“Montrö Boğazlar Sözleşmesi bitti mi? Sürekli yenileniyor mu?” başlıklı önceki yazımda, Montrö ile ilgili öne sürülen görüşlerin bazılarının objektif yanlışlar içerdiğini, diğer bazılarının ise  uluslararası hukukun yerleşik ilkeleri açısından doğru belirlemeler olmasına rağmen sonuçta ileri süreni bütünsellik içinde hataya götürdüğünü söylemiş ve bazı örnekler vermiştim. 
Yazıyla ilgili okuyanlardan çok sayıda geri dönüş aldım. Bazıları şu eleştiriyi yaptı: 
“Sözkonusu hatanın ne olduğundan bahsedilmesi gerekirdi”
Ben de yazacağıma söz verdim. 
O nedenle, yazının asıl konusuna geçmeden, uluslararası hukukun yerleşik kurallarına uygun belirlemelerin sonuçta Montrö açısından neden doğru sonuç vermeyeceğini açıklamaya çalışacağım. 
***

“Rebus sic stantibus”

Verdiğim örneklerden bir kısmı, Sayın İlker Başbuğ’un bir televizyon kanalının canlı yayınında yaptığı açıklamalarından oluşuyordu.
Tekrar hatırlarsak, özetle, şu belirlemelerde bulunmuştu:

  • "Uluslararası hukuktaki genel kabul görmüş kurala göre, “bir antlaşmanın yapıldığı dönemdeki koşullarda sonradan esaslı değişiklikler olması, o antlaşmanın taraflarına, fesih hakkı verir”
  • “Kanal İstanbul, Montrö koşullarında esaslı değişiklik anlamına gelir” 
  • “Montrö akit devletleri, Kanal İstanbul’u gerekçe göstererek anlaşmayı haklı nedenle fesih yoluna gidebilirler” 

Sayın Başbuğ’un burada dile getirdiği, aslında uluslararası hukukun en temel kurallarından birisi olan ve latince “Rebus sic standibus” olarak ifade edilen ilkedir. 
Tam çevirisi “Koşullar değişmediği sürece” olmakla beraber uluslararası hukuktaki anlamı çok daha geniştir. 
Uluslararası hukukta “Pacta sunt servanda” yani “Ahde vefa” da temel bir kuraldır. Yani, verilen söz, tutulmalıdır. “Rebus sic standibus” ise bu temel kuralın bir istisnasını oluşturmaktadır. Verilen söz tutulmalıdır, yeter ki, sözün verilmiş olduğu dönemdeki koşullar esaslı bir değişikliğe uğramış olmasın. 
1969 tarihli Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi’nin 62. Maddesi, “Şartların esaslı bir şekilde değişmesi” başlıklıdır. Bu madde kapsamında “Rebus sic standibus” ilkesi bu latince terim belirtilmeksizin formüle edilmiştir. Buna göre; 
“Bir antlaşmanın akdedilmesi sırasında mevcut olan şartlarda meydana gelen taraflarca öngörülmeyen esaslı bir değişikliğe, bu şartların mevcudiyeti, tarafların antlaşma ile bağlanma rızalarının esaslı bir temelini teşkil etmedikçe ve değişiklik antlaşmaya göre hala icra edilecek yükümlülüklerin kapsamını köklü bir şekilde değiştirme etkisini haiz olmadıkça, antlaşmayı sona erdirme veya antlaşmadan çekilme için bir gerekçe olarak başvurulamaz.”
Önceki yazımda Türkiye’nin 1969 Viyana Sözleşmesi’ni imzalamamış olduğunu ancak Sözleşmenin birçok maddesinin Uluslararası Örf-Adet Hukuku haline de gelmiş olmasından dolayı bu maddelerde ısrarlı muhalif olmayan ülkemizi de bağlayabileceğini yazmıştım. İşte “rebus sic standibus” ilkesi bunlardan birisidir. 
Bu ilke gerçi Viyana Sözleşmesinden çok daha önce Uluslararası Örf-Adet Hukuku niteliğini kazanmıştı. 
Dolayısı ile, kısa yoldan söylersek, Sayın Başbuğ’un sözünü ettiği “Rebus sic standibus ilkesi” vardır, gerçektir ve ülkemiz açısından da bağlayıcıdır. Buraya kadar sorun yok. 
Peki bu bağlayıcı kural, antlaşmaları kendiliğinden münfesih kılar mı? Yani, Kanal İstanbul eğer Montrö koşullarında esaslı bir değişiklik meydana getiriyorsa, bu durumda bağlayıcı ilke çerçevesinde Montrö Sözleşmesi, kendiliğinden fesih mi olacaktır?
Sorunun cevabı hayır, fesih olmayacaktır. Çünkü feshin gerçekleşebilmesi için şartlarda esaslı değişiklik meydana geldiğinin imzacı taraflardan biri tarafından ileri sürülmesi ve bu ileri sürmenin diğer taraf(lar)ca da kabul edilmesi gerekir. Yok eğer imzacı taraflardan hiç biri sesini çıkarmaz ise,  Sözleşme de devam edecektir. İşin bir diğer önemli tarafı, şartlardaki esaslı değişiklik, sadece akit devletlerce ileri sürülebilir, imzacı olmayan bir devletin bunu ileri sürerek fesih talep etmesi mümkün değildir.
Ayrıca bir devlet bu ilkeye dayanarak imzacısı olduğu bir uluslararası antlaşmayı tek taraflı olarak da feshedemez. Bunun için ilgili taraf(lar)la görüşmesi, anlaşmazlık bu yolla çözülemezse konunun uluslararası yargıya (BM Uluslararası Adalet Divanı) götürülmesi gerekir. 
Yani uzun bir süreçtir. 
Peki, bütünsellik içindeki hata nedir o zaman? Şeklinde bir soru aklınıza gelebilir. 

