Irak’ta vurulan ilk Türk gemisinin hikayesi

Yüksek Denizcilik Okulu (YDO) Makine 1953 mezunu ağabeyimiz İlhan Özerdim’i evinde ziyaret ettiğimde, bana Irak’ta vurulan ilk Türk gemisinin Mar Transporter olduğunu ve de yaşadıklarını anlatınca hemen not almaya başladım.Bu arada albümden fotoğraflarını gösterince, bu hikaye unutulmasın diye bir albüm yapmaya karar verdim.

Albümü yaptık, Albümün orijinalini kendisine verdik, kopyası ise İLKFER Denizcilik Müzesi’nde kütüphanemize koyduk.

Albümün üzerine de “MAR TRANSPORTER” yazarak, denizcilik tarihimizde kaybolmasın diye kayıtlarımıza aldık..

Ancak bu anıların sadece bir albümde kalmasına gönlüm razı olmadı. İlhan Ağabey’i aradım ve hikayeyi ondan dinlemek istedim. Memnuniyetle kabul etti ama hazırlanmak için süre istedi. Her zamanki gibi dersine çok iyi çalışıp telefonla aradı: “Anlatmaya hazırım.”dedi.

1981’den kalan röportaj

Tabi biz de hikayeyi dinledikten sonra, geminin ismi ve yaşadıkları ile ilgili çeşitli araştırmalar yaptık.Çeşitli gazete küpürleri bulduk ve hikayenin sonunda sizlerle paylaştık.Geminin güzel bir resmini ve detaylarını da sizlerle paylaşmak istedik.Bunlara Sohtorik Denizcilik’in web sayfasından ulaşacağımızı düşünüyorduk ama şirketin sayfasında MAR TRANSPORTER ile ilgili bir kayda rastlamayınca çok şaşırdık. Şirketin sayfasında gemi hiç görünmüyordu.

Ancak, İstanbul Şehir Üniversitesi Kütüphanesi’ndeki Taha Toros albümünde “Denize verenler” isimli tahmini 1981 tarihli röportajında geminin ismine rastladık. Röportajda yer alan bilgilere göre,

“Hüseyin Avni Bey’in kurup Ali Sohtorik ile gelişen Sohtorik Denizcilik, iki ayrı oğulun kurduğu iki şirket olarak devam ediyordu. Dört Fransız gemisinin işletmesini yapan Semih Sohtorik’in ayrıca sahibi olduğu gemiler şöyleydi:

• Med Transporter : 22 000
• Mar Transporter : 19.184
• Baltic Transporter: 19.457
• Ocean Transporter 30.165
• Bulk Transporter: 64:441
• Atlantic Mariner: 18.085
• Pacific Mariner : 19.463

Anlaşmazlık yüzünden iki erkek kardeş işleri ayırmaya karar veriyorlar ve aynı hanın ayrı katlarında iki başka şirket kurarak armatörlüğü sürdüreceklerini açıklıyorlardı. 1983 yılında yolları ayrılan iki kardeşten Semih Sohtorik, kendi adına kurduğu şirketine Mar Transporter, Baltic Transporter, Ocean Transporter ve bir Fransız şirketiyle ortak daha başka gemiler satın alıyordu. Semih Sohtorik bu arada Deniz Ticaret Odası Yönetim Kurulu Başkanlığı görevine de getiriliyor, 1975 yılında evlendiği eşi Fatoş ve iki çocuğu ile armatörlüğünü sürdürüyordu Selim Sohtorik ise, ablası Sevinç İnönü ile birlikte kurdukları şirketlerini büyütüyor. Rize’nin Sandıktaş köyünden çıkma Sohtorik ailesini ikinci koldan genişletmeye çabalıyordu. Böylece dün takalarla denize açılan aile, dev gemilerin gölgesinde yaşamlarını üçüncü kuşak olarak sürdürüyorlardı. “

Bundan sonrasını İlhan Ağabey’den dinleyelim:

İlk sefer İran’a

“Rumlardan 3 ay önce satın alınan gemi millileştirilmek üzere Bodrum Limanı’na demirledi. Ben gemiye İspanya’da katılmıştı.Aslında tahliye limanı Hürmüz Boğazı’ndaki Bender Abbas’tı fakat bunun değiştiğini, tahliye limanının Bender Humeyni olacağını bildirdiler. Bender Humeyni Limanı’nın girişi İran ile savaş halindeki Irak sınırına çok yakın olduğu için bombalama olasılığı bizleri çok rahatsız etti.

