Mümtaz Soysal son röportajında böyle konuşmuştu: Deniz cahiliyiz

Hocaların hocası olarak bilinen Prof. Dr. Mümtaz Soysal’ın vefat haberi büyük üzüntüye neden oldu.  Uzun süredir sağlık sorunları nedeniyle kamuoyundan uzak bir yaşantı süren Soysal, son röportajını ise Emekli Tümamiral Cem Gürdeniz’in Genel Yayın Yönetmeni olduğu Yeni Deniz Mecmuası dergisine vermişti.

Yeni Deniz Mecmuası dergisinin 1 Mart 2016 tarihli sayısında Deniz Irak’ın sorularını yanıtlayan Mümtaz Soysal, Türkiye’nin denizcileşmesi gerektiğinin altını çizerek anlatmıştı.

İşte o röportaj:

-Hocam, deniz tutkunuz nereden geliyor?

Doğduğum yerden geliyor, aileden geliyor. Babam bahriyeden yetişme, çarkçı. Zonguldak’tan İstanbul’a vapurla gelip gidiyorduk. Hatta bir keresinde gemide düşmüştüm, merdivenden düşüp başımdan yaralanmıştım. Çocukluk işte… Annemin babası Bartın’dan. Zonguldak’ta zaten hep etraftan gelenler vardır. Bartın da Türkiye’nin tek denizden ırmakla içeri girilen yerlerinden. Bartın’dan Zonguldak’a motorlarla gidilirdi. Yolculuk on dakika sürerdi. Evimiz de zaten denize yakındı. Aramızda bir maden direkleri sahası vardı. Evden deniz görünürdü. Mendirekli liman görünmezdi ama açıkta demirleyenler görünürdü. Ben küçüklüğümde o gemileri seyrederdim. Deniz bulunan bir çevrede yetiştim yani. Babam, sivile çıktıktan sonra Ereğli işletmelerinde görev almıştı. Kozlu ve Zonguldak arasında gidip gelirdi, kömürden, motordan anlayan biri olarak.

-Evinizde denizcilikle ilgili objeler var mıydı?

Öyle sergilenmezdi ama babamın istiklal madalyası, bahriyeli kılıcı vardı. Bir de Trablusgarp Harbi’nde İtalyanların torpillediği ve limana sokup karaya oturttukları geminin, Avnillah’ın resmi vardı. Babam İstiklal Harbi gazisidir. Trablusgarp Harbi’nde, savaştan sonra Yavuz’da bulunmuş. Alemdar’ın da çarkçısıdır. İstiklal Harbi’nde Rusya’dan malzeme getiriyorlarmış. Babam çok anlatmazdı ama, anlatılmazmış… Babam, İkinci Dünya Harbi’nde sivil koruma şefi olmuştu. Harpte gerekirse komutan olacakmış. Zonguldak’a çok sığınmacılar gelirdi, onları enterne ederlerdi. Bizim harbe girmeyeceğimizi öğrenince, yani Ruslarla Almanlar kapışınca, harbe girmedik diye “bahriye çiftetellisi” oynamıştı. Babam İstanbul asıllı, İstanbul’a gelip giderdik posta seferleriyle. Karadeniz’de Hopa’ya kadar giden İstanbul’dan büyük vapurlar vardı, Karadeniz, Tarı filan, bir de küçük Çanakkale ile Anafarta vardı, küçük postalar, Ereğli’ye gidip gelen. Bir defasında Kozlu’ya gitmiştim yürüyerek, dönerken motorla döndüm. Dönüşte motor bozulmuştu. Evdekiler endişelenmişler. Benim de kendi yaptığım, ağaçtan çakıyla oyduğum, Barbaros adı vermiştim, bayağı direkleri vardı, bir ufak gemi vardı, babam da hıncını ondan çıkarmıştı, ceza olsun diye. Gemi maketçiliğimiz bile vardı yani. Yakında Dilber Tepesi vardı, oradan deniz seyredilirdi.

-Fırtınalarla aranız nasıldı?

Fırtınayı da severdim. Denizci fırtınayı da sevmeli. Geminin başının kalkıp inmesi... Beni deniz tutmazdı.

-Balık tutar mıydınız?

Balık tutmazdım. Ama balık severim. Denizden çıkan her şey hayattır. Bir de teknem oldu sonra, adı “Hanım”. Sekiz metrelik gulet. Görünce, bu kadarı bana yeter, onunla oynarım, diye düşündüm. Epeyce de sefer yaptık. 30 sene filan oynadım onunla. Bir ara eskimişti ama tersanedekiler sağ olsun sıyırıp yeniden yaptılar, iskeleti çok sağlam, dediler. Öyle de çok güzel oldu.