Indiana Jones ve Kutsal Hazine Avcıları filminde ikonik bir sahne vardır. 

Steven Spielberg’in yönettiği Indiana Jones ve Kutsal Hazine Avcıları’nda Harrison Ford’un canlandırdığı Dr. Indiana Jones siyah kaftanlı kılıçlı kötü adama rastlar. Herkes tam bu noktada  uzun bir kılıç savaşı bekler. Oysa Indiana Jones kendisini kılıçla tehdit eden kötü adama şöyle bir bakar ve silahını çekip adamı vurur. 

Seyirciyi de şaşırtan bu sahne, gücünü yaşamın pratik gerçekliğinden almaktadır: elinizde ulaşmak istediğiniz amaca giden kısa ve kesin bir yol varsa, niye uzun ve zahmetli bir uğraşa giresiniz ki? 

Benzer şekilde, Montrö’yü feshetmek isteyen bir devletin “Rebus sic standibus” yöntemine başvurması sol eliyle sağ kulağını göstermek gibi olur ve belki de bu yolla kulağını hiç gösteremeyebilir bile. 

Çünkü, Montrö Sözleşmesi zaten imzacı taraflara diledikleri zaman ve hiçbir gerekçe göstermeksizin tek taraflı fesih hakkı vermektedir. Bu açık ve garantili yol varken, neden uğraşsınlar ki? 

Bizzat Montrö Sözleşmesi ile tanınmış bu hak ortada iken, akit bir Devlet neden “Şartlarda esaslı değişiklik oldu” diyerek maceralı bir fesih yoluna girsin? Sözleşmeyi feshetmek istiyorsa,  Montrö Sözleşmesi'nin 28. Maddesi, önceki yazımda daha geniş anlattığım gibi, kendisine, "doğrudan ve tek taraflı fesih" yetkisini vermektedir. 