Orhan Kaptan paçayı kurtardı

Millileştirme işlemleri başladı. Bu arada gemiye atanan YDO Güverte 54 mezunu Kaptan Adnan Zor geldi. YDO Güverte 61 mezunu Orhan Kaptan gemiden ayrıldı yani paçayı kurtardı. Ayrıca YDO Makine 78 mezunu Osman Şener gemiye stajyer 2. Mühendis olarak gemiye katıldı. Bu arkadaş kısa süre çalışıp askere gitmiş, terhis olunca da şirkete dönmüş. Bir süre sonra 2. Mühendis Kemal Uğur izne ayrılınca, Osman Şener ikinci mühendis olarak gönderilmiş. Şirketin yönergesi böyle.

Ağabeyleri olarak devam et

Telefonla şirketi aradım. “Ana makine sorunu çözüldü. Her şey normal. Herhalde benim de gemiden ayrılıp İstanbul’a dönmemi uygun bulacağınızı sanıyorum” dedim. “Hayır senin gemide sefere devam etmen gerekiyor” dediler. “Geminin makine personeli tamam. Baş mühendisi de var. Bana ne gerek var artık” diye sordum. Gelen cevap: “Ana makine sorununu hallettin ama şimdi de yeni bir sorun var. Geminin ikinci mühendisi gemiyi çok iyi biliyor, yeni gelen stajyer 2. Mühendisten ise mezuniyet olarak daha küçük. Hiyerarşi ve gemiyi tanıma bakımından bu ters bir durum. Aralarında sorun olma olasılığına karşı senin onların bir ağabeyleri olarak gemide sefere devam etmeni uygun gördük.”

Paçayı sıyıramadım

“Anladım ama geminin zaten baş Mühendisi var. İki Baş Müh. ile mi seferi sürdüreceğiz?” diye sordum bu sefer. “Onu senin inisiyatifine bırakıyoruz; Baş mühendis ister sefere devam etsin, istersen İstanbul’a gönder. Nasıl uygun görürsen öyle yap” dediler.

Yani bu tehlikeli seferden paçayı sıyıramıyorum. Bu durumda çantayı alıp kendi özgür irademle gemiden çıkmak da işime gelmiyor. Şirketle ters düşmek istemiyorum. Son çare hanıma telefon etmek. Babası düşüp ayağını kırdı ve yatalak durumda. Üstelik benim annem de hasta ve bakım gereksinimi var. Yani hanım zor durumda. Belki benim yardımımı ister umudu ile telefona sarıldım. Hanımın yanıtı umutlarımı hepten yıktı: “İlhan gelme, bize para gerek” dedi. “Gittiğim liman tehlikeli, bombalanmak olasılığı var” denmez ki.

O yazgı her yerde geçerli

Çaresiz ve umutsuz deniz kıyısına oturdum. Ayaklarımı denize doğru sarkıtarak kara kara düşünmeğe başladım. “Ulan İlhan eğer alnında ömrünün sonu yazılı ise buradan İstanbul’a giderken de o yazgı geçerlidir” deyip gemiye döndüm. Şirket ile yaptığım telefon görüşmesini başmühendise anlattım. O kendisi ayrılmağa karar verdi ve gemiden çıktı.

İki ay kalırız dedik ama…

Gemi Bodrum’dan kalktı, Süveyş Kanalı’nı, Kızıl Denizi, Umman Denizi’ni geçerek Hürmüz Boğazı’ndaki Bender Abbas Limanı’nda demirledi. Biz burada bir iki ay kalacağız sanıyorduk. Fakat ertesi gün oluşturulan 10-15 gemilik bir konvoya katılmak üzere bizi Kuzey’deki Buşehr’e çağırdılar

Konvoy gemilerinin kaptanları ile Buşehr’de askeri birimlerle bir toplantı yapıldı. Konvoy Bender Hümeyni’ye girerken gemi sırası ve uyulması istenen bir takım yönergelerle kaptanlar gemilerine döndüler. Bizim sıramızın konvoyun başında ilk gemi olduğunu öğrendik.

