Beykoz sahilinde otobüsün kapısı gıcırtıyla açıldı…

Yalıköy durağında yağmurlu bir salı sabahı…

Sabah mahmurluğuyla, Kadıköy – Beykoz hattının son duraklarına yaklaşan 15 F, her sabah olduğu gibi içinde uyuklayanların yarım yamalak düşleriyle dolup taşıyordu…

Silecekler, uykusuzlukla gözlerini ovuştururken, oturmayı büyük bir ayrıcalık saydığım koltuğumdan isteksizce kalktım.

Otobüsün basamaklarını, kızgın kumlardan serin sulara dokunan bir ayakucu edasıyla ile yoklayarak indim.

Neyse ki kapı, yağmur birikintisine denk gelmemişti.

Sahil boyunca yürüyüp köşedeki pastaneden yukarı doğru kıvrıldım.

İshak Ağa Yokuşu’nu ağır ağır çıkarken gözüm yine soldaki ahşap yapıya takıldı…

Her sabah önünden geçerken ‘bir ara mutlaka gelmeliyim’ diye kendime söz verdiğim ilgi çekici bir binaydı bu.

Kapı üzerindeki yaldızlı tabelada “Orhan Veli Kanık bu evde doğdu” yazıyordu…

15 F’nin sabah trafiğindeki mücadelesi, bu sabah işe gitmeden önce bana tam olarak 25 dakika kazandırmıştı. Bu zaman, göz ucuyla da olsa içeride bir tur atmaya yeterdi.

“Açık mıdır acaba?”

Kaldırımı çıkarak hafifçe tıklattığımda, tahta kapı usulca içeri doğru açılıverdi.

“Demek ki erken açıyorlar!” diye gülümsedim ve içeriye doğru bir adım attım.

Ortalık sessiz…

Birkaç adım sonra ufak da olsa yaşam belirtisi göstersen sesler işitmeye başladım. Hızlı adımlarla geçtiğim koridorun sonu, buzlu camı olan eski bir kapıya çıkıyordu.

“Bilet de almadım ama her halde müze kart geçer?” diye düşündüm. Ve olanca özgüvenimle kapıyı tek hamlede ardına kadar açtım.

Bir de ne göreyim!

“Aaaay!” Üzerinde dizlerine kadar inen beyaz iç donu ile yaşlı bir adam korkuyla bana bakıyordu!

“Sen de kimsin be!”

Onun çığlığından korktuğum için bende aynı anda çığlığı basmış ve bir elimi utanç içinde gözlerime kapatmıştım.

“Esas sen kimsin be adam!” diye çıkıştım.

“Orhan Veli’nin evinde yarı çıplak ne yapıyorsun! Müzeler müdürlüğüne şikâyet edeceğim seni!”

Ben, gözlerim kapalı halde sağa sola çarpıp bağırırken yaşlı adam da ayağa kalkmış üzerine bir şeyler geçirmeye çalışıyordu.

“Ne müzesi hanım! Benim evim burası be!”

Adamın, gece vakti yağmur sırasında müzeye sığınan bir evsiz olduğuna inancım hala tamdı…

25 dakikamın çoğunu da kaybetmiş olmanın öfkesiyle, “Kapıdaki tabela ne o zaman? Kocaman ‘Orhan Veli Kanık’ yazıyor!” diye bağırdım.

“Tövbe ya rabbim; tövbe, tövbe!” diye söylendi adam.

Bu sırada kendimi koruma iç güdüsüyle parmaklarımdan birini aralayınca adamın çizgili pijamasını giydiğini gördüm.

Yüzü, gözü de pek öyle kötü niyetli birine benzemiyordu.

Komodin üzerinde duran bardağından bir yudum su olarak sandalyeye oturdu.

Bir eli hala güp güp atan kalbinin üzerindeydi.

Göz ucuyla etrafı süzünce başımdan aşağı kaynar sular döküldü.

Duvar dibine asılmış emektar sazının yanında muhtemelen torunu olan küçük bir kızla fotoğrafı duruyordu.

Pencere kenarında sabah haberlerini veren eski bir televizyon, masanın üzerinde ise çözülmeyi bekleyen çengel bulmacaları vardı.

Utanç içinde, kalp atışlarını düzenlemeye çalışan adama bir kez daha baktım.

“Şey... Amca af edersiniz. Ben… Yani, kapıdaki yazıyı ve girişteki bayrağı görünce müze zannettim burayı.”

Adam suyunu içip, pos bıyıklarını silerek yüzüme baktı.

“A şaşkın evladım, kapıda ‘Orhan Veli Kanık bu evde doğdu’ yazıyor. Müze yazıyor mu? Nereden uydurdun müzeyi”

Yanaklarım kıpkırmızı olmuştu.

“Bilmiyorum ki amca, tabelayı görünce müze sandım ben. Kusuruma bakmayın ne olur.”

Yaşlı adam biraz daha sakinlemişti.

“Birkaç yıl önce belediye yaptırdı o tabelayı. Bilgi doğru, Orhan Veli bu evde doğmuş ama ev bir müze değil. Gördüğün gibi içinde ben yaşıyorum.”

Omuzlarımın üzerinde beton dökülmüş yağ varilleri vardı sanki? Başımı tamamen aşağı eğip, yerdeki parkeleri sayarak özür diledim.

Adamcağız da mahcup olmuştu.

“Benim de kabahatim var kızım. Be, herif kilitlesene kapını!”

“Estağfurullah amca, nereden bilecektiniz sabahın köründe, davetsiz bir misafirin böyle içeri dalacağını?”

İkimizde gülümseyerek birbirimize baktık. Kapüşonumu başıma geçirerek, “İyisiniz değil mi?” diye sordum.

“İyiyim, yiyim merak etme.” dedi yaşlı adam. “Sadece azıcık kalbime indiriyordun o kadar.”

Ev sahibinin refakati ile yeniden dış kapıya ulaşmıştım.

“Tekrar özür dilerim amca.”

“Tamam, tamam ziyanı yok.” dedi o.

Hatta basamakları indiğim sırada arkamdan seslendi.

“Hanım kızım! Madem bu kadar seviyorsun Orhan Veli’yi, önümüzdeki hafta bir gün önceden haber verip, ziyaret et beni. Sana evi gezdireyim.”

Gülümseyerek el salladım ve ağır ağır İshakağa yokuşunu çıkmaya devam ettim. Orhan Veli bu evde kaç şiir yazdı bilmem ama benim de bu evde unutulmaz bir öyküm vardı artık…