Kabotaj ve Mavi Vatan

Türkler olarak çok eskiden beri bulunduğumuz Anadolu yarımadasında, son 1000 yıldır Türk devlet kurumsallığının çatısı altında yaşamaktayız. Dünyanın bu en seçkin coğrafyasında bu kadar uzun bir süreyi başarabilen ve jeopolitik kaderi sonsuza kadar bu topraklarda sürecek başka bir devlet, imparatorluk ya da uygarlık olmadı. 

Bu süreçte iniş ve çıkışlar yaşandı. Görkem, duraksama ve gerileme, hepsi denizde başladı. Denizde İnebahtı (1571), Karada Karlofça (1699) ile başlayan gerileme süreci, 13 Kasım 1918 sabahı 55 parça savaş gemisi ile İstanbul’un işgalinde atalarımızı ilk kez vatan ve devlet kaybetme aşamasına getirdi.

Yetmezmiş gibi 15 Mayıs 1919’da Yunan tümenleri gemilerle İzmir’e çıktı.

Teknoloji ve bilimden kısacası akıl yolundan uzaklaşarak, nakil yolunda ısrar eden Osmanlı İmparatorluğu, yok olma aşamasına geldiği Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda geri kalmış, ticaretini yabancılara teslim etmiş, çiftçi bir devlet idi. Denizden istilaya gelen çelik imparatorlukların ateş gücü karşısında, denizde, yani ileri savunmanın başlaması gereken yerde direnecek güce sahip değildi. Buna rağmen, daha erken yıkılmasını geciktiren tek neden eşsiz coğrafyasıydı.

Sanayide ve donanmalarda kömürden petrole geçiş ve büyüyen ticari çıkarlar ile birlikte yeni kaderi 20. yüzyıl başında çizildi. Parçalanacaktı. 1907 Reval1916 Sykes-Picot1917 Balfour bu kaderin düğüm noktaları oldu. 1920’de Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı'nın imzaladığı Sevr, onu sadece parçalamıyor açık denizlerden de koparıyordu. Karadeniz’de 500 km kıyı şeridine sıkıştırılmış, denizden Ermenistan ile komşu bir devletçik.

AKILDAN UZAKLAŞTIKÇA DENİZDEN UZAKLAŞILDI

Akıldan uzaklaşan Osmanlı denizden de uzaklaşmıştı. Donanması çağlar boyunca kapitülasyonlar, emperyalizm ya da iç cephedeki tutucu karacı aklın kurbanı oluyordu.

Kıyıları, karasuları ile göl ve akarsularında yürüttüğü tüm denizcilik faaliyetlerini, yani kabotaj hakkını kendi tekelinde korumak istemiyor, sonraları korumak istese de gücü yetmiyordu. Onaltıncı yüzyılda yelkene 100 yıl geç geçilmişti.

600 yıllık devletin Donanmasına kumanda eden 216 Kapdan-ı Derya ve Bahriye Nazırı içinde ancak 20-30 kadarının muharip ve denizci olmasının bedeli Çeşme, Navarin ve Sinop baskınlarında ağır ödenmişti. Deniz gücü kurmanın olmazsa olmazı bilimden ve sanayiden uzaklaşan ve endüstriyel medeniyet ürünlerini üretemeyen Osmanlı çökmeye mahkûm olmuştu. 

Demire karşı kanla mücadele etmek zorundaydı. Balkan harbi öncesinde Mısır, Kıbrıs ve Libya; sonrasında Adriyatik ve Ege tamamen kaybedilmiş, Anadolu yarımadası, Tuna ve Süveyş havzalarından tamamen koparılmıştı. Birinci Dünya Savaşı'nda istila donanması Çanakkale’ye hiçbir engel ile karşılaşmadan gelmiş, 25 Nisan 1915 sabahı Arıburnu’nda 19 Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal, 57. alaya ölmeyi emretmek zorunda kalmıştı.