Öbür yönergeler şöyle sıralanmıştı:

1- Sabah 07.00’da konvoy hareket edecek.
2- B. Hümeyni su yoluna girince makinalara tam yol verilecek ve son kontroller yapılıp mk. dairesi terk edilecek.
3- İskeledeki yağ ve yakıt tankları boş bulundurulacak.
4-Sancakta bir kapı dışında makine dairesinin bütün kapı ve kaportaları kapalı ve kilitli olacak.
5- Gemi personeli kişisel cüzdanları yanlarına almış ve can yeleklerini giymiş olarak geminin sancak tarafında güvertede olacaklar.
6- Sancaktaki can filikaları güverte hizasına binilmeğe hazır durumda indirilmiş olacak.
7- Geminin telsiz dairesi kapalı ve kilitli, gemi VHF’i kapalı olacak.
8- Gemiye VHF ile bir astsubay gönderilecek.

Keşke çözmeseydik

Planlanan kalkış sabahı öncesi gece yarısı jeneratörlerimizde oluşan (şimdi anımsayamadığım) bir sorun nedeni ile gemi 1-2 saat kadar atıl durunda(dead ship) kaldı. Keşke sorunu gideremeseydik diye düşünmüşümdür. 3 Eylül sabah saat 07.00’da Allah selamet versin deyip demir aldık.

Ben, İkinci Mühendis Kemal ve elektrik zabiti kontrol odasından istenen torna ile makinemizi çalıştırdık ve yola koyuldu. Saat 07.20’de köprü üstünden gelen bir telefonla limana girmekten vazgeçildiği ve geri dönüşe geçtiğimiz bilgisi verildi. Limana giriyoruz diye açmış olduğumuz suları tekrar kapatabileceğimiz söylendi. İkinci Mühendis Kemal. Yağcı Bilal’e kontrol odasından işaretle suları kapatmasını söyledi. Yağcı makine dairesinin alt katına indi. Ben de makine dairesinden yukarı güverteye çıkmak üzere kontrol odasını terk ettim. Elektrik zabiti de benimle beraber geldi. Merdivenden çıkarken, sanat okulu mezunu silici de aşağı iniyordu. İlk kez denize çıkmıştı, üzerinde benim verdiğim gri tulum vardı.

“Nereye gidiyorsun” diye sordum. “Bilal ağabeyin yanına” diye yanıtladı. Makine dairesinde bulunmaları beni huzursuz ediyordu ama makine dairesinin mi, güvertenin mi daha güvenli olduğu konusunda hiçbir fikrimiz yoktu. Siliciye “inme, güverteye çık” lafımı dilimin ucunda olmasına rağmen söylemedim. Kontrol odasından çıkarken Kemal’e, “Sen de fazla oyalanma, yukarı gel bakalım ne oluyor” diye seslendi.

Saçma bir öneri; halbuki manevra durumundayız, makine adamsız bırakılır mı? Bilinçaltındaki “son kontrolleri yapıp güverteye çıkın” yönergesinin etkisi olsa gerek. Ama tehlikeli bölgeye girmiyoruz ki, dönüyoruz. O halde artık tehlike yok mu acaba? Makine dairesindekiler yukardakiler gibi hiç bir şeyi görmediklerinden ve hiç bir şeyden haberleri olmadıkları için sağlıklı bir mantık ile doğru yolu bulmakta haliyle zorlanıyorlar. Yani tam bir şaşkınlık.

Zabitan katının sancak güvertesine çıktık. Aynı güvertenin kıç tarafında da mürettebat can yelekleri üzerlerinde toplu halde duruyorlardı.

