ENFLASYON CANAVARININ İHMAL EDİLEN YÖNÜ; ENFLASYONDA ATALET 

(Türkiye’de Enflasyon İktisaden %6’nın, Siyaseten %8-10 Bandının Altına düşmez.) 

Harun Şişmanyazıcı Ekonomist/Öğretim görevlisi  

Bu yazı geçtiğimiz aylar içinde ebediyete intikal eden, birlikte çalıştığım süre içerisinde bende büyük emeği olan, istinasız herkes tarafından çok sevilen merhum Kaptan HAYRETTİN YELESENLİ anısına ithaf olunur. Ruhu şad, mekânı cennet olsun.  

I-GİRİŞ 

Malumunuz olduğu veçhile dünya bugün enflasyonist süreç yaşamakta ve bazıları bunun geçici olduğunu ve önümüzdeki yılın ortalarında bitebileceğini, bazıları ise daha uzun sürebileceğini ve bir hiper enflasyon tehlikesinden söz etmektedir.

ABD’de Ekim ayı enflasyonu 31 yılın zirvesini görerek  %6.2, Almanya’da ise %4.5 olmuştur. Tabi ülkemizde bu gelişmelerden etkilenmeye ve içerdeki kronik enflasyonist sürece ilave dışarıdan da enflasyon ithal etmeye başlamıştır. Dolayısı ile başta dar gelirliler ve işsizler yani gelirsizler olmak üzere, enflasyon rantiyecileri dışında hemen hemen her kesim bundan rahatsız olmaktadır. Ancak burada bir hata yapmamak gerekir; işletmeler ya da hane halkı fiyatların artışından değil enflasyondan rahatsız olmaktadır. Çünkü her fiyat artışı enflasyon değildir. Fiyat artışına enflasyon diyebilmek için sadece birkaç mal ve hizmetin değil, mal ve hizmetlerin genelinde fiyatların artması ve bunun kısa bir dönem için değil en az bir aydan daha uzun süreli olması ve devam etmesi gerekmektedir.

Enflasyonu tanımlamak için bu iki temel kriterde yetmez burada fiyat artışının oranı da önemlidir. 1970’li yıllarda OECD Gelişme Yolundaki ülkeler için %5’in, Gelişmiş Ekonomiler için ise %2‘nin üstündeki fiyat artışlarını enflasyon olarak kabul etmekteydi. Bugün için ise AB kriterleri bakımından %2-3 seviyesinin üstünde olması gerekmektedir. Ülkemizdeki hükümetler de uzun süre bu kriteri dikkate alarak maliye ve para politikaları ile enflasyonu kontrol etmeye çalışmıştır. Ancak bunda 1960-70 dönemi hariç pek başarılı olunamamıştır.

Sonraki bölümlerde daha detaylı açıklanacağı üzere Cumhuriyetin ilk dönemleri ve 1960-70 dönemi dışında enflasyonda başarı sağlanan dönem ise AK Partinin 2004-2017 dönemi olmuştur. Bu dönemde enflasyon %5’ler seviyesine indirilemese bile tek haneli seviyelerde kalmış ve bu noktaya %70-100 enflasyon seviyesinden çekilmiştir. AK Parti döneminin enflasyon başarısı 2017 den sonra bozulmuştur. Ancak bu gün büyük fırtınalar koparılsa da 1960 -2002 yılları arasındaki 42 yıllık dönem dikkate alındığında bu gün ülkemizde görülen %20 düzeyindeki TÜFE O yılların ortalamasına göre çok da kötü olmayıp, mevcut hükümetin görece enflasyon performansı bakımından yani önceki dönemine göre kötüdür.

Ayrıca artık Türkiye için %5 enflasyon eşiği de makul olmaktan çıkmıştır. 5-10 sene önce Hükümet %5 enflasyon ,%5 cari açık (cari açığın GSYH’y oranı),%5 büyüme hedeflerken (Türkiye’nin ortalama büyüme performansı %4.6) Bugün gün için bunlar kâfi gelmemekte, enflasyonu önce tek haneli seviyelere daha sonrada %5 ‘inde altına indirmek, cari açığı da ha keza tamamen ortadan kaldırmak, büyümeyi de min %7’lere çıkarmak istenmekte, ya da gerekmektedir. Tabi bunları gerçekleştirmek hele hele hepsini bir arada gerçekleştirmek kolay olmamaktadır. Bu günkü büyüme ve üretim modeli ile yüksek büyüme hedeflerini gerçekleştirmeye çalıştıkça hem enflasyon hem de cari açık artmaktadır. Dolayısı ile enflasyonu %5’in altına indirmek şöyle dursun, önceki dönemlerde gerçekleştirilen %6-7 düzeyindeki enflasyon bile büyük başarı olacaktır. 

Yukarıda belirtilen kriterler tahtında gerçekleşen makul bir fiyat artışı örneğin Gelişmiş Ekonomilerde max %2, Gelişen Ekonomilerde ise %3-5 arası fiyat artışları tersine bir ülkedeki ekonomik faaliyetler bakımından yararlı ve adeta makinadaki yağ görevini görmektedir. 

Bu oranların üstündeki fiyat artışları yanı enflasyon ise adeta bir vergidir. Nasıl gelir vergisi artırılarak hane halkının net geliri ve bu gelir ile vergi öncesi döneme göre satın alabileceği mal ve hizmet miktarı azalıyorsa, enflasyon nedeni ile paranın satın alma gücü de enflasyon öncesi döneme göre azalarak hane halkının iktisadi refahı ters yönde etkilenmektedir. Buradan da anlaşılacağı üzere enflasyon bir ülkenin ulusal para biriminin değerinin erozyona uğrayarak o ülkedeki mal ve hizmet fiyatları karşısında satın alma gücünün zayıflamasıdır. Talep enflasyonu bakımından durum bu merkezde iken, şirketler için de enflasyon uygun bir iktisadi durum değildir.  

Ulusal Para birimi /Yabancı Para paritesi yani döviz kuru aynı kalırken içeride enflasyonist bir ortamda fiyatların artması, ihracatçı şirketlerin maliyetlerini artıracak ve böylece bunu satış fiyatlarına yansıtamadıkları durumda en masumane yönü ile kar marjları düşecek ya da bu artışları satış fiyatlarına yansıttıklarında rakip ülke malları karşısında rekabet şanslarını kaybetmelerine yol açabilecektir.  

Bunun sonucu olarak ise sabit kur politikası uygulayan ülkelerde bu fiyat artışlarını kompanse etmek için devalüasyon yani ulusal paranın yabancı para birimleri karşısında değerinin düşürülmesi kaçınılmaz olmaktadır. Serbest kur politikasının uygulandığı ülkelerde ise devalüasyon yapılmasa da kur ayarlaması piyasa tarafından otomatik olarak sağlanmakta, enflasyonist ortamda hane halkı ve şirketler ellerinde satın alma gücü azalan bir ulusal parayı tutmak yerine sürekli fiyatları artan mallara ve güçlü yabancı para birimlerine yönelmekte böylece bu paraların(dövizin)arz  /talep dengesine göre de ulusal para yabancı para birimleri karşısında değer kaybetmektedir. Bu oluşum ise dış ham madde ve girdiye bağlı üretim yapan şirketlerde üretim maliyetini artırmakta yanı üretim enflasyonu ortaya çıkmakta, bu maliyet artışlarının   piyasadaki satış fiyatlarına yansıtıldığı oranda da fiyatlar genel seviyesi artmaktadır. Döviz arzının yeterli düzeyde olmadığı ve talebi karşılamadığı durumda, enflasyon ulusal para biriminin yabancı para birimleri karşısında değer kaybetmesi anlamında olup, buda bizatihi maliyet enflasyonu nedeni olmaktadır. 