Trakya ve Anadolu’nun büyük bölümünden Türkleri sökmeyi amaçlayan Sevr’i Mustafa Kemal’in askerleri 9 Eylül 1922 sabahı İzmir kıyısında yırtıp attı. Dumlupınar Başkomutanlık Meydan Muharebesinden sonra 1 Eylül sabahı Ölümsüz Başkomutandan aldıkları emir, ilk hedefin Akdeniz olduğu idi.

İngiltere’de Hükümet düşüren Çanakkale Krizinden (Chanak Affair) sonra İstanbul işgali sonlandırıldı ve Mudanya Mütarekesi ile kutsal Kurtuluş Savaşı sonrası Anadolu yarımadası ile Trakya’nın bütünlüğü korundu. Mavi Vatanını dört denizi ve 8300 km kıyısı ile korumuş, yurdunu parçalatmamıştı.


LOZAN'DA BİLİNÇLİ VE NET TAVIR 

Lozan’a gidilirken İsmet İnönü Başkanlığındaki heyete verdiği talimat açıtı: Kapitülasyonlar söz konusu olursa görüşmeleri kesin ve ger dönün. Nitekim konu gündeme geldi ve İnönü tereddütsüz görüşmeleri kesti.

Kapitülasyonlardan kurtulmadan bağımsız ve özgür olunamazdı. 24 Temmuz 1923 günü Antlaşma imzalandığında Türkler, 4,5 asırlık beladan kurtulmuştu. Öyle bir bela ki, sadece ekonomik cephede yıkım getirmiyor, aynı zamanda Türklerin denizcileşmesini, denizciliğin kurumsallaşmasını ve kültür birikimini de önlüyordu.




ATATÜRK'ÜN BÜYÜK ÖNGÖRÜSÜ

Mustafa Kemal Atatürk, donanmasız Anadolu olamayacağını gördü. Ancak sadece donanma gücü de yetmezdi. Türkler ve Anadolu denizcileşmeliydiDevlet denizcileşmeliydi. Kurumlar denizcileşmeliydi. Savunma denizde başlamalıydı. 900 yıllık karasal kodlara rağmen deniz uygarlığı cephesine geçilmeliydi.

Ölümsüz Başkomutan, kurduğu yeni cumhuriyetin savunmasını denizden başlatacak donanmayı süratle kurdu. Başlangıçta devletin Amirali ve bırakalım harbe hazır donanmayı, pervanesi dönen gemisi yoktu.

Bu açığı kapamak için Bahriye Vekaletini (Bakanlık) kurdu. Donanmanın gelişimine desteğini sürdürdü. Donanmayı her fırsatta onurlandırdı. Oluşturduğu çekirdek donanmayı 1936 yılında Kraliyet Donanmasının ana üssü Malta’ya gönderdi.

Aynı yıl Türk Boğazlarının egemenliğini geri aldı. Türkiye artık Boğazları kendi deniz gücüyle koruyabilecek seviyeye gelmişti. Mustafa Kemal Mavi Vatan’ın(*), yani deniz egemenlik alanlarımızın Amiral Gemisi Türk Boğazlarının egemenliğini almakla genç cumhuriyetin ilk jeopolitik kazanımını gerçekleştirmişti.


DENİZ GÜCÜ VE DENİZCİLİK GÜCÜ BİR BÜTÜNDÜR

Deniz gücü cephesinde yaşanan başarı denizcilik gücü için de yaşanmalıydı. Mustafa Kemal Atatürk, denizciliğin özgürlük, bağımsızlık, sanayileşme ve zenginleşmenin anahtarı olduğunu en iyi görebilen eşsiz bir Türk devlet adamıydı.