-Denizcilik deyince aklınızda neler canlanıyor? Deniz sevgisini nasıl tanımlarsınız? Öpülesi Gemiler’deki bir yazınızda “Denizi sevmek, yalnız maviyi, yeşili, durgun suyu sevmek değildir. Denizi seven, dalgayı, rüzgârı, fırtınayı da sever. Suyun içindekileri ve üzerindekileri de sever” diye tanımlamışsınız mesela...

Ben fırtınaları da severim. Denizcilik deyince tüm alanlarını düşünmek lazım. Her şey içinde, balıkçılık, deniz madenciliği, deniz arkeolojisi, ulaştırma, müzecilik vb. Bütün dallarıyla düşünmek lazım. Ulaştırma mesela… Muntazam seferler olmalı; eskiden vardı, artık yok. Deniz yollarıyla Marsilya’ya gidilirdi. Zonguldak’ın kömürü şileplerle İstanbul’a gelirdi. Yolcu gemisinden şilebe çevrilmiş olanlar vardı, hakiki şilep olarak yapılmış olanlar vardı. Denizciliği bilenler gemiyi en efektif şekilde kullanmayı bilirler. Bizim şileplerin çoğu öyle idi. Şilep olarak yapılanlar sonradan çıktı, “Bakır”, “Krom” diye isimleri vardı. Savaş zamanında gemilerin başında ve kaptan köprüsünün hizasında iki bayrak boyanırdı. Almanlar ve Ruslar batırmasın diye, İstanbul’a gidip gelen şileplerin bile bordasına bayrak yapılırdı, onlar da gece aydınlatılırdı, zaten gece seferi de olmazdı. Onları görünce, benim gemilerim, derdim.

-Senelerce siyasetin merkezinde olmuş biri olarak Türk siyasilerinin deniz ve denizcilikle olan ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Öpülesi Gemiler kitabında devletin denizciliğe bakışına yoğun eleştiriler mevcut. O günlerden bu yana devletin denizciliğe bakışında bir değişiklik oldu mu?

Pek merak salan olmadı bu meseleye. Aslında vakit hiçbir zaman geçmiş sayılmaz. Şimdi de, gene canlandırılması gerekir. Türkiye’nin dış ticaretinin denizden büyük ölçüde yararlanması gerekir. Armatörlerin ona merak salmaları gerekir. Eski aileler vardır. Onlar deniz ticaretiyle ilgilenirler. Devletin bir girişimi olmuş gibi gelmiyor bana.

-Türk halkının denizle olan ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kullanmıyorlar pek. Mesela Karadeniz seferleri olması gerekirdi. Deniz yoluyla yolcu taşınmıyor Türkiye’de. Otomobiller, kamyonlar, otobüsler... Bizim millet otobüsü tercih ediyor. Limanların, rıhtımların iyi olması lazım, insanları çekmesi lazım. Deniz izciliği yok Türkiye’de. Başlangıçta oradan heves edilir, oradan denizci yetişir. Milli Eğitim’de denizcilik kulüpleri olması lazım, halka deniz sevgisinin aşılanması gerekir. Sahillerde denizi seven, denizle uğraşan insanlar var, Karadeniz’de filan. İstenirse o insanlardan bayağı bir kadro oluşturulabilir.

-Sizce Türkiye nasıl denizcileşir?

Ekonomi bakımından... Bir kere planlı bir ekonomi olursa, denizin fonksiyonu nedir belirli olur, ona göre bir denizcilik politikası yapılabilir. Gemi inşanın, arkeolojinin hepsinin birden düşünülmesi gerekir. Planın olması gerekir. Bir kere devletçilik olmadığı için her şey özele bırakıldı. Devletin kendisinin yapması gerekirken, olmadı. Bazı aileler var, onların parasıyla ticaret yapılıyor. Taşımanın denize mümkün olduğu kadar aktarılması gerekir, en ucuz taşıma o. Köprüler yapılacak diye yollar yapılıyor, liman yapılmıyor. İstanbul’un hâlâ büyük, canlı bir gemisi yok. Karadaki müze gemileri sevmiyorum, yüzen gemiler, müze gemiler olması lazım. Nusret gemisini şimdi öyle yaptılar. Kamplar kurulabilir, tatillerde, deniz kıyısında. Gençler kıyıları tanımalı. Haliç ve çevresi bir deniz parkı haline getirilmeli, Kasımpaşa; orası denizcilere ait bir alan. Deniz cahiliyiz ama bu yenilmeyecek bir şey değil, hâlâ mümkündür. Denizcilik öyle oyuncak değildir, denizcinin yetişmesi zaman alır. Eğitim, birikim, tecrübe. Medeniyetin en önemli başlangıç noktasıdır denizcilik. Böyle bir coğrafyada denizci olmadan yaşanmaz. Denizi sevmek lazım, kullanmak lazım. Türkiye bunu yapmıyor ama.

ODATV

Editör: TE Bilişim