Çözemediği soru

İşte tam bu sırada bir gümbürtü koptu ve bizler kendimizi yerlerde bulduk. Patlamanın etkisi ile mi biz yere çakıldık, korkudan mı kendimizi yere attık? Bu güne kadar hala çözemediğim bir soru. Patlamanın sersemliği geçince “eyvah Kemal aşağıda kaldı deyip, geldiğim yoldan geriye fırladım. Zabitan yaşam bölümüne daldım. Hemen solda mürettebat katına inen merdivenlere yöneldim. O sırada yukarı kata çıkan merdivenin yanındaki makine perdesi parçalanmış, makine dairesinin içinde kalın bir alev sütunu gördüm. Mürettebat sahanlığına indim. Dumandan göz gözü görmüyordu. El feneri ışığı dumanın içinde kayboluyor ve hiç bir işe yaramıyordu. Ancak yere bakınca aşağılarda duman seyrekleştiği için yerleri görebiliyordum. Kamaraların kapıları yerlerinden kopmuş, kamaraların içindeki bütün eşyalar sahanlığa fırlatılmış yürümeyi zorlaştırıyordu.

İndiğim merdivenden, kıçtaki makine kaportasına kadar 20 metre kadar mesafeyi güç bela yürüyerek makine kaportasına ulaştım.

2. Müh. Kemal oradaydı. Kaporta eşiğinin iç tarafındaki 3-4 basamak merdivenin üzerine yığılmış, Kolları ve başı kaporta eşiğinin dışında, vücudu makine dairesinde içerdeydi ve bayılmıştı. Dışarı almak için koltuk altlarından tutup çektim. Hem ağır hem de yer biçimsizdi. Çok az çekebildim. O sırada hızır gibi bir gemici yanımda belirdi. (Herhalde gece vardiyası tutan ve sabah uykudayken patlama ile uyanıp kendisine gelince bizi görmüş olsa gerek) İkimiz beraber Kemal’i makineden sahanlığa aldık. Yangın makine dairesinin baş tarafındaydı. Burası kıç taraf olduğundan sade yangının dumanı vardı. Sürükleyerek Kemal’i güverteye çıkardık. Sürülerken Kemal biraz daha temiz hava soluyunca kendine geldi ve hava hava hava diye inlemeğe başladı. Güverteye çıkarıp yatırdık. Taze ve temiz havayı soluyunca iyice kendine geldi. Gözlerinin çok yandığını ve göremediğini söyledi.

Gemici Ali bütün mürettebatın toplandığı sancak güvertenin kıç tarafındaki kaportanın önündeki tek basamakta oturuyormuş. Kaporta mandallarla sıkı bir şekilde kapalı olmadığı için bombanın patlaması ile oluşan yüksek hava basıncı ile kaynaşık duran çelik kaporta kapısı şiddetli bir şekilde açılıyor, gemiciyi arkadan vurup ileri fırlatınca gemicinin alnı şiddetle küpeşteye çarpıyor. Gemici Ali anında kendinden geçip bayılmış.

Kendimi çok suçluyorum

Yağcı Bilal ile silici bombanın tam patladığı yerdeydiler. Siliciye aşağıya inme yukarı çık demediğim ve “şimdi suları kapatmanın sırası mı?” düşüncesi kafamdan geçtiği halde etkin davranmadığım için halen kendimi çok çok şuçluyorum.

Yaralı gemici ile Kemal’i filikaya taşıdık, sonra hepimiz doluşup filikayı denize indirdik. Geminin oldukça uzağında olan öbür filika daha önce denize indirilip gemiden uzaklaşmışlar. İçinde sadece ya 4 ya da 5 kişi vardı. Bu düzensizlik nasıl oldu hala anlamış değilim.

Gemiye atılan ilk bombadan sonra ikinci bir bomba da 1-2 dakika sonra iğnecikten yani tam kıçtan giriyor.

Üçüncü bir bomba gelir de bütün gemiyi havaya uçurur korkusuyla bu 3-5 uyanık can korkusu ile filikaya atlayıp gemiden acele uzaklaşmış olduklarını sanıyorum. Denizciliğe hiç yakışmayan bir davranış.

Helikopterden düşen kamarot

Havada bir helikopter öbür sandaldan bir kişiyi tel halatla yukarı çektiğini gördük. Ama o kişi helikoptere ulaşamadan 20-25 metreden düştü. Allah’tan filikanın içine değil denize düştü. Ama deniz de pek güvenli sayılmaz. Bilindiği üzere, o denizler köpek balığı ile kaynar. Neyse ki bir vukuat olmadan o kişi filikaya dönebildi. Sonradan o kişi ile konuştum. Kamarotmuş.