1923 yılında toplanan İzmir İktisat Kongresinde denizciler ayrı bir grup olarak temsil edilmemişlerdi. Ancak tüccarlar grubu içinde bir manifesto verdiler. Şöyle başlıyordu: ‘’Kapitülasyonların hep uzağı görmezlik ve düşüncesizlik yüzünden milletin başına bela olduğunu bilmeyen bir fert yoktur... Bunun hangi sebeple olursa olsun idamesi memleket ve millet için en büyük felakettir...Yabancı sermayeli firmalar, Ermeni ve Rumları kullanarak sahillerimizde çalışıp, kemiklerimizi emerek, paramızı alıyorlar.’’

11 Nisan 1926 günü kabul olunan ve 1 Temmuz 1926 günü yürürlüğe giren 815 Sayılı Kabotaj Kanunu ile yabancıların Türk denizciliği üzerindeki tahakkümü bıçak gibi kesildi ve böylece yüzyıllarca denizden uzaklaştırılan Türk halkı kabotaj kanunu ile denizlerine geri dönebildi.

Kabotaj hakkı Osmanlı'yı kemiren ve Türklerin denizcileşmesine en büyük engel teşkil eden kapitülasyonlara Mustafa Kemal’in en okkalı tokadıdır.

MÜFİT BEY HEYECANINA İHTİYACIMIZ VAR

1 Temmuz 1938 tarihinde Kabotaj ve Denizcilik Bayramı münasebetiyle İstanbul Deniz Ticareti Müdürü Müfit Deniz Bey tarafından İstanbul Radyosunda şu sözler söyleniyordu.

‘’Atatürk’ün Ordusu, 1922 senesi Ağustos günlerinden birinin şafağında, cihan tarihinin yeni bir sahnesini yarattı... Lozan, bir devrim ile yeni baştan tarihe yön veren yeni Türk devletinin ilk devrimidir...
Bu rejim, Türk milletine her sahada olduğu gibi Türk denizciliği alanında da gür bir varlık bahşetti...’’

Müfit Beyin heyecanı bugün var mı? Atatürk zamanında limanların devletleştirildiği, Türk bayraklı ticaret filosunun kabotaj şehitleri verecek kadar eski ve neredeyse denize çıkamayacak durumdaki gemileri ile milli firmalar ve hatların oluşturulduğu, denizcilik kültürünün baş tacı edildiği günlerden bugünlere geldik.

Yüzerken, Kürek çekerken, Yelken yaparken onlarca fotoğrafı olan, İstanbul’da geçirdiği her hafta sonunu denizde ve teknede değerlendiren Atatürk’ten sonra denizi ruhu ve kalbi ile seven ne cumhurbaşkanı ne de başbakan gördük.

CUMHURİYET DONANMASI HER ŞEYE RAĞMEN GÖREVİNİN BAŞINDA

Maalesef özellikle 1946 sonrası Batı çekim alanına girdikten sonra denizden uzaklaştık. Uzaklaşmayan tek kurum Cumhuriyet Donanması oldu.  Ağır bedeller ve kumpas davalar ile büyük tasfiyeler yaşasa da bugün başta Akdeniz olmak üzere görevinin başındadır.

1 Temmuz’lar ve simgelendiği kabotaj denizciliği zaman içinde, endüstriyel medeniyetin ve vahşi kapitalizmin yarattığı en büyük doğa düşmanı, kara yolu taşımacılığına yenik düştü.

Limanların yerini otogarlar, Karadeniz, Ege ve Akdeniz posta gemilerinin ve mavnalarının yerini otobüsler ve TIR’lar aldı.

DOĞA KATLİAMI, HALKI DENİZDEN AYIRAN "BETONLAŞMA"

Günümüzde Türkiye’nin dış ticaretinin kabaca yüzde 86’sı deniz yolu ile yapılırken (bunun da sadece yüzde 17’si Türk gemileri ile yapılıyor) iç ticaretinin sadece yüzde 4’ü deniz yolu ile yapılıyor. 2002 sonrası başta yabancı ortaklıkları kapsayan liman özelleştirmeleri ile kabotaj haklarımız sulandırıldı.