Montrö Sözleşmesi hala devam ediyorsa, tüm imzacı tarafların menfaatine olduğu için, bir denge ve istikrar unsuru olduğu için ve bölge devletlerinden hiçbiri bu istikrarı bozmak istemediği için devam ediyor.

Yoksa,akit devletler fesih için bir bahane bulamıyorlar diye devam ediyor değil. 

*** 
“Pacta sunt servanda”


Gelelim yazının asıl konusuna. Kanal İstanbul’un Montrö Sözleşmesi ve “Pacta sunt servanda” yani “ahde vefa” ilkesi çerçevesinde değerlendirilmesi. 
Bugüne kadar hiç kimse Kanal İstanbul ve Montrö Sözleşmesi ilişkisini “Ahde vefa” yönünden ele almadı. 
“Ahde vefa” sadece Uluslararası Hukukun değil, medeni hukukun ve borçlar hukukunun da temel ilkelerinden birisidir. 
1804 yılında yürürlüğe giren ve hala yürürlükte olan Fransız Medeni Kanunu’nun 1134. maddesinde “Les conventos légalement formées tiennent lieu de loi â ceux qui les ont faites. Elles ne peuvent être révoquées.” (Kanuna uygun olarak yapılan sözleşmeler, onları yapanlar için kanun yerine geçer. Bunlar sadece onların karşılıklı rızasıyla sona erdirilir.) ibareleri yer almaktadır. Bu sebepten ötürü Fransız hukukunda sözleşme, tarafların kanunu (loi des parties) olarak kabul edilir. 
Türk Borçlar Hukukunda da “Ahde Vefa” (Sözleşmeye Bağlılık) ilkesi temel ilke olarak kabul edilmektedir. Buna göre,  sözleşme yapıldığı andaki gibi aynen uygulanmalı ve hükümlerine riayet olunmalıdır. Bununla alakalı olarak, Uluslararası Hukukta şartların değişmesi sonucunda Antlaşmadan geri dönülebileceğini öngören “Rebus sic standibus” ilkesi gibi, Borçlar Hukukunda da “emprovizyon teorisi” ortaya atılmıştır. Bunun da dayanağı, hukukun bir diğer temel ilkesi olan, “dürüstlük kuralı” dır. 

“Ahde Vefa” uluslararası hukukta bağlayıcılığı olan bir örf-adet kuralıdır. Buna göre, her devlet imzaladığı sözleşme ile bağlıdır ve bu sözleşmenin gereklerini dürüstlük kuralına bağdaşır şekilde yerine getirmek zorundadır. 
1969 Tarihli Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi’nin 26. Maddesi, “Pacta Sunt Servanda” başlığını taşır ve devamında “Yürürlükteki her andlaşma ona taraf olanları bağlar ve tarafların onu iyi niyetle icra etmesi gerekir.”  Denilir. 
Ülkemiz Viyana Sözleşmesinin tarafı olmasa da, “ahde vefa” ilkesi, uluslararası örf-adet hukukunun bir parçası olduğundan, bu ilkenin ülkemizi de bağlayıcı niteliği bulunmaktadır. 
*** 
Şöyle bir senaryo düşünelim. 
Bir köyde 10 komşu hane koyunlarını bir ortak bir otlakta otlatıyor olsunlar. Bu otlağa da sadece komşu A’nın bahçesinden geçilerek girilebiliyor olsun. Ancak otlağın belli bir kapasitesi olduğundan belli bir sayının üzerinde koyunun girmemesi gerekmektedir. 
Bu sorunu çözmek isteyen 10 hane  bir araya gelip bir sözleşme imzalasınlar. Sözleşmede komşu A’nın her gün bahçesinden belli sayıda koyunu otlağa bırakması ve daha fazla koyunu almaması imza altına alınmış olsun. 
Komşu A, bahçesinden her gün belli sayıda koyunu otlağa bırakırken, günlerden bir gün evin öbür yanındaki tepeyi de oyup otlağa bir yol daha açmak aklına gelsin. Ve bir yandan bahçeden söz verdiği sayıda koyunu geçirirken, diğer açtığı yoldan da dilediği kadar koyunu otlağa bıraksın. 
Diğer haneler bu durumu mahkemeye aksettirdiklerinde, komşu A, kendisini şu şekilde savunabilir mi:

    -Ben imzaladığım sözleşmeye uygun hareket ediyorum. Sözleşme bahçemden her gün belli sayıda koyunu geçireceğimi emrediyor. Ben de bu sözümü tutuyorum. 