“Neden düştün “diye sordum? “Helikopter tepemize geldi. Ucunda bir demir halka olan tel halatı aşağıya sarkıttı. Helikopterin şiddetli rüzgarından olsa gerek halka bir o yana bir bu yana sallanmasın diye halkayı tuttum. Ne yapılacağını bilmiyordum. O sırada helikopter beni yukarı çekmeğe başladı. Rüzgarın şiddeti ile savrulan su çırpıntıları yüzünden hem demir halka hem de benim ellerim sırılsıklam ıslanmıştı. Çekme de sarsıntılı olduğundan halka ellerimin arasından kaydı ve ben düştüm.” dedi.

Hücumbotla aldılar

Dostlar alışverişte görsün. Akıl işte. Pilotun niyeti tek tek hepimizi çekerek helikoptere doldurmaktı galiba; hem helikopterin kapasitesi 32 adamı almağa yeterli değil hem de bir saat mesafede bir hücumbotun bize doğru gelmekte olduğunu biz değil ama pilot biliyor ve görüyor olması gerek. Nitekim hücumbot geldi ve hepimizi gemisine aldı. Bot bizi karaya ulaştıramadan herhalde beyin kanaması geçiren gemici Ali rahmetli oldu.

Hanım, Hilton’dan ulaşmış

Buşehr’de bizi bir yatakhaneye götürdüler. Kot kumaşından yapılmış birer gömlek verdiler. 2. Mühendis Kemal için patates istedik. Kesip yaşaran ve yanan gözlerine koyduk. Biraz rahatladı. Orada yataklara uzanıp bir kaç saat dinlendik. Sonra bir pırpır uçakla Tahran’da Selamet (Hilton) oteline bizi yerleştirdiler. Ailelerimizle konuşmak için hepimiz telefonlara kayıt yaptırdık. Başkalarını anımsamıyorum ama gece 11’e kadar ben eve bağlanamadım. Bütün günün heyecanı, yaşadığımız olayların stresi ve yorgunluk beni yatağa sürükledi. Henüz uykuya dalmıştım ki telefon çaldı. Benim kaydımın telefonu sandım. Oysa hanım İstanbul’u altüst etmiş, İstanbul’daki Hilton oteli kanalı ile bana ulaşmaya başarmış. Çok heyecanlı, endişeli ve korku yüklü bir ses:

– “İlhan iyi misin? Yaralı mısın? Neyin var bana doğruyu söyle.”

– “Hiç bir şeyim yok, karıcığım.”

Uyku sersemliği, günün yorgunluğu ve yaşadığımız olayların etkisi ile sesimin boğuk çıktığının farkına vardım. Hanımın endişesi daha da arttı.

– “Söyle bakayım elin, kolun, bacağın ayağın yerinde mi? Yaralı mısın? Yaralıysan yaralarına bakıldı mı?”
İyi olduğuma, yaralı olmadığıma her tarafımın sağlam olduğuna çok zor da olsa inandırmağa çalıştım. Sonradan öğrendim ki, yarım yamalak bana inanmış ama telefonu kapayınca endişeli düşünceler kafasında yine cirit atmağa başlıyormuş. Yani beni gözleri ile görünceye kadar bu endişelerden kendisini kurtaramamış.

Şirkete vermediler ama göndermediler de

Şirket hemen bir uçak kiralayıp bizi aldırtmak istedi. Ama Humeyni hükümeti biz misafirlerimizi uçakla İstanbul’a göndereceğiz diyerek, şirketin önerisini geri çevirdiler.

Otelde bir hafta kaldık. Bir türlü memleketimize dönemiyoruz. Ailelerimizin ve bizim endişeli ve sabırsız bekleyişimiz bir türlü sonlanmıyordu. Acenta ve sekreteri otele gelip neden dönüş yapılamadığını açıkladı: “İran’a bizim girişimiz olmadığı için çıkış işlemleri yapılamıyormuş. Acenta bunun için büyük uğraş veriyormuş.” (Helikopterin bizi tek tek toplatarak kurtarma niyeti gibi bu da ikinci bir saçmalık.) Şu işe bakın: evimize bir an önce kavuşmamız için bize uçak verme sözü olan Hümeyni iktidarı bize bir haftadır çıkış veremiyor!!!!