Ne acıdır ki, denizcilikten ve deniz kültüründen önce sahil şehirleri uzaklaştı. Doğayı katleden, halkı denizden ayıran duble yollara, Anadolu’nun en denizci insanlarının yaşadığı Karadeniz bölgesi bile, akıl almaz bir şekilde onay verdi.

En güzel kıyılar betonla kaplandı.

Pek çok sahil yerleşiminde, geleneksel balıkçı restoranları ve balık ekmekçilerin yerini kebapçı ve seyyar dürümcüler aldı.

Yelken, yüzme ve kürek kulüplerinin yerini futbol kulüpleri aldı. Sahilde yaşayanların büyük bir çoğunluğu, çocuklarının ilerde milli yelkenci ya da yüzücü olmasını değil, zengin futbolcu olmasını hayal ederek denizin ufkuna baktı ve rakısını yudumladı.

Türkiye ve Türk halkının denizcileşmesinde en önemli alan şüphesiz “deniz kültürü”dür. Denizciliğin temeli olan deniz kültürü, maalesef gerek Osmanlı gerekse Cumhuriyet dönemlerinde halkın günlük yaşantısına girememiştir. Deniz kültürünün halka mal edilmesi, bu kapsamda deniz ve denizciliğin önce halka tanıtılması, sonra sevdirilmesi ve yaygınlaştırılması başarılamamıştır.

Bu kapsamda amatör denizciliğin yaygınlaştırılması, başta gençlerimiz olmak üzere büyük çoğunluğa yüzme öğretilmesi, küçük tekne denizciliği ve amatör balıkçılığın geliştirilmesi göz önüne alınmamıştır.

HALKIN DENİZCİLEŞTİRİLMESİ 

Üzülerek ifade etmeliyim ki, Türkiye’de hiçbir siyasi partinin programında halkın denizcileştirilmesi bugüne kadar yer almamıştır.

Bu nedenle devlet, Atatürk dönemi hariç tarihin hiçbir döneminde halkın denizcileşmesine kafa da yormamıştır. Bakmayın 1 Kasım 2011’de adı değiştirilen Ulaştırma Bakanlığının yeni adının Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı yapıldığına. Türkiye’de denizcilik, pek çok sayıda farklı bakanlık ile yüze yakın değişik kurum ve kuruluşun yönetiminde kalmaya devam ediyor.

Günümüzde sayıları her gün artan marinalar, denizcilik fuarları (boat show), denizcilik dergileri ile başta yelken olmak üzere amatör denizciliğe yönelik ilgi artışı 85 milyon nüfus ve 8333 km sahil şeridi istatistikleri ile karşılaştırıldığında son derece düşüktür.

ACI TABLO

Dünyanın 16’ncı büyük ekonomisine sahip olduğu iddia edilen bir devlet için halkın denizcileşme ve deniz kültürüne sahip olma başarı endeksi de maalesef BM’in gelişmişlik, kadın erkek eşitliği ve insani gelişme endeksi gibi değişik kategorilerde Türkiye’nin son yıllarda elde ettiği rekor seviyedeki düşük derecelerle uyum içindedir.

Denize kıyısı olmayan İsviçre’de dahi 132 yelken kulübü varken bir deniz ülkesi olan Türkiye’de ADF (Amatör Denizcilik Federasyonu) üyesi 21 ilde toplam 52 denizcilik ve yelkencilik kulübü mevcuttur.

Kıyı uzunluğu Türkiye’nin kıyı uzunluğunun 20’de biri olan Hollanda’da tekne başına 40 kişi düşerken, Türkiye’de 2000 kişiye bir tekne düşmektedir. Anadolu’da fert başına 8 kg. balık düşerken, AB ortalaması 24 kg.’dır.

Bugün bırakalım bağımsız denizcilik bakanlığını; denizcilikten sorumlu devlet bakanlığı veya müsteşarlık seviyesinde bir kurumumuz bile yok. Sadece Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığında Denizcilik Genel Müdürlüğü söz konusudur.