Enflasyonun ne olup olmadığını aşağıda detayı ile açıklayacak olmakla beraber, enflasyon en basit tanımı ile bir ülkede ya da bölgede mal ve hizmet fiyatları   genel seviyesinin sürekli artış içinde olmasıdır. Kısaca fiyatlardaki artıştır. Başka deyişle yukarıda da izah edildiği üzere ulusal para biriminin satın alma gücündeki azalmadır. Maliyet yada üretim enflasyonu bakımından ise girdi fiyatlarındaki,  vasıtalı ve kurumlar vergisindeki artışlar, ve üretim faktörlerinden emek ücretlerindeki, kredi kullanım bedeli olan faizlerdeki artışlar, ham madde /yarı mamul madde fiyatlarındaki artış ve dışarıdan ithal edilen girdiler bakımından devalüasyon ile bunların maliyetlerindeki yükselmeler satış fiyatlarına yansıtıldığı oranda çıktı fiyatlarının artışına sebep olarak enflasyonist bir durum yaratmaktadır. 

Talep enflasyonunun olduğu bir dönemde faiz artışı da bir maliyet enflasyonu nedenidir. Ancak böyle enflasyonist bir ortamda enflasyonu kontrol etmenin yolu talebi kısmak için faizlerin yani Merkez Bankası politika faizinin artırılmasıdır. Böylece mevduat faizleri de artacak ve enflasyon oranı üstündeki bir reel faiz politikası nedeni ile hane halkı parasının değerini koruduğundan, parasını bankada tutacak, harcamayacak, mal ve hizmetlere akım olmayacağından enflasyondaki artış zayıflayacak ve zaman içinde dezenflasyon görülecektir. Bu ortodoks iktisat politikası aracı yerine heterodoks iktisat politikası uygulaması tahtında post keynezyen ya da neo keynezyen ekonomi politikaları muvacehesinde talebi kısmadan ziyade (ya da yavaş yavaş artırarak) büyüme oranının yükseltilmesi ve işsizliğin azaltılması öncelemektedir. Başka deyişle büyümeyi, istihdamı ve ihracatı sekteye uğratmadan enflasyon ile mücadeleyi benimseyen hükümetler faizi düşürmek sureti ile şirketleri yatırım yapmaya ve kapasite artırımına teşvik etmekte ve onları yatırım yerine yüksek faiz ile yetinme politikalarından caydırmaya çalışmakta ve uygun ihtiyaç kredileri ile de talebi sıcak tutarak ekonomiyi ve büyümeyi canlandırmaya çalışmaktadırlar.  

Bu politikanın uygulandığı  yeterli döviz rezervi olmayan tersine cari açık problemi ve döviz cinsinden büyük dış borç yükü olan ülkelerde , getirisi başka deyişle fiyatı düşen ulusal paradan, zaman içinde  değer yitirmeyen tersine değer kazanan yabancı para ve mala geçiş hızlanacağından, bu durum ulusal para birimi karşısında yabancı para birimlerinin değer kazanmasına yol açacak buda yeniden kur geçişkenliği ile maliyet enflasyonu unsuru olarak piyasadaki mal ve hizmet fiyatlarına yansıtıldığı oranda enflasyonu artıracaktır. Faizleri düşürerek üretimi artırmayı amaçlama ise gerçekleşmeyecektir.  MB’nin faizleri düşürmesi ve faiz indirim patikasına girildiği yönündeki sözel yönlendirmesi ile ya da piyasa da oluşan böyle bir algı ile yatırımcılar faizlerin daha düşmesini bekleyerek yatırım yapmayacak ancak parasını da döviz ya da altın gibi sağlam tasarruf araçlarında tutmayı tercih edeceklerdir. Bilindiği üzere Stagfilasyonist bir ortamda piyasayı canlandırmak için faizleri düşürme politikası uygulandığında, faizlerin daha da düşeceği kanısı oluşmuş ise faizler düştükçe yatırımcılar yatırım yapmaktan geri duracaklar ve ekonomi likidite tuzağı içine girecektir. 

 İşte bu sefer bu mekanizma büyüme ile birlikte enflasyonunda çok yüksek ancak istihdamın düşük olduğu ekonomilerde(içinde bulunduğumuz durum budur) yukarıda izah edildiği şekli ile benzer bir etki yaratabilecektir.  

Bizim gibi ülkelerde hem faizi hem de kuru aynı zamanda kontrol etmek çok zor olup, faiz düştüğünde kur dengesi otomatik olarak bozulmakta ve ulusal para değer kaybetmektedir. Nitekim MB’nın politika faizini 200 baz puan düşürerek talebi kısmak yerine arzı artırıcı bir politikayı benimsemesi yani zımnen kısa dönemde büyümeyi ve istihdam artışını enflasyona tercih etmesi, sonucunda TL yabancı para birimleri karşısında değer yitirmiştir. Kısaca rekabetçi bir kur politikası ile ihracata dayalı bir büyüme modelini benimsemiştir. (Hükümet rekabetçi kur uygulamasını uyguladıklarını kabul etmeseler de ortaya çıkan sonuç ve ekonomi çevrelerinde hasıl olan algı bu şekilde olmaktadır. 

Ekonomide her şeyin bir fiyatı olduğu gibi paranın fiyatı daha doğrusu kullanım ücreti faizdir. Para ise satın alma gücüdür. Satın alma gücünün ücreti düşünce insanlar bu güce daha fazla sahip olacaklar ve satın alma arzusu zaten mevcut  ve pandemi vs gibi nedenler ile daha da artmış , buna karşın piyasadaki arz tam tersine pandemi nedeni ile çok fazla değilken, ve/veya sanayi üretimindeki artış ile rekor düzeyde ihracat ile mallar  dışarı satılıyorsa yani içerde düşük faiz nedeni ile artan kredi talebinin sağladığı talep artışı yada başka deyişle talep kayması, bu talebi karşılayacak yeteri düzeyde malın olmadığı bir piyasada  enflasyonun düşmek şöyle dursun tam tersine artmasına neden olacaktır. Ancak şimdilik bazı kamu bankaları kurumsal kredi faizlerini ve hana halkı için ev kredisi faizlerini biraz düşürmüşler, fakat henüz ihtiyaç kredisi faizlerinde bir düşme görülmemiştir. 

Mevduat faizlerinde ise bir miktar düşme olmuştur. 3-4 yıl önce devletin sağladığı kredi garanti fonu desteği ile kurumların aldıkları uygun krediler kısmen yatırım yerine arsa, ev, altın ve dövize gittiğinden, ayrıca yatırım yerine eskiden alınan kredilerin yeniden yapılandırılması ve işletme sermayesi açığının kapatılması için kullanıldığından hükümet bu sefer daha temkinli davranarak bu kredilerin üretim artışını artıracak şekilde verilmesini ön görmektedir. Yani nereyi yeşertmek istiyorsa suyu oraya akıtmak istemektedir. 

Bu bölümde konu hakkında bir fikir oluşturulmaya ve temel hususların ortaya konulmasına çalışılmıştır. Bundan sonraki bölümlerde ise mesele daha derinlemesine ele alınacaktır. Bunun için ise öncelikle Türkiye’nin enflasyon tarihini ortaya koymakta fayda mülahaza edilmektedir. 

II-OSMANLIDAN GÜNÜMÜZE TÜRKİYEDE ENFLASYON  

Enflasyon biz iktisat fakültesinde okurken (1969-1973) çokta üzerinde durulan bir husus değildi, akademi dünyasının üzerinde durduğu husus deflasyondu, bunun nedeni ise hocaların çoğunun 1929 iktisadi buhranını yaşamış olmaları ve 1950-60 dönemine göre (özellikle 1954-60 dönemine göre) 60 sonrasında ülkede ciddi bir enflasyonun görülmemiş olmasıydı.  

Aslında Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarında 1917 ve takip eden yıllarda ülkemizde ciddi bir enflasyon yaşanmış ve mal fiyatları önemli ölçüde artmıştı, bunun nedeni ise Osmanlının I .ci Dünya savaşının finansmanı  para basarak karşılamasıydı. 1917 yılı başında 50 milyon lira olan dolaşımdaki kaime aynı yılın sonunda 100 milyon liraya ulaşmıştı. Bu durum ise piyasada ürün fiyatlarının 20 kat artmasına ve önemli bir enflasyona sebep olmuştu. 