Bir saatlik nikah yapın

Acentanın sekreter hanımı da bizi rahatlatmak için “canım niye acele ediyorsunuz, Tahran güzel ve eğlencesi bol bir şehir. Gezin, dolaşın eğlenin; hatta burada bir saatliğine nikah yapıp evlenmek de olağan” demez mi? Dam üzerinde saksağan vur bene kazmayı!!!!!! Yine de sekreter hanımın iyi niyetini teslim etmek gerek.

Uçak yerine otobüsle döndük

Hümeyni hükümeti sonunda bize uçak değil ama külüstür bir otobüs ayarladı. Yine de Allah razı olsun; Yoksa orada bir kaç ay da kalmak olabilirdi. Otobüse doluştuk. Galiba yolculuk 30 saat kadar sürdü. Sınırı nasıl geçtiğimizi hiç anımsamıyorum. Yalnız gece bir yerlerde durduk. Muavin ile şoför otobüsün altında bir şeyler yaptılar. Erzurum girişinde bir yerde galiba emniyetten bir kaç sivil memur bizi otobüsten indirip bir Türk otobüsüne bindirdiler. Erzurum’da bir otele götürüldük. Otobüsten otele girişimiz de ayrı bir komedi: Otobüsten otele kadar polislerden bir koridor yapılmış ve biz o koridorun içinden hiç bir kimse ile ilişki kurma olanağı verilmeden otele alındık. Sanki eşkıya çetesi gibi. Neyse bir gece otelde kaldık. Ertesi gün yine aynı polis kontrolünde hava alanına götürüldük. THY’nın Erzurum-Ankara-İstanbul seferini yapan tarifeli uçağına bindik. Böylece vatandaşlarımızla ilişki kurma özgürlüğünü de bize lütfetmiş oldular. Artık biz azılı Eşkıya değil onurlu Türk vatandaşıydık.

Atatürk Havalimanında bizi başta eşlerimiz, çocuklarımız olmak üzere, şirketten birkaç yetkili ve büyük bir gazeteci grubu karşıladı. Sulanan gözler, sarılışlar, öpüşmeler ile sağ salim kavuşmanın mutluluğunu yaşadık. Bu arada basın da sonlanan hasretliğin bol bol fotoğraflarını çekti.

İranlılar vurulacağımız biliyordu

Yukarda anlatılanlar benim gördüğüm ve yaşadığım olaylar dizisiydi. Bütün bunların bir de perde arkası vardı. Gerek yaşadıklarımızı aramızda bol bol birbirimize anlatarak, gerek benim hücum bot kaptanı ile yaptığım konuşmalar ile edindiğim bilgiler ışığında aşağıda anlatacağım olgular biçimlendi.

Vurulan yedinci gemiydik

Fransız yapımı bu roketler ile bombalanan biz yedinci gemiydik. Bu roketlerden iki adet yükleyen helikopter belli bir yükseklikten, bir ya da iki dakika ara ile roketleri ateşleniyor. Su yüzüne 1,5 metre yükseklikten hedefine doğru seyrediyor. Isıya odaklanmış oldukları için bir geminin makine dairesine girerek orada patlıyor.

Herkesi kurtarabilirlerdi

Bu bilgi ve geminin dışından görünen roket giriş yerleri dikkate alınarak şu açıklamayı yapmak olası: Tahliye limanının su yoluna girerken 20 mil (öyle diyorlar) batıda bir Irak helikopterinin havalandığını köprü üstündekiler görüyorlar. Bunun ne anlama geldiğini sadece gemiye görevli olarak gelen astsubay ve pilot biliyor. Yani kesin ateş edilecek. Çünkü bizden önceki altı gemiye de bu şekilde ateş edilmiş. Astsubay bunu kesinlikle bildiği için büyük bir korku ve telaşla “Kaptan dönelim, ateş edecekler” diyor. (Kaptanın sonradan bana anlattı. Astsubayın koyu esmer olan benzi gitmiş yerine korku dolu sapsarı bir surat gelmiş.) Zaten su yoluna giriş için sancak dönüşünde olan gemi geri kaçış için sancak dönüşünü sürdürüyor. Bir geminin roketten kaçışı da ancak bu kadar olur!!!