Evet, bu beyan doğru olabilir ama, hukukun bir başka ilkesine, iyi niyet ilkesine aykırılık teşkil etmektedir.  
Konuyu Montrö Sözleşmesi bağlamında değerlendirirsek. 
Türkiye, Montrö Sözleşmesi’nin altına imza atarak, Karadeniz-Marmara-Ege arasındaki ve tersi yönde deniz ulaşımında belli ilkelere uygun olarak hareket edeceğine söz vermiş ve yükümlülük altına girmiştir. 
Şimdi, İstanbul Boğazı’nın yanına Kanal İstanbul’u açarak, “Burası doğal bir su yolu değil, kendi inşa ettiğim bir Kanal, benim hükümranlığım altında, dolayısıyla bu kanaldan geçişlerde ben Montrö Boğazlar Sözleşmesi hükümlerini etkisiz kılabilecek uygulamalar da yapabilirim" diyebilir mi? 
Bu şekilde yapılacak geçişler, “Pacta sunt servanda” ilkesi kapsamında, nasıl değerlendirilmelidir? 
*** 
Ahde vefa ilkesini çok geniş yorumlarsak, “Kanalın yapılmasının bile bu ilkeye aykırı olabileceği” sonucunu çıkartabiliriz. Bu bir tartışma konusu olabilir. Ancak ben o kadar geniş yorumlamak istemiyorum. 
Benim yorumuma göre Türkiye’nin Kanal İstanbul’u inşa etmesi, tek başına Montrö Sözleşmesinden dolayı üstlendiği “ahde vefa”  yükümlülüğüne halel getirmez. 
Ancak bunun sınırının, Kanal İstanbul’un işlevinin Montrö ile çeliştiği noktaya kadar olduğunu da kabul etmek gerekir. 
Özetle söylersek, Kanal İstanbul, Montrö ile getirilen geçiş rejimini ihlal etmeyecek şekilde faaliyetini sürdürdüğü müddetçe, imzacı devletler açısından bir sorun olmaması gerekir. 
Bu nedenlerle, Türkiye’nin;

  • İmzacı devletlerle diplomatik temas kurarak Montrö Sözleşmesi’ne sadık kalmaya devam edeceğini, yani “ahde vefa” ilkesi uyarınca hareket edeceğini bildirmesi, 
  • Birleşmiş Milletler’e bildirimde bulunarak tüm Devletlere “Ahde Vefa” ilkesi uyarınca Montrö Sözleşmesi’nin inşa edilecek kanal yoluyla ihlal edilmeyeceğini bildirmesi,

Halinde, “Ahde vefa” ilkesinden kaynaklanan bir uluslararası anlaşmazlık çıkması mümkün olmayacaktır.  