Yüksek emisyon artışının yarattığı enflasyon ortamının yeniden yaşanmaması için Cumhuriyetin ilk yıllarında para arzının artırılmamasına gayret edilmiştir. II.ci Dünya Savaşı koşullarına kadar bu politika izlenerek para arzı ciddi oranlarda artırılmamıştır. Cumhuriyetin ilk başlarında henüz Merkez Bankası kurulmamıştı, Osmanlı Bankası bu görevi yerine getirmekteydi. 11 Haziran 1930 da Osmanlı Bankasının görevine ve yetkilerine son verilerek, TCMB kurulmuştur.  

TCMB emisyon artışı politikasını benimsemeyerek, Türk lirasının değerini artırmaya çalışmıştır. Nitekim bu dönemde Türk lirası diğer para birimleri karşısında değer kazanmıştır. 

II.ci Dünya Savaşı sürecinde ise şiddetli bir enflasyon yaşanmıştır. Savaşlar, doğal afetler, salgınlar kendi zenginlerini yaratır. Bu dönemde de böyle olmuştur. Savaş nedeni ile üretimin ve ticaretin yeterince olmaması, tedarik zincirindeki kesintiler, para sahibi olanların stokçuluk yapması büyük mal sıkıntısı yaratmış, buda fiyatların aşırı artmasına neden olmuştur. Halkın büyük bir kesimi bundan mağdur olurken, temel gıda maddeleri karne ile satılırken, buna paralel karaborsa hortlamış ve belli bir kesim bundan büyük paralar kazanmıştır. Bunun sonucunda büyük tüccar, çiftçi ve emlak sahiplerinden 1 Kasım 1942 de varlık vergisi, kırsal kesimdeki halktan ise toprak mahsulleri vergisi alınmaya başlanmıştır. Varlık vergisi 1 yıl sonra, toprak mahsulleri vergisi ise savaş sonunda kaldırılmakla birlikte bu yolla piyasadan önemli bir para çekilmiştir. 1943 yılı sonunda varlık vergisinden elde edilen gelir 318 milyon liraya ulaşmıştır.

Tabi varlık vergisinin amacı sadece Türk parasının değerini korumak ve enflasyon ile mücadele değil, giderek zenginleşen gayrimüslim Türk vatandaşları karşısında Müslüman Türk burjuvasının yaratılması, Türk piyasasına hakim olan yabancıların elinden bu imkân alınarak, Türklerin bu piyasaya hâkim olunmasının, yani ekonomik bağımsızlığın sağlanması olmuştur. 1950-1960 döneminde ise iktidarda olan hükümet, devlet temelli ekonomi politikasını terk ederek önceki döneme göre daha liberal ekonomi politikasını benimsemiş, bazı ürünler hariç ithalat büyük ölçüde serbest bırakılmış, ABD kaynaklı düşük faizli krediler ve Marshall yardımı alınmış, piyasada para arzı artırılarak üretim artışı ve ekonomik büyüme sağlanmaya çalışılmıştır. 1950'den beri uygulanan para ve maliye politikaları, yani genişlemeci politikalar ciddi bir enflasyona neden olmuştur. 1954 yılından sonra ise bu kalıcı bir enflasyona dönüşmüştür.

Enflasyonda kalıcılık, atalet daha o dönemde ortaya çıkmıştır. Ülkede fiyatların aşırı artması ve karaborsanın hortlaması ve dış ticaret açığının artması nedeniyle döviz kıtlığının ortaya çıkması sonucunda mevcut hükümet 4 Aralık 1958 de alınan ‘’istikrar kararları ‘’ile ithalata sınırlamalar getirerek ithal mallarına talebin düşürülmesini ve döviz rezervlerinin artırılmasını hedeflemiştir.   

Türkiye 60 ihtilali sonrası ise planlı ekonomiye geçmiş ve 1960-1970 yılları arasında ekonomi enflasyonist bir surece girdiği anda(%5 in üstüne çıktığında) iktisadi politika yapıcıları hemen maliye ve para politikalarını devreye sokarak kısa sürede enflasyonu makul düzeye düşürmüşlerdir.(Harun Şişmanyazıcı İst.İktisat Fakültesi Lisans Tezi Türkiye’de Enflasyon)  Zaten o dönemde karşılaşılan enflasyon oranı da (10 yıllık hareketli ortalama olarak)OECD’nin gelişme yolundaki ülkeler için koyduğu makul fiyat artışı eşiği olan %5 ‘in altında %4.8 olmuştur. Ancak bazı yıllar bunun üstünde, bazı yıllar altında gerçekleşmiştir. 1968 de %3.7, 1969 da %7.8 olduğu gibi. 

Özetle 1960-70 döneminde bir önceki dönemin tersine liberal ekonomi politikalarından vazgeçilerek, 1963 yılından itibaren uygulamaya konulan kalkınma planı uygulaması sayesinde planlı ve düşük enflasyon dönemi tesis edilmiştir. 1970 sonrasında ise ülkemiz yeniden enflasyon ile yaşamaya başlamıştır.  

1970 yılında %8.1 olan Tüketici Fiyat İndeksi(TFİ) 1971 de %16.5’a çıkmıştır. Bunun nedeni 1970 de Türkiye’de 3.cü büyük devalüasyonun yaşanması ve 70’li yıllarda görülen iki büyük petrol şoku(1973 yılında Petrol ihraç eden Arap ülkeleri Birliğinin Arap İsrail savaşında İsrail’e destek veren Batılı ülkelere yönelik başlattığı petrol ambargosu sonucu petrol fiyatları 4 misli artmış bu ülkelerin ekonomileri bundan ters yönde etkilenmiş, fiyatlar artmış ve durgunluk içinde fiyat artışları yani stagflasyon ortaya çıkmıştır. Türkiye’de bundan nasibini almıştır. İkinci Petrol krizi ise 1979 yılında olmuş Türkiye buna da hazırlıksız yakalanmıştır.)ve Kıbrıs Barış Harekâtı olmuştur.(20 Temmuz 1974) 1974 de Tüketici Fiyat İndeksi % 18,6, 1975 de ise %19.8 olmuştur.  

1978 iktisadi krizi ile TFİ %47.2 ye 1979 da   %56.8’e 1980 de ise%  115.6 ya çıkmıştır. Böylece Türkiye için aşırı enflasyon dönemi başlamıştır.  

Bunun nedeni ise siyasal cepheleşmenin ve bölünmenin yaygınlaşması ve siyasetin ekonominin önüne geçmesi yüzünden ekonomik değişikliklere verilen tepkilerin gecikmesi, ülkenin ekonomik gücünün kısıtlı ve birçok bakımdan dışa bağlı olması, ödemeler bilançosu sıkıntıları ve bütçe açıkları olmuştur. (Prf. Burak Arzova) 

Sonraki dönemlerde ise ithal mallarına dayalı sanayi ve ihracat hamlesi nedeniyle ortaya çıkan döviz ihtiyacı, ülkedeki siyasi istikrarsızlık ve karışıklık, güven ortamının kaybolması, kamu yönetiminde etkinliğinin azalması ve bütçe açıkları, bu bütçe açıklarının Merkez Bankası kaynakları ile karşılanması, artan petrol fiyatları olmuştur. 

Yukarıda açıklanan bu nedenler içinde bulunduğumuz dönemin enflasyon nedenleri ile benzerlik arz etmektedir. 

1980 yılında alınan 24 Ocak kararları ile Türkiye ekonomi politikasında köklü değişiklikler yapılmış ,esnek döviz kuru politikasına geçilmiş, fiyatlar üzerinde kontrol kaldırılmış, Türk lirası devalüe edilmiş disiplinli bir ekonomi politikası uygulaması sonucu kamu maliyesi önemli öcüde iyileşmiş ve enflasyon 1981 yılında %33.9’a 1982 de %21.9 a düşmüştür. 