Roket helikopterden ateşlendiğinde bunun kesinlikle makine dairesine grip orada patlayacağını köprü üstünde iki kişi biliyor: İranlı astsubay ve pilot. Limana girmeme kararı gemiyi roketten kurtarmaz ama, anında makine dairesine telefon edip “Çok çok ivedi makine dairesini terk edin, aşağıda kimse kalmasın” demeyi akıl edebilseydi astsubay makinede iki kişinin ölmesini kesinlikle önlerdi. Çok çok yazık oldu.

İlk atılan roket iskele kıç omuzluktan gemiye girmiş, boş olan 6 numaralı tankın içinden geçmiş, kontrol odasının altından ana makina No.1 silindirinde patlamış. O anda 2. Müh. buz dolabından bir kola alıp içme nedeni ile oyalanınca ölümden kurtuldu. Çünkü kontrol odası patlamanın yarattığı yüksek hava basıncı gibi etkilere karşı korunaklı bir yapısı 2. Müh. sağ kalmasını sağladığını sanıyorum.

Gemi dönüşünü sürdürdüğü için ikinci roket gemiyi tam iğnecikten buldu. Geminin kıçı çok sağlam bir yapısı olduğundan roket fazla içeri giremeden patlayarak geminin kıçını lale gibi açamamış, sadece parçalamış.

Gazeteler yanlış yazmışlar

Gazetelerde çıkan haberleri ince ayrıntılarına kadar o zaman okumamıştım, 39 yıl sonra şimdi okudum, ağzım bir karış açık kaldı:

Yağmur gibi yağan roketler bir çok gemiyi vurmuş ve batırmış. Ortalık cehenneme dönmüş, göz gözü görmüyormuş, denize saçılan insanları dev dalgalar arasından İran Deniz Kuvvetleri gemileri toplamış. Bunların hiç biri olmadı. Gerek gemideyken, gerekse sandallarımıza binip gemiden uzaklaştığımızda yanmakta olan bizim gemiden başka bir gemi yoktu denizde. Deniz çok sakindi. Öbür sandalın üstüne giden helikopterden başka hiç bir askeri vasıta ortalıkta görünmüyordu. Helikopterin beceriksizce denize düşürdüğü kamarottan başka hiç kimsenin ayağının başparmağı bile ıslanmadı. Başarısız kurtarma girişiminden sonra helikopter de gök yüzünden kayboldu. Deniz üzerinde dumanlar çıkaran gemimiz ve içinde bulunduğumuz iki sandal dışında herhangi bir deniz aracı görünmüyordu. Sahil bizim konvoy neredeydi ki? Konvoyun 3. gemisi bizim şirketin M/V MED TRANSPORTER adlı gemi de yoktu ortalıkta. Hadi diyelim bende bir bakış hatası vardı, ama gemi telsizcisinin çektiği geniş ufuklu fotoğraflarda bile ne bir gemi, ne bir sandal görünmüyor.

Bizi kobay olarak mı kullandılar?

Bizi korumakla görevlendirilmiş olan hücum botun 20 mil doğumuzda olduğunu öğrendik . Nitekim bizi gelip alması bir saat gibi uzun bir süre aldı. Ben asker değilim ama bizi korumakla görevlendirilmiş hücumbot niye bizim yanımızda değildi? Ve Irak üssünden havalanan helikopteri roketlerini ateşleme fırsatı bulmadan onu düşürmek girişiminde bulunsaydı belki bizim gemi bombalanmaktan kurtulurdu diye düşünüyorum. Bir konu daha hep kafamı kurcalayıp durdu: Acaba bizim gemi kobay olarak mı kullanıldı?”

Basında bombalama olayı

NOT: Bu güzel hikayeyi bizlerle paylaşan sevgili ağabeyim İlhan Özerdim’e çok teşekkür ediyorum. Bu doğru anlatımı ile tarihdeki yerini bulan” MAR TRANSPORTER” gemisinin hikayesini bu şekilde tamamlamış oluyoruz.
Bu vesile ile gemide kaybettiğimiz deniz şehitlerimizi bir kez daha rahmetle anıyoruz.

İran-Irak savaşını merak edenler için, İstanbul Üniversitesi’nden Zafer Yıldırım’ın doktara tezini internetten indirerek okumalarını tavsiye ederim.