"Ahde vefa" ilkesi, hem uluslararası örf-adet hukukunun bir parçası, hem de hem de her devletin her devlete karşı ileri sürülebileceği "erga omnes" niteliğinde bir kural  olduğu için, Türkiye'nin bu çerçevede hareket edeceğini beyan etmesi, Montrö imzacısı Devletlerin olası itirazlarını da engelleyecektir. 
**** 
Burada şu soru akla gelebilir. 
Montrö ile getirilen ilkelerin Kanal İstanbul yoluyla delinmeyeceği ilan edilirse,  kılavuzluk ve römorkörcülük hizmetleri ne olacaktır?
Öyle ya, Montrö’nün en çok eleştirilen yanlarından birisi, kılavuzluk ve römorkörcülük hizmetlerinin isteğe bırakılmış olmasıdır. 
Montrö’ye bağlı kalacağız diye, Kanal İstanbul’dan geçecek gemilerin kılavuz kaptan ve römorkör almalarını da isteğe bağlı mı kılacağız?
Elbette ki hayır. 
Kanal İstanbul’dan gemilerin kılavuz kaptan ve römorkör almadan geçmesi zaten fiilen mümkün değildir. Dolayısıyla fiilen mümkün olmayan bir şeyi  engel olarak ortaya koymak mantıklı olmayacaktır. 
*** 
Öte yandan, Montrö Boğazlar Sözleşmesi yakından incelendiğinde görülecektir ki, Sözleşmenin Kanal İstanbul marifetiyle delinmesi, ahde Vefa ilkesini bir an için dikkate almasak dahi,  zaten mümkün değildir
Çünkü sözleşmenin 18. Maddesi, “Karadeniz kıyıdaşı olmayan Devletlerin barış zamanında bu denizde bulundurabilecekleri toplam tonajı” belirlemektedir. 
Maddede Boğazlar’dan bahsedilmemekte, tamamen “Karadeniz’de bulundurulacak tonaj” kriter olarak alınmaktadır. Yine benzer şekilde “Boğazlar’dan geçiş” değil, “Karadeniz’e giriş” tabiri kullanılmaktadır. Karadeniz’de kıyıdaş olmayan devletlerce bulundurulabilecek azami toplam tonaj, bugün için 45 bin tondur. Eğer tonajın tamamı tek bir devlete ait olacaksa, 2/3 oranı vardır yani o zaman tonaj 30 bin tonu geçemeyecektir.  
Karadeniz’de azami kalış süresinin 21 günden fazla olamayacağı da yine 18. Maddede yer almaktadır. 
Sözleşmenin savaş gemilerinin barış zamanında geçişlerini düzenleyen maddelerinin hepsinde, savaş zamanında ve Türkşiye'nin kendisini çok yakın savaş tehlikesinde hissetmesi halinde dahi, 18. Maddeye atıfta bulunulmaktadır. Yani Karadeniz’e giriş, ister İstanbul Boğazı yoluyla isterse Kanal İstanbul yoluyla yapılmış olsun, bu geçişte Karadeniz’de bulundurulabilecek toplam filo dikkate alınmak zorundadır. 
Sonuç olarak şu söylenebilir:
Geçiş Kanal İstanbul yoluyla yapılsa bile, Karadeniz’de kıyıdaş olmayan devletlerin, ne tonaj ne de süre olarak, bu denizde, Möntrö Sözleşmesi ile belirlenenin dışında, fazladan filo bulundurmaları mümkün değildir. Bu nedenle, Kanal İstanbul üzerinden yapılacak geçişlerde de, bu toplam filo ve sürelerin göz önünde bulundurulması gerekecektir.

(Önemli bir hukukçu olan Sayın Rıza Türmen'in yanıldığı nokta da burasıdır)
*** 

Kanal İstanbul ile ilgili tartışmaların, Montrö Boğazlar Sözleşmesi üzerinden yapılması yerine; çevresel etki, ekonomik çıkarlar ve şehircilik bağlamında yapılmasının daha doğru olacağı kannatindeyim. 

Çünkü Montrö üzerinde tartışmaların yoğunlaşması, konunun diğer yönlerinin gözden kaçmasına neden olabiliyor. Sözümona  "Montrö Lobisi" kolayından istediklerini Montrö üzerinden yaptırmak yolunu seçiyor, bari Montrö'yü bilseler de yapsalar, gene gam yemeyeceğim.

Yazımın bu amaca hizmet etmesi ve Kanal İstanbul'u Montrö bağlamında kısır çekişmelere konu olmaktan kurtulmasına katkı sağlaması dileğiyle tüm okuyuculara saygılarımı sunarım.