1983 yılında merhum Turgut Özal başbakan olduktan sonra ihracata dayalı büyüme modeli benimsenerek, bir ihracat hamlesi başlamış, bunu teminen Türk lirasının değeri düşük tutulmuştur(rekabetçi kur). Bunun sonucu olarak da fiyatlar yeniden yükselmeye başlamıştır. 1988 yılında enflasyon %75.2 olmuştur. 

Takdir edileceği üzere tam anlamı ile benzerlik taşımasa ve bazı farklılıklar olsa da bugün içinde aynı ekonomi politikası uygulanmaktadır.  

90’lı yıllara geldiğimizde yeniden yüksek enflasyon dönemi başlamıştır. 1994 yılında Türkiye ekonomi tarihindeki en büyük kamu açığı ve cari açık yaşanmıştır. Piyasalarda oluşan devalüasyon beklentisi ile dövize olan talebin artması ve kamunun borçlarını ödeyebilmesi için faizlerin %400 lere kadar yükselmesi 5 nisan kararlarının alınmasına neden olmuştur. Ancak Hükümetin başında bir iktisat profesörü olmasına ve bu kararlara rağmen istikrar sağlanamamış ve devalüasyon yapılmak zorunda kalınmıştır. Türk lirasının değeri %38 devalüe edilmiştir. ABD doları birkaç ay içinde 8.000 liradan   42.000 liraya, 1994 yılı sonunda ise enflasyon %125.5’a yükselmiştir. 1998 yılının başında TCMB Enflasyonla Mücadele Programını uygulamaya koymuştur. Bunun sonucunda Tüketici Fiyat İndeksi yıl sonunda yarıya düşmüştür. 19 Nisan 1999 genel seçimleri sonucunda kurulan  56.ci hükümet de aldığı tüm tedbirlere ve IMF ile imzalanan Satand by anlaşmasına(16.3 Milyar dolarlık standby anlaşması yapılmıştır)  ve burada belirtilen maliye politikaları ve  yapısal reform politikalarına rağmen enflasyon 2000 yılında %39’a düşse de 2001 de yeniden %68.5’a çıkmıştır. 2002 yılında AK Parti iktidara geldikten sonra daha önceden oluşturulan reform ve istikrar politikalarını taviz vermeden uygulamış ve bütçe açıklarını azaltarak zaman içinde GSYI hasılanın %1’leri seviyesine düşürmüştür.  Ak parti kamu burcunu   %30 lar seviyesine indirmiş, kamu maliyesini disipline etmiştir. Enflasyon ise 2002 de %29.7 ‘e düşmüştür. 2002-2011 arasındaki 10 yıllık dönemde hareketli ortalama olarak %10 olarak gerçekleşmiştir. 2004-2017arasında ise enflasyon(2008,2011 ve 2017 yılları hariç) tek haneye inmiştir. 2017 yılına kadar olan dönemde gerçekleşen çift haneli enflasyon ise max  %11.92 olmuştur) 2018 yılında ise enflasyonda yeniden bir alan kayması gerçekleşerek TÜFE 20.3’e çıkmıştır. Sonra 2019 da % 15.18’e düşmüş, 2020 de %14.6, şimdi ise yeniden %19.89’ a yükselmiştir. 

Bu arada AK Parti hükümetleri önemli büyüme oranlarını da yakalamış ve 2004-2008 dönemindeki büyüme sadece oransal değil faktör verimliliği bakımından da iyi olmuştur. Türkiye 2002-2007 arasında ortalama %7.1 büyümüş, büyümenin oynaklığı da 1.7 olmuştur. Kısaca istikrarlı bir büyüme süreci yakalanmıştır.  

2002-2017 arasında ise ortalama %5.8 büyüme oranı yakalanmış ancak oynaklık %3.7 ‘e çıkmıştır. 2008-2017 arasında ise büyüme %5.3, oynaklık %4.3 , 2012-2017 arasında ise büyüme %5.8 oynaklık ise %1.7 olmuştur. 

Ak parti döneminde başlangıç yıllarında tavizsiz istikrar politikası uygulamaları ve reformlar meyanında dünya genelinde bol ve ucuz sermayeye ulaşabilme imkanları da yukarıdaki tablonun gerçekleşmesinde ayrı bir avantaj olmuştur.  

Türkiye, şimdi bozulmaya başlasa da yeterli nüfus artışı, genç nüfus oranının yüksekliği ve kolay sermayeye ulaşma imkanları sayesinde önemli büyüme oranlarını gerçekleştirebilmiştir. Ancak Türkiye’nin büyüme hikayesine baktığımızda bunun bileşenlerinin dış ham madde ve girdiye bağlı üretim modeli (Bunun oranı son yıllarda özellikle savunma sanayi başta olmak üzere düşmüştür) ve bedeli ilk başlarda cari açık son dönemde ise bütçe açığı olan bir büyüme politikası olduğu görülmektedir. Cari açık döviz ihtiyacını yaratırken, buda dış borç miktarını artırırken, döviz bulma sıkıntısı ise Türk lirasının değerini yabancı para birimleri karşısında düşürürken, bütçe açığı ise yine borçlanma ve para basma yolu ile Türk lirasının değerini düşürmekte ve başka deyişle enflasyon yaratmaktadır. Bunun başka nedeni ise Türkiye’nin hem hane halkı hem de şirketler bakımından tasarruf açığının olmasıdır.(Türkiye’nin şu an tasarruf oranı yeni Milli Gelir hesaplama yöntemi ile eski %20-24 lerden %27’lere çıkmıştır. Çoğu gelişme yolundaki ülkede %30 lar seviyesindedir) işte zaman zaman faktör verimliliğini de ıskalayan borçlanma ve nüfus artışına/genç nüfusa dayalı bu büyüme modeli (AK Parti iktidarının bazı dönemlerinde faktör verimliliği geçmiş hükümetlere kıyasla iyi olmuştur) enflasyon yaratmakta, bu durum Türkiye ekonomisinin temel, asal enflasyon oluşturan unsurları ile bir araya geldiğinde enflasyonun oranı ve aynı zaman da katılığı artmaktadır. Bu cümleden olmak üzere AK Parti de zaman zaman ya bütçe açığı ya da cari açık vererek büyümüştür.

Örneğin AK Parti hükümeti 2017 yılında Kredi Garanti Fonu ile gerekli teminat sağlayarak orta ve küçük ölçekli firmaların bankalardan kredi temin etmek için gerekli olan teminat sorununu halletmiş ve böylece piyasayı finansal açıdan desteklemiştir. Fon’un kefalet hacmi 250 milyar TL’ye çıkarılmıştır. 28.02.2018 tarihi itibari ile Kredi Garanti Fonu 393.016 işletmeye toplam 217,7 milyar TL tutarında kefalet sağlamıştır. Bu kefaletlere istinaden bankalar tarafından işletmelere toplam 243,8 milyar TL kredi kullandırılmıştır. Evvelce çok kıymet verdiği bütçe disiplinini biraz gevşeterek ekonomiyi canlandırmaya çalışmış ve GSYIH artış oranı %7.1 olmuştur. Aynı yıl bütçe açığının GSYIH ya oranı ise 2016 yılında-% 1.1 iken, 2017 de -%2.8 olmuştur. Ancak hala Maastricht kriteri olan %3’ün altında kalmakla beraber bozulmaya başlamıştır. Bu oran 2019 yılında -%2.9 2020 de ise -%3.4 olmuştur. 2016 daki -%1.1’e göre bu önemli bir fark olup enflasyonu besleyen önemli unsurlardan biri olmuştur. 2021 de %3.5 olması hedeflenmektedir. 2020 de enflasyon ise TUFE %14.6 , ÜFE 25.15 olmuştur.