PARTİLERÜSTÜ MAVİ VATAN UYANIŞI ŞART

Kısacası Mavi Vatan’ın Türkiye’nin denizcileşmesinin de bir sembolü olduğunu düşünürsek, Doğu Akdeniz başta olmak üzere  yeni bir Mavi Vatan uyanışına ihtiyacımız var.

Türkiye’nin denizcileşmesinin iki anahtarı vardır. Birincisi Devlet/Hükümetin iradesi, ikincisi halka denizin sevdirilmesi ve denizcileşmesidir. 

Devletin egemen gücü, yasama ve yürütmede denizciliği gerçek anlamda partiler üstü bir ülküye dönüştürerek siyasi, ekonomik, kültürel ve sosyal alanlarda elle tutulur projelerle somutlaştırabilir ve hepsinden önemlisi “Toprak Gemi” Anadolu’nun iç kısımlarına deniz kültürünü taşıyabilirse, Türkiye’nin kaderi değişecektir.

Bir Fransız düşünürün zamanında söylediği gibi: “Gemi yapmak istiyorsanız, milleti sadece odun toplamak, malzemeyi getirmek ve iş bitsin diye çağırma, millete denizin güzelliğini ve zenginliğini anlat.”

Deniz kültürü ile duyarlılığı artacak Türk milleti, denizciliğin her alanında ekonomik çıkarlarını çoğaltıp, genişletirken, denizi ve onun eşsiz kültürünü yaşam tarzının önemli bir parçasına vazgeçilemeyecek şekilde ekleyebilecektir.

ATATÜRK'ÜN DÜŞÜNSEL VASİYETİ

Ünlü deniz tarihçimiz Ali Haydar Emir Alpagut’un Balkan Savaşı'nın hemen sonrasında 1913 yılında Deniz Mecmuasına yazmış olduğu “Donanma İstemezük başlıklı müstesna yazısının son paragrafında şöyle yazıyordu:

Denizler tükenmez bir servet ve kuvvet membasıdır. Osmanlı milletinin tabiatında ise denizcilik olmayabilir. Ancak öyle bir memlekette oturmaktadır ki o memleket stratejik, politik ve ekonomik durumu itibarıyla denizlere hâkim bir milletle var olmak ihtiyacındadır. Osmanlı Asya’sı kendisine böyle bir sahip buluncaya kadar keşmekeşten kurtulamayacaktır. İnsanlar tabiatın kanunlarına uymazlarsa yaşayamazlar. Osmanlı Türkleri ya denizci olmaya veya eski vatanlarının kızgın çöllerinde çobanlık etmeye mahkûmdur."

21.yüzyılda Türkiye’nin halkı ve devleti ile denizcileşmesini başarmamız gerek emperyalizmin gerekse iç cephedeki geleneksel karacı hakimiyetin zincirlerini kırmamız gerekiyor. Mavi Vatanı topyekûn denizcileşmenin lokomotifi olarak görme zamanımız geliyor.

111 yıl önce 19 Temmuz 1909 tarihinde kurulan Osmanlı Donanma Cemiyetinin ruhunda somutlaşan Türk milletinin denizci olma arzusunun genetik kodları ile Mustafa Kemal Atatürk’ün 1 Kasım 1937 Meclis konuşmasında vaz ettiği büyük vasiyeti rotasında yeni ufuklara yelken açmamız gerekiyor.

Ne demişti ölümsüz Başkomutan: ‘’Denizciliği Türk’ün büyük ülküsü olarak görmeli ve az zamanda başarmalıyız.’’

Söz veriyoruz Atam Başaracağız. Birleşerek, iç cepheyi sağlam tutarak başaracağız. Zincirleri kıracağız. Denizcileşmeyi başaracağız.’’

EMEKLİ TÜMAMİRAL CEM GÜRDENİZ
KOÇ ÜNİVERSİTESİ DENİZCİLİK FORUMU (KÜDENFOR) DİREKTÖRÜ