aydınlıktı. Bu mevsimde karanlığın basması gece yarısını buluyordu. Otelim fiyordun kıyısındaydı. Havada kesif balık kokusu vardı. Kıyıdaki büyükçe balık fabrikasından geliyordu. Kasaba fakir ama manzarası çok güzeldi. Denize bitişik yükselen dağların zirvesi hálá karlıydı. Gökyüzünde yarım ay parlıyordu. Güneş çekilirken sıcağı da toparlayıp götürmüştü. Akşam üşütüyordu. Bulduğum en kalın giysilerimi giyip, balkonda bir koltuğa oturdum. Bir bardak şarap eşliğinde kendimi manzaranın içine attım. Yarım ay, fiyorda simlerini serpiştirmişti. Dağların ardından batan güneş bulutları kırmızılı, pembeli pamuk helvalarına benzetmişti. Yakamozları yara yara giden balıkçı motorları, siyah kuğular gibi süzülüyordu. Sonra gökyüzü yıldızlarla doldu. Bunlar şimdiye kadar hiç görmediğim güney yarım kürenin yıldızlarıydı. Baktım baktım, tanıdığım hiçbir yıldızı göremedim. Dünyanın diğer ucunda düş kurarak uykuya daldım.

YILAN BALIĞI KIZARTMASINI TATMAYANI ŞİLİ’Yİ GÖRMÜŞ KABUL ETMİYORLAR

Şililer güne ekmek, tereyağı ve reçelden oluşan basit bir kahvaltıyla başlıyor. İçtikleri çay ve kahvenin tadı yok. En iyisi süt katmak. Öğlen servisi saat 13.30 - 16.00 arasında. Salata, peynirle başlanıyor. Popüler ana yemek tercihleri etli kuru fasulye, tavuklu pilav. Arada küçük bir sandviç, kek atıştırıp 21.00 sonrası zengin akşam yemeğine başlanıyor. Ünlü şair Pablo Neruda’nın "Yılan Balığı Yahnisi Kasidesi"yle ölümsüzleştirdiği yemeğin tadına mutlaka bakılmalı. Şiir, yemeğin nasıl yapılacağını tarif eder ve hemen hemen her Şilili bu kasideyi ezbere bilir. Yılan balığı kızartılarak da yenir. Domates ve söğüş soğanla servis edilir. Şilililer "Eğer yılanbalığı kızartmasını tatmadıysanız Şili’yi görmüş sayılmazsınız" derler.

Şili mutfağında balık, tahıl ve sebzeler ağırlıkta. Kuzular ihraç edildiği için mönülerde pek görünmüyor. Şili’ye giderseniz, şu yemeklerin de tadına da bakmanızı öneririm. Kıyma, soğan, zeytin, kuru üzüm, katı yumurtayla yapılan börek (Empandos) sabah kahvaltılarının gözdesi. Kuru fasulye, erişte, soğan, sarı kabak, kuşbaşı et veya sosisle pişirilen erişteli fasulye ülkenin en sevilen yemeği. İnce ekmek dilimlerinin arasına dilimlenmiş domates, söğüş et, haşlanmış taze fasulye, acı yeşil biber, mayonez, avakado, hardal konarak yapılan Chacerepo en popüler sandviç türü. Malzeme bolluğundan ısırarak yenmez. Çatal, bıçak gerekir. Şişte kuzu, Patagonya’nın gözde yemeklerinden. 6 aylık kuzu, ortadan ikiye bölünerek bütün halinde şişlere geçirilir ateşe meyilli şekilde konarak, dört saatte kızartılır. Bütün bu yemekleri hazmetmek için, 23 aromatik bitkinin alkol içinde marine edilmesiyle yapılan Araucano bitter içmek gerekir. Bütün restoranlarda ve barlarda yemekten sonra servis edilir. Tabii yıldızı hızla yükselen Şili şaraplarını da unutmayın.

Vahşi fiyortta mavi buzulların arasında

Şili Patagonyası’ndaki yolculuğumda bu hafta daha da güneye indim. Aysen Fiyordu’nda kıyı kıyı gidip, insanlardan uzakta, vahşi doğanın tadını çıkartan fok balıklarıyla tanıştım. Dev buzulun nasıl yok olmaya başladığını izledim. Gölleri, dağları aşıp Şili Patagonyası’na veda ettim. Bu hafta vahşi doğanın içinde yaptığım bu büyüleyici yolculuğu sizinle paylaşacağım.

Bir sabah, Türkiye’den çok uzakta, Şili Patagonyası’nın güneyinde, bir fiyordun kenarındaki otel odasında uyanacağımı hiç aklıma getirmemiştim. Perdeyi açtığımda zirvesi karla kaplı dağları gördüm. Her yerden bir dağ yükseliyordu. Zirveler sanki yükseklik yarışındaydı. Yattığım yerden dağ görmeyeli uzun yıllar olmuştu. Heyecanlandım. Aslında bugün heyecanlı bir gün olacaktı. Bir katamarana binip daha güneye gidecek, asırlar öncesinden kalma buzulla tanışacaktım.

Kıyıya indiğimde, buzul yolcuları etrafı daha iyi seyredebilmek için pencere kıyısında yer kapma telaşındaydı. Dağlara daldığım için kuyruğun en sonuna kalmıştım. Bulduğum yere razı olacaktım...

Aysen Fiyordu, Şili’nin en önemli su yollarından biriydi. Bir çok kenti Büyük Okyanus’a bağlayan bu labirent ve değişken formlu fiyortta, yolu bulmak için usta bir kaptan olmak gerekiyordu. Kataraman hareket ettiğinde, üst kattan her yeri rahatlıkla görebiliyordum. Fiyordun solunda And Dağları yükseliyordu. Sağda ise irili ufaklı volkanlar sıralanmıştı. 18 bin yıl önce oluşumunu tamamlayan bölgenin vahşi doğası görkemini koruyor, keşfedilmeye izin vermiyor, gizlerini hálá saklıyordu. Aslında 19. yüzyıla kadar insanoğlunun gözünden uzakta kalmıştı. 1831’de Charles Darwin, yörenin ilk haritasını çıkarmıştı. Kaptan FitzRoy’la birlikte tepelere çıkmayı denemiş, ormanın içlerine girememişti. Ellerini yüzlerini yırtan keskin dallar, bambu sarmaşıkları ilerlemelerini engellemişti. Bölgenin haritasını böylesine zorluklara katlanarak çıkarabilmişti.

DARWİN’IN FOKLARIYLA KARŞILAŞTIK

Bir süre gittikten sonra, sağımızda Maca Yanardağı göründü. Zirvesini karlarla örtmüş, mışıl mışıl uyuyordu. Kıyıları ve dağları kaplayan ağaçlar, sarmaşıklar, bambular öylesine vahşi bir görünüm sunuyordu ki, Darwin’in anlattıklarının bugün için de geçerli olduğuna inanıyordum. O günden beri değişen bir şey olmamıştı anlaşılan. Katamaran bir süre sonra yavaşlayıp, kıyıya yanaştı. Taşların üstünde bir sürü fok balığı, birbirine yaslanmış uyuyordu. Bazıları ürküp kendini denize attı. Darwin fokları, aynı kıyıda görmüş, defterine şu notu düşmüştü: "Domuzlar gibi birbirlerine sokulmuş uyuyorlardı. Ancak pisliklerinden ve yaydıkları korkunç kokudan domuzlar bile utanç duyardı." Ünlü araştırmacıyla gördüklerimiz tıpatıp aynıydı ama arada tam 180 yıl vardı. Aysen Fiyordu’nda zaman çok yavaş ilerliyordu anlaşılan.

Ertesi gün erkenden kendimi bir yağmur ormanında buldum. Özelleştirilmiş bir parktı. Ağaçların gölgelediği patikalardan yürürken, ilgimi en çok dev yapraklı bitkiler çekti. Yaprakları masa büyüklüğündeydi. Yağmurda altına sığınabilirdim. Şelaleler, delice akan ırmaklar, gövdesini tuttuğunuzda huzur bulduğunuz ağaçlar, dev defneler, ilginç çiçekler derken yürüyüşün sonunda, öğle yemeğini yiyeceğimiz mekana ulaştık. Ortadan ikiye ayrılarak şişlere geçirilen kuzular, ateşe yaslanmıştı. Acıkmıştım. Görüntü ve koku aklımı başımdan aldı. Patagonya müziği ve dansları eşliğinde kızarmış etlerin tadını çıkarttım.

Artık Arjantin Patagonyası’na doğru yola çıkmanın zamanı gelmişti. Balmaceda’dan uçakla Puerto Varas’a geçtim. Bundan sonraki yolculuk görsel şölendi. Gölleri tekneyle geçecek, otobüse binip diğer göle gidecektim. And Dağları’nı aşıp Arjantin’e varacaktım... Otobüs kimsesiz toprakları aşıp, Llanguihue Gölü’nde beni indirdi. Tekne hareket edince Şili Patagonyası’nın en görkemli volkanı Osorno göründü. Çocukların çizdiği dağları andırıyordu. Tam ve pürüzsüz bir koni. Tepesi kar kaplıydı. Tekne adeta Osorno’nun eteklerine sürünerek geçiyordu. Büyülenmiş gibiydim. Hiçbir şey düşünmeden sadece seyrediyordum.

GÖZÜM OSORNO’NUN ZİRVESİNDEYDİ

Şimdi mışıl mışıl uyuyan volkan, 174 yıl önce öfkesini kusmuş, Darwin buna şahit olmuştu. "Darwin ve Beagle Serüveni" adlı kitapta patlama şöyle anlatılmıştı: "Haftalarca uygarlıktan uzak, fırtınada geçen yolculuk sonunda tekrar Chiloe Adası’na vardılar. 18 Ocak 1835’te San Carlos Limanı’na ikinci kez demir attılar. Kıyıdan 150 kilometre içerideki Osorno Yanardağı’nın patlaması o geceye rastlar: Saat 12’de nöbetçi, büyük bir yıldıza benzeyen ve saat 03’e kadar yavaş yavaş büyüyen bir şey gördü. Çok görkemli bir manzaraydı. Dürbünle bakıldığında büyük bir kırmızı ışığın ortasında, art arda yukarıya fırlayıp sonra aşağı düşen siyah nesneler görülüyordu. Işık, deniz üzerinde uzun, parlak bir yansıma bırakacak kadar güçlüydü. Sabah volkan sakinleşmişti. Sonradan 770 kilometre kuzeydeki Aconcagua ve 4350 kilometre kuzeydeki Coseguina yanardağlarının da aynı zamanda patladığını duyduklarında çok şaşırdılar."

Dalgın dalgın Osorno’ya baktığımı gören yanımdaki İnka yüzlü Şilili, Darwin’i düşündüğümün, onun gördüğü püskürmeyi için için arzuladığımın farkında değildi. Sessizliği bozup, "sen çok cesur olmalısın" dedi. "Neden" diye sorduğumda şunları söyledi: "Ülkemizde tamı tamına 2900 volkan var. Bazılarının tepesinden hálá duman tüter. Bastığımız toprak rüzgardan bile kararsızdır. Ne zaman ne tarafa doğru kayacağı belli olmaz. Yani bir anda kıyamet kopabilir. Zamanı, saati yok. Biraz sonra bile olabilir. Bunları göze aldığına göre çok cesursun!" Cesur muydum acaba? Bana hiç de öyle gelmiyordu!..

ELVEDA ŞİLİ

Üç göl daha aştıktan sonra nihayet Şili’den çıkış kapısına geldim. Dağ yolunun başlangıcındaki kulübe benzeri binaya girince, örgü ören bir kadınla karşılaştım. Yanında ayakları çıplak küçük bir kız oynuyordu. Kadın pasaportumu inceledi, giriş damgalarına baktı, önündeki listedeki isimleri kontrol etti, sonra da çıkış damgasını vurdu. Otobüse binerken küçük kız bana el sallıyordu. Otobüs ormanın içinden geçen daracık yolları aştı. Üstünde, "Arjantin’e Hoşgeldiniz" yazan kütüklerden yapılma bir takın altından geçip ülke değiştirdi. Yine kırık dökük bir kulübede pasaportuma giriş damgası vurulduktan sonra, iki göl daha aşıp Bariloche’deki otelime vardım. Yeşillikler arasındaki bu güzel otelde, Arjantin Patagonyası’nın lezzetli etlerinin, Mendoza bölgesinin Malbec şarabınının tadını çıkarttım. Artık Buenos Aires’e gidip, tangonun ve lezzetli etlerin keyfini sürme zamanı gelip çatmıştı...

DEV BUZUL GÖZÜMÜN ÖNÜNDE DEV PATLAMALARLA ERİYORDU

Katamaran tam yol gitmesine rağmen Aysen Fiyordu’ndan San Rafael Buzulu’na ulaşmamız beş saat sürdü. San Rafael, 40 kilometre uzunluğu, 3-4 kilometre eni ve 55 metre yüksekliğiyle güney yarım kürenin en büyük buzullarından biriydi. Açık mavi rengiyle göz kamaştırıyordu. Gruplar halinde zodyak motorlara binip, buzula daha da yakınlaşmaya çalıştık. Koyda büyüklü küçüklü buz parçaları yüzüyordu, çarpmamak için zigzaglar çiziyorduk.

Buzulla aramızda 300 metre kalmıştı ki, birden patlama sesleri duyulmaya başladı. Sonra bir çatırdı koptu. Bir süre sonra buzulun ön yüzünden koskocaman bir parça kopup, denize gömüldü. Buzul parçası birkaç dakika sonra suları fışkırta fışkırta tekrar su yüzüne çıktı. İnsanı ürküten, büyüleyen bir görüntüydü bu. Buzullun dalgaları bizi bir süre salıncak gibi salladı. Orada bulunduğumuz bir iki saat içinde bir çok parça buzuldan kopup denize düştü. San Rafael Buzulu hızla eriyordu. Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi’nin (NASA) verilerine göre, 2003’ten bu yana 2 trilyon tondan fazla buzul erimişti. Küresel ısınmanın somut sonuçları 300 metre ötemde gerçekleşiyordu. Ben de çaresizlik ve dehşet içinde seyrediyordum.

Çevredeki dağların üstüne sis çökerken, katamarana binip dönüş yolculuğuna geçtik. Yolculuk gelişten daha neşeliydi. Çünkü herkes buzul parçalarıyla soğutulmuş viskilerini yudumluyordu. Buzullu viski içmek, bu yolculuğun vazgeçilmez geleneğini oluşturmuştu. Güneşin son ışıkları dağlara, küçük adalara, kıyılara bir gizem yüklemeye başlamıştı. Işık, dönüş yolunu başka türlü biçimlendiriyordu sanki. Görüntünün değişimine buzullu viski de yardımcı oluyordu eminim.

Dünyanın diğer ucunda unutulmaz bir yolculuk yapmıştım. O gece, adını bilmediğim yıldızların altında, binlerce yıl öncesini düşleyerek huzur içinde uyudum.

Editör: TE Bilişim