Enflasyonun bu şekilde artmasının nedeni Pandemi nedeni ile tedarik zinciri kesintileri, talep yapısındaki değişme , hükümetin verdiği destek ve teşvikler olmuştur. Aslında 2020 başında pandemi kaynaklı olarak ekonomide durgunluk görülse ve petrol fiyatlarındaki anormal düşüşler yüzünden fiyatlar genel seviyesinde pek fazla artış olmasa da (Örneğin 2020 Mart ayında %11.86 , Nisan ayında %10.94 olmuştur.)Sonraları ise  Kasım ayında Tüfe 14,03 olmuştur. 2021 de ekonomilerin açılması ve 2020 ye göre küresel ölçekte 2020’yi telafi edecek şekilde ekonomiler canlanarak baz etkisinin de katkısı ile büyük büyüme oranları ve reflasyonist bir dönem yaşanmaya başlamış, daha sonra ise bu küresel bir enflasyonist sürece dönüşmüştür. Türkiye de bundan nasibini almış hem içerde kendi temel enflasyon etmenleri ile fiyatlar artarken birde dışarıdan enflasyon ithal edilmeye başlanmıştır.

Mevcut hükümet ve TCMB da enflasyon ile mücadele etmekle beraber, büyümeye daha fazla ağırlık vermiş ve  pandeminin yarattığı yeni küresel ekonomik durumdan yararlanmak üzere ihracat odaklı büyümeyi benimsemiştir. Bunun için ise kuru baskılamayı pek tercih etmemiş, ya da bunda pek başarılı olamamış, Ortodoks ekonomi politikası yerine her yönü ile olmasa da bazı yönleri ile heterodoks ekonomi politikasını benimseyerek post ya da neo Keynesyen yaklaşım ile enflasyon ile mücadele de talebi düşürmek yerine mikroya önem vererek üretim artışı ile hem büyümeyi ve buna bağlı olarak istihdam artışını hem de uzun vadede üretim artışı ile enflasyonu kontrol etmeyi tercih etmiştir.(PRF Kerem ALKİN TIM Sunumu ) Bunun içinde yukarıda da açıklandığı üzere  gevşek para politikası uygulayarak faizleri düşük tutmayı tercih etmiştir. TÜFE ve ÜFE arasında büyük bir makas olmakla beraber, son yapılan araştırmalar ülkemizde kurdaki ve ÜFE deki yükselmenin içinde bulunduğumuz enflasyonist sürece katkı sağladığını ortaya koymuştur.(Cevdet Akçay çalışması)  

III-ENFLASYON VE ENFLASYON TÜRLERİ 

Bilindiği üzere Ekim ayı enflasyonu %19.89 ile %20 ye yaklaşmıştır. Halk hemen hemen tüm mal ve hizmetler için pahalılıktan şikâyet etmektedir. Peki nedir bu enflasyon. Türkiye için yukarıda ortaya koyduğumuz enflasyon tarihi enflasyonun tanımı ve nedenleri hakkında bir fikir uyandırmakla beraber konu aşağıda daha detayı ile izah edilmeye çalışılmıştır. 

Merkez Bankası tanımını da dikkate alarak ve çok basit bir anlatım ile bir ülkede ya da belli bir bölgede(şehirde) fiyatlar genel seviyesinin (Sadece tek ya da birkaç mal ve hizmetin değil çoğunun) sürekli artmasıdır (Kısa süreli bir artış enflasyon değildir, sadece birkaç malın fiyatındaki artış da enflasyon değildir.) Bu tanıma bizde bir katkı sağlarsak enflasyon fiyatlar genel seviyesinin yukarıdaki bölümlerde de açıklandığı üzere belli bir oranının üstünde artmasıdır. ABD için %1’lik bir fiyat artışı enflasyon değildir. Örneğin ABD için ideal olan makro ekonomik denge %2-2.5 büyüme, %2 CPI ve doğal işsizlik seviyesidir(70’li yıllarda bu oran %5.4’ler düzeyinde iken bun gün için %3-3.5’lar seviyesindedir.) 

Peki neden bu fiyatlar artmaktadır? Bu soruya verilecek cevap enflasyon türlerini ortaya çıkaracaktır. Eğer bir ülkede ya da bölgede mal ve hizmetlere olan toplam talep üretilen mal ve hizmetler toplamına göre daha fazla olduğunda fiyatlar yükselmektedir. Peki talep nasıl artar? 

Bu soruya cevap vermeden önce Talebin ne olduğunu açıklamamız gerekmektedir. Talep satın alma gücüyle desteklenmiş satın alma arzusudur. Ekonomide bu arzunun, ya da ihtiyaçların hep var ve sınırsız olduğu ileri sürülür. Zaten ekonomi, insan oğlunun sınırsız ihtiyaçlarının sınırlı kaynaklar ile nasıl maksimum seviyede karşılanabileceğini araştırır. (Aslında arzu dediğimiz kavram her yaşta, her yörede ve her dönemde aynı olmayabilir. Arzu duyulan şeylerin türü de yaşa, kültüre, yaşanan yöreye, döneme ve arızi olaylara göre değişebilecektir.) Gençlerin ihtiyaçları ve bunları karşılama arzusu çok fazla olurken, yaşlılarda bu düşük olacaktır.  Talep edilen mal ve hizmetlerin türleri de farklı olacaktır. İnsan oğlunun mensubu olduğu toplumun dini ve kültürü de bunu etkilemektedir.

Bazı kültürlerde aşırı tüketim doğru bir şey değildir. Savaş, afet, salgın kıtlık dönemlerinde talep edilen malların türü değişirken aynı zamanda geleceğin tüketimi öne çekilerek miktarı da değişebilir. Bu konuda farklı örnekler verebiliriz. Fakat iktisat ilmi istisnai örneklerden ziyade genel eğilimi ortaya koymaktadır. Buna göre ihtiyaçların sınırsız olduğunu kabul edelim, bu ihtiyaçların karşılanması için gerekli olan mal ve hizmetlere olan talebe dönüşmesi için satın alma gücü yani en basit tanımı ile paraya ihtiyaç duyulmaktadır. İşte hükümet (Merkez Bankası karşılıksız olarak para basarak) Piyasadaki para miktarını artırır, böylece bankalar daha düşük faizler ile kredi verebilme imkanına kavuşabilir. Kamu harcamalarını artırır. Hükümet ekonomiyi canlandırmak için bunu kasten de yapabilir. Hatta içinde bulunduğumuz dönemde olduğu gibi helikopter parası diye tanımlanan yöntem ile karşılıksız para dağıtır. Ya da belli kesimlerin gelir vergilerini düşürerek, net gelirlerini yanı satın alma güçlerini artırabilir. Böylece daha fazla finansal imkana sahip olan hane halkı daha fazla talepte bulunur. Yani talep eğrisi yeni bir denge fiyatı oluşturma üzere sağa kayar. Ancak talebi karşılayacak olan mal ve hizmetler aynı hızda artmaz ve arz eğrisi sabit kalır, böyle olunca da mal ve hizmetlerin genel fiyat seviyesi giderek artmaya başlar ve yeni bir denge fiyatı oluşur.  Bu talebi karşılamak için firmalar yeni elaman istihdam ederler, yeni yatırımlar yaparlar, buda maliyetleri artırır.  

Ancak İlk başta yatırımlar ile kapasite artırımından çok, mevcut kapasite kullanımını artırmaya çalışırlar. Bunun için çalışanlara fazla mesai vererek üretimi artırmaya çalışırlar. Bu ise çalışanların daha fazla gelire ulaşmaları anlamındadır. Başka deyişle ilave talep demektir. İşte çok basit tanımı ile toplam talebin toplam mal ve hizmet arzından fazla olması Talep enflasyonunu ortaya çıkarır.(Demand Pull Effect) 

Diğer bir enflasyon türü ise maliyet enflasyonudur;(Cost Push Effect 

Maliyet enflasyonu üretim faktörlerinin ve üretime katkı sağlayan diğer unsurların fiyatlarındaki artış nedeniyle üretilen malin fiyatındaki artışın satış fiyatına yansıtılması ile ortaya çıkan fiyat artışıdır. İşçi ücretlerinde geçmiş dönem enflasyon oranının üstündeki bir artış(reel ücret artışı) ve bunun satış fiyatına yansıtılması bir maliyet enflasyonu nedeni olacaktır.(Bazı kaynaklarda Ücret ya da Maaş Enflasyonu başlı başına enflasyon türü olarak belirtilir.

Üretim enflasyonu ya da maliyet enflasyonu hizmet üretimini kapsamadığından hizmet ise doğrudan emek ile ilgili olduğundan maaş enflasyonu daha ziyade hizmet enflasyonunu ifade etmek için kullanılır.) Aynı şekilde bir mala uygulanan kdv ve ötv zamları da ve/veya kurumsal vergilerin artırılması diğer  bütün gider ve gelirin sabit kaldığı bir ortamda firmanın net karını azaltıcı etki yaratacağından(kurumsal vergiler) kurum eski karlılığını devam ettirmek için bunu satış fiyatına yansıtarak fiyatın artmasına neden olacaktır.(Bu artış toplam gelirini düşürmeyecek ise) bir şirketin üretiminde dış kaynak büyük bir oran teşkil ediyorsa –şimdi bu oran düşse de bir ara bizde özellikle ihraç edilen sanayi mallarının üretiminde %70 ithal ham madde ve yarı mamul madde kullanıldığı gibi-devalüasyon ve açık piyasa işlemleri ile ulusal para biriminin yabancı para birimleri karşısında değer kaybetmesi de ulusal para birimi bazında girdi maliyetlerini artıracaktır. Aynı değerlendirmeyi Faiz içinde yapabiliriz. Faizlerin artması kredi kullanan şirketlerin maliyetlerini artıracaktır. Ha keza enerji, kira vb fiyatlarındaki artışlarda yine maliyet (üretim) enflasyonu nedeni olabilmektedir. 

Ancak bu maliyet artışlarının çıktı fiyatlarına yansıtılması ise üretilen malın elastikiyetine bağlı olacaktır. Eğer bu malın fiyat karşısındaki talep elastikiyeti düşük ise yani fiyat artışlarına hassas değil ise bir başka deyişle 1 birim fiyat artışı 1 birimden az talep azalışı yaratıyorsa fiyat arttığı zaman firmanın toplam geliri azalmayacağı için bu artış fiyata yansıtılabilecektir. Kısaca şirketler arz ve talep durumuna göre bu maliyet artışını toplam gelirini düşürmeyecek şekilde fiyatlara yansıtacaktır. Talebin olmadığı piyasanın durgun olduğu bir dönemde artan maliyetlerin satış fiyatına yansıtılması özellikle fiyat karşısında talep elastikiyeti yüksek olan mallarda satış miktarını azaltacağından şirketler dayandıkları ölçüde bunu sineye çekeceklerdir. Kısaca yeterli talebin olmadığı bir piyasada şirketler faiz artışı nedeni ile maliyetlerindeki artışı satış fiyatlarına yansıtamazlar. Bu durumda talep daha düşer ve toplam gelirleri azalır. 

Talebin fazla olduğu bir piyasa da ise bunu fiyatlara yansıtmak çok daha kolay olacaktır. 

Bu nedenle bir ülkede enflasyonun önlenmesi için alınacak tedbirlerin belirlenmesinde enflasyonun türünün ne olduğunun belirlenmesi büyük önem taşımaktadır. Talep enflasyonu olan bir ülkede enflasyonu önlemenin yolu sıkı para ve maliye politikaları ile talebi kısmak ya da arzı artırmak veya her ikisini belli oranlarda bir arada yapmaktır. Kolay olanda talebi kısmaktır. Ancak bu iç talebe dayalı bir büyüme modelinde, sıkı para ve maliye politikası uygulanması, devletin enflasyonu kontrol için kamu harcamalarını azaltması iktisadi büyümeyi azaltacak ve işsizliği artıracaktır. Bu cümleden olmak üzere talebi kısmanın yöntemi halkın elindeki satın alma gücünün azaltılmasıdır. Bunun için hane halkı tasarrufa teşvik edilecek, MB Politika faizini ve fonlama faizini artıracak, böylece hane halkının, kurumların bankalardan ya da diğer finans kurumlarından kredi sağlama imkanları azalacak ve kredi maliyetleri artacaktır. Yine hükümet çalışanların gelir vergisini artırmak sureti ile net ücretlerini azaltacak (maliye politikası aracı), bankaların topladıkları mevduat için MB bünyesinde bulundurmak zorunda olduğu munzam(zorunlu) karşılık oranlarını yükseltecektir. Piyasayı fonlamayı azaltıp, tersine piyasadan parayı çekecektir. Maliye politikası araçları olarak Bütçe denkliğine özen gösterecek, hatta fazla vermesini sağlayacak, Kamu harcamalarını (Yatırım ve Cari harcamalar olarak) disipline edecektir. 

Eğer enflasyonun nedeni maliyet enflasyonu ise bunu düşürmek için MB‘ nın politika faizini artırması şirketlerin kredi maliyetlerini artıracak, bu satış fiyatlarına yansıtıldığı oranda piyasada fiyatlar artacak, yatırımlar azalacak buda üretimi ters yönde etkileyecektir. Ancak yeterli döviz rezervi olmayan ve cari açık problemi olan fakat şirketlerin ithal malı girdisinin yüksek olduğu ülke ekonomilerinde yüksek faiz nedeni ile o ülkeye gelen yabancı portföy yatırımları başka deyişle ülkeye giren yabancı para miktarı artarak o ülkenin parası yabancı para birimleri karşısında değer kazanacak ve söz konusu şirketlerin ithal malı maliyetleri ulusal para birimi cinsinden azalacaktır. Bu yönü ile ise reel faizlerin yüksek tutulması ithal girdi maliyetlerinin düşürülmesi ve kur istikrarı ile yabancı para girişini artırmak ve talebi düşürmek için faydalı olacaktır. Buna karşın ihraç yapan şirketlerin toplam gelirlerinin TL karşılığı ise azalacaktır.  

Talep enflasyonun olduğu bir ekonomide ise MB'nin  faizleri enflasyonun üstünde tutarak net reel faiz geliri sağlamak yerine hane halkı ve şirketlerin  negatif faiz geliri elde etmelerine neden olacak şekilde faizleri düşürmesi ise yukarıda da açıklandığı üzere piyasa aktörlerinin enflasyon karşısında sürekli değer kaybeden bir para birimi ile tasarruf yapmak yerine varlıklarını korumak üzere diğer sağlam para birimlerine ve mallara geçmelerine neden olacak buda hem kuru ters yöne etkileyecek hem de mal ve hizmetlere olan talebi artıracaktır.  

Maliyet enflasyonunun önlemek talep enflasyonuna göre çok daha zordur. Çünkü nedenleri çoklukla yapısaldır. Eğer bir ülke ham madde ve enerji kanyakları bakımından kendi kendine yeterli değil ve dışa bağımlı ise bu ithal malları fiyatlarının artmasına engel olamayacaktır. Yine bu ülke değeri düşük primitif ham maddeler ihraç edip dışarıdan değeri yüksek sanayi ve yüksek teknoloji ürünlerini ithal ediyorsa yani mal ticareti ve üstüne hizmet ticareti(görünmeyen kalemler )açığı varsa kısaca cari açık problemi varsa döviz talebi yüksek olacaktır. Bir ülkede iktisadi ve siyasi istikrarsızlık ve belirsizlikler nedeni ile o ülkeye eskiye göre dışarıdan portföy yatırımları ve doğrudan yabancı yatırımlar da gelmiyorsa, ya da yeteri düzeyde gelmiyorsa döviz arzı azalacaktır.  Ülkedeki döviz arzına göre talebinin fazla olması ise  döviz şoklarına açık olmasına neden olacaktır. Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Maliyet enflasyonuna zemin hazırlamamak için bir ülkenin güçlü MB rezervlerinin olması, ihraç ve iç tüketim malları üretiminde dış girdi oranının mümkün olduğu kadar az olması, yani kendi kendine yeter ve üretimde yerlilik payının yüksek olması, üretimde ileri teknoloji kullanması ve cari açık probleminin, tasarruf açığının olmaması gerekmektedir. Yine o ülkede ucuz yabancı sermayeye ulaşabilmek için, ülkenin   portföy ve doğrudan yabancı yatırımlar için cazip olması ve kredi risk priminin (CDS) düşük olması icap etmektedir.  

Bunun için ise siyasi istikrar ve ileri demokrasi şeffaflık, ekonomisinde öngörülebilirlik ve istikrar olması gerekmektedir. Tabi bir de buna hukukun üstünlüğünün o ülkede hâkim olmasını ilave etmemiz icap eder. 

Diğer bir enflasyon türü ise (bana göre talep ve maliyet enflasyona ilave ayrı bir enflasyon türü olmaktan ziyade bir ekonomide görülen enflasyonun niteliği olan Build in Inflation yani atalet enflasyonu ya da enflasyonun katılığıdır. Bunun nedenleri de psikolojik ve yapısal olabilir. Eğer bir ülkede ekonomide rol oynayan aktörlerde alınan enflasyonu önleme tedbirlerine rağmen mevcut enflasyonun azalmayacağı, tam tersine artacağa yönünde bir inanç varsa bu aktörler; yani kararları ve uygulamaları ile ekonomiyi yönlendirme ve şekil verme kabiliyetine sahip olanlar ekonomik kararlarını bu düşünceleri doğrultusunda vererek enflasyonun artarak devam etmesine neden olabilirler. Kısaca kararlar geleceğe dönük vaatlerden çok geçmiş dönemde gerçekleşen duruma bakılarak verilir. Böyle bir durumun ortaya çıkmaması için söz konusu aktörlerin alınan tedbirlerin enflasyonu düşüreceğine ve bunların tavizsiz uygulanacağına inanmaları gerekmektedir. Bu konuda iktisadi politika yapıcılarına karşı güvenleri onların geçmiş uygulamaları yüzünden zayıflamış ya da yok olmuş ise, artık bu algıyı değiştirmek çok zor olacak ya da zaman alacaktır. Bazen bu kanaat olumlu olsa bile piyasanın bu tedbirlere cevap vermesi adeta enerjinin sakınımı prensibinde olduğu gibi zaman alacak ve mevcut enflasyon bir müddet devam edecektir. Bu alanı etkileyen diğer etmenler ise enflasyon fundamentalleridir. Yani enflasyona neden olan unsurların altındaki temel ve yapısal nedenler ve çarpıklıklardır. Bu nedenle bu enflasyona yapısal enflasyon da denir. İşte bunları öyle kısa sürede önlemek çok kolay bir husus değildir. Köklü yapısal reformlar gerekir. Bunu yapmak ise iktisaden mümkün olsa da siyaseten her zaman mümkün olmamakta, yapıldığında ise maliyeti çok fazla olabilmektedir. Bu hususlara ileride daha detayı ile değinilecektir. 

Bu genel enflasyon türlerine ilave olarak artık günümüzde bizim okuduğumuz yıllarda pek kullanılmayan gıda enflasyonu, enerji enflasyonu, çekirdek enflasyon (Bunun alt türleri) daha spesifik enflasyon tür ve tanımları bulunmaktadır. Bunlar manşet enflasyonun alt türleridir. Manşet enflasyon (headline inflation)ise ülkemizde TÜFE’ye tekabül eden enflasyondur. 

Çekirdek enflasyon TÜFE ‘den MB bankası tarafından doğrudan kontrol edilemeyen ve yüksek oynaklığa sahip gıda(işlenmemiş), enerji maddeleri, alkolsüz içecekler, alkollü içecekler, tütün mamülleri ve altın çıkartıldıktan sonra kalan mal ve hizmet fiyatlarının oluşturduğu bir endekstir. Dar tanımı ise sadece gıda ve enerji maddelerinin dışarıda bırakıldığı endekstir. TCMB’nın Çekirdek enflasyon ile ilgili olarak kapsamına göre dar ve geniş olmak üzere farklı tanımlamaları bulunmaktadır. 

Enflasyonun şiddetine yani oranına göre oluşturulan tasnif ve tanımlama ise aşağıdaki gibidir; 

Creeping Inflation;(Ilımlı enflasyon) bir ülkede enflasyonun bir zaman süresi içinde düşük oranda   yavaş yavaş ancak  sürekli olarak artması durumudur. Böyle bir enflasyonun etkisi uzun süre sonra ortaya çıkmaktadır. Örneğin bir ülkede enflasyonun uzun süreli olarak yıllık %3 düzeyinde seyretmesidir. Buna göre fiyatların o ülkede bir misli artması için 33 yıl gerekmektedir. 

Walking Inflation; Bu güçlü ve tahrip edici enflasyon türü yıllık %3 ila %10 arasındaki enflasyondur. Ekonomi için zarar veren bir enflasyon türüdür. Hane halkı başka deyişle o ülkenin vatandaşları bu yüksek enflasyon karşısında gelecekteki ihtiyaçlarını daha yüksek fiyattan karşılamamak için bu malları ve mümkünse hizmetleri (Uçak bileti gibi)bu günden alarak geleceğin tüketimini bu güne çekerler. Böyle olunca, içinde bulunulan zamanda arz da bir değişim olmaz iken talep normale göre daha fazla olacağından yüksek olan fiyatlar daha da yükselecektir. 

Galloping Inflation ; (Dürt Nala Enflasyon)bir ülkede enflasyonun %10 ve daha üstünde seyretmesidir. Bu tür enflasyon ekonomide tam bir tahribat yaratır. O ülkenin parası hızla değer kaybeder ve ülke vatandaşları ve iş adamları gelirleri ile maliyetleri karşılayamaz hale gelirler. Yabancı yatırımcılar ülkeye yatırım yapmaktan kaçınırlar ve ihtiyaç duyulan sermayeye ulaşım imkânı daralır. Doviz arzı azalacağından, talebin bundan fazla olması durumunda kur dengesi bozulur. Ekonomi istikrarsızlaşır, ekonomiyi ve ülkeyi yönetenlerin itibarı sarsılır. Böyle bir enflasyonun ne pahasına olursa olsun önlenmesi gerekmektedir. İçinde bulunduğumuz enflasyonist durum taktir edileceği üzere bu tanıma uymaktadır. 

Hyperinlation ;(Hiper Enflasyon)fiyatların bir ülkede bir ayda adeta roket gibi %50 den fazla artması durumudur. Tarihte bazı ülkelerde görülmüş olan çok istisnai bir enflasyon şeklidir. MB’ları para basmaya yetişemediklerinden mevcut paraların üstüne stampa ile yüksek yeni birimleri bastıkları enflasyonist ortamdır. Çok nadir görülür. Böyle bir enflasyon savaş içindeki ülkelerin savaş giderlerini para basarak karşılamaları durumunda ortaya çıkar. Örneğin 1920’lerde Almanya, 2000’lerde Zimbabwe ve 2010’larda Venezuela’da olduğu gibi. 

 ABD de İç savaş sırasında da böyle bir durum ile karşılaşılmıştır. Böyle bir durumda para kullanmak yerine mal takası daha uygun olmaya başlar. Finansal sistemi çökerten bir durumdur.  

IV-TÜRKİYE’DE ENFLASYONUN YAPISAL NEDENLERİ NELERDİR? 

Bizim gibi gelişme yolundaki ülkelerde ekonominin katılığı enflasyon yaratacak talep artışlarında yani talep kaymalarında arzın hemen artışına imkân sağlamaz. Bunun nedeni sermaye, döviz yetersizliği ve kalifiye elaman eksikliği başka deyişle emeğin verimliliğindeki düşüklüktür. 

Ancak Türkiye’de başka sorunlar da vardır; Türkiye’de, büyüme için önemli ve faydalı bir unsur olan doğurganlık oranı ve genç nüfus gayet iyi iken artık yavaş yavaş bozulmaya başlasa da (Doğurganlık oranı düşmeye başlamıştır. 2001 de 2.38 çocuk iken 2020 de 1.76 ya düşmüştür.)bu durum aynı zamanda enflasyonun nedenidir. Bu cümleden olmak üzere; Türkiye’de 18 Milyon 85 bin öğrenci bulunmaktadır. Bunun 9.3 milyonu okul öncesi, ilk okul ve orta öğretim düzeyindeki gençlerdir. Üniversitede okuyan öğrenci sayısı ise 8 milyon kişidir. Bunların sadece çok az bölümünün aynı zamanda çalıştığını dikkate alırsak çalışan nüfus bu 18 milyon kişiye bakmak zorunda kalmaktadır. Bu kesim aynı zamanda yaşlı kesime göre fazla tüketen bölümdür. Ekonomik büyümede bu genç nüfus önemli bir rol oynar, ancak bunlar üreten değil talep eden sınıftır. 

Aynı zamanda bu genç nüfus kamu harcamaları bakımından bütçede büyük bir yük yaratmaktadır. Bu eğitim sonrası beşerî sermayenin verimliliğinin artacağı, bununda üretim artışı ile hem büyüme hem de enflasyonun kontrolü için olumlu bir sonuç doğuracağı düşünülse de eğitim kalitesinin yeterli olmaması nedeni ile bu sonuç hasıl olmamakta ve genç işsiz sayısı artarak bunlarda üretmeden tüketenler sınıfına katılmaktadır (son düşmüş hali ile %21.5). İş bulanlar da kendi mesleklerinin dışında başka alanlarda çalışmaktadırlar. Bu ise kamu kaynaklarının verimliliği bakımından sıkıntı yaratmaktadır.

Türkiye’de işsizlik konusunda da bir asimetrik durum mevcuttur. Bazı alanlarda sıradan ya da kalifiye elaman açığı olurken bazı alanlarda işsizlik görülmektedir. Meslek alanlarında sıhhi tesisat, boyacı, fayans ustası, marangoz, mobilyacı, berber, dökümcü, tornacı, ev temizlik işçisi, çocuk bakıcısı, garson, komi aşçı  vs elaman eksikliği hat safhada olup 8 yıllık eğitim nedeni ile birçok meslek dalında çırak bulunamamaktadır. Meslek yüksek okullarından da yeterli verim sağlanamamakta, öğrenciler yatay geçiş ile lisans programlarına geçmeye çalışmakta ya da 4 yıllık lisans programlarını tercih etmekte ve diplomalı mesleksiz olarak işsizler ordusuna katılmaktadırlar. 

Son 10 yılda kısmen düzelmiş olsa da Türkiye bir genç emekliler ülkesidir. 40-45 yaşında emekli olan nüfusun önemli bir kısmı, bunların bazıları emeklilik sonrası çalışmış olsalar da 25 yıllık çalışmalarına karşı, kadınlarda 20 yıl, yaşam süresinin uzaması nedeni ile çalışma süresinden çok daha fazla süre emekli maaşı almaktadır. Öldüklerinde çalışmayan eşleri ve çocukları için bu ödeme kısmı de olsa devam etmektedir. Yeterli kamu geliri sağlandığı taktirde sosyal devlet olarak bu sistem makul ve faydalı olmakla beraber, bunu denk bir bütçe ya da makul açıkla karşılamak için gelir dağılımındaki adaletsizliği düzeltmek ve adil bir vergi sistemi tesis edilmek istendiğinde ise bu defa zengin kesim ayağa kalkmaktadır. Oy kaygısı taşıyan hükümetler de burada yapılması gerekeni yapmaktan geri durmaktadırlar. Sonuç olarak bu tip kamu giderleri bütçede önemli bir yük yaratmaktadır. Çalışan nüfus büyük bir çalışmayan kesime bakmak zorunda kalmaktadır. 

Özel sektörde iş bulamayan genç nüfus devlet kapsına gelmekte ve maaşı az olsa da iş garantisi nedeni ile kamu görevlisi olmaya çalışmakta, devlet de istihdam yaratmak mülahazası ile adeta işsizlik sigortası gibi ihtiyaç olmamasına rağmen siyası mülahazalar ile kamudaki istihdamı artırmaktadır. Sonuçta 1 kişinin yapacağı işi 3 kişi yapmakta ve kişi başı verimlik düşmekte, aylak kapasitede buna katkı sağlamaktadır.  Son 20-25yılda bu eğilimin ağırlığı düşse de tamamen ortadan kalktığını söylemek mümkün değildir. Özelleşme ile kamunun ekonomideki ağırlığının azaltılması bu olumsuzluğun önlenmesinde önemli rol oynamış ancak tamamen ortadan kaldıramamıştır. 

Sonuç itibari ile her sabah ülkedeki nüfus uyanmakta akşam herkes verimliliğine göre devlet masasına ürettikleri mal ve hizmetleri, koymakta bazıları ürettiği kadar bu masadan ihtiyaç duyduğu mal ve hizmetleri almakta, bazıları ise ürettiği ihtiyacını karşılamadığı için ürettiğinden daha fazlasını almaya çalışmakta, bazıları ise hiç üretmeden almaya gayret etmektedir. 

 Dolayısı ile toplam talep devlet masasındaki arz ve hizmet toplamından fazla olduğundan fiyatlar yükselmektedir. Bu masaya az mal getirip çok mal almak isteyenler ile hiç üretmeyenlere de gerekli satın alma imkanını devlet borçlanarak ya da para basarak karşılamaktadır.  Sonuç olarak ortaya enflasyon dediğimiz sorun çıkmaktadır. Toplumda herkes ürettiği kadar mal ve hizmet talep etse, verimliliğini artırarak daha fazla ürettiği oranda daha fazla mal talep etse fiyatlar genel seviyesinde bir sıkıntı olmayacak ve toplumda verimliliğe ve üretime bağlı bir refah artışı sağlanacaktır. 

Ülkemizdeki 50’li yılların sonundan beri görülen siyasi bölünme ve parçalanmalar, etnik terör hareketleri, siyasi istikrarsızlıklar, komşu ülkelerde beslenen terör faaliyetlerinin sebep olduğu düşük yoğunluklu sınır savaşları ve terörist takipleri önemli kamu harcamalarına yol açmakta kaynaklar üretim araçlarının üretimine aktarılamamaktadır. Bu durum kısa vadede kamu harcamaları yolu ile büyümeye katkı sağlasa da (Ege Cansen),ekonomi için harcanacak kaynakların bu alana hasredilmesi nedeni ile uzun vadede büyümeyi ters yönde etkilemekte ve enflasyona katkı sağlamaktadır. Fakat son zamanlarda Türkiye’nin savunma sanayinde kendi silahını kendisinin üretmesi ve bazı insansız hava araçları vs gibi yeni nesil araç, mühimmatın üretilmesinde sağladığı etkinlik ile dışa bağımlığının azalması döviz giderlerini azaltmakta (ikame döviz geliri elde edilmekte) aynı zamanda IHA, SIHA gibi yeni teknoloji ürünlerini ihraç etmesi ve döviz geliri elde etmesi olumlu sonuç yaratmaktadır. 

Türkiye’nin diğer bir sorunu ise enerji enflasyondur. Türkiye’nin kendine yeter enerji ham maddeleri doğal gaz ve petrolünün olmaması nedeni ile petrol şoklarına açık olmasına neden olmakta ve dünyada petrol ve doğal gaz fiyatlarındaki artışa paralel olarak içeride de enerji kaynaklarının fiyatları ve buna bağlı tüm ürünlerin fiyatı artmaktadır. Cari açık içinde de en büyük paya ham petrol ve doğal gaz ithali sahiptir. Bunu terse çevirmek için mevcut hükümet   2015 sonu 2016 başı itibari ile gerçekleşen denizcilik krizi nedeniyle fiyatları düşen denizde petrol ve doğal gaz arama ve çıkartma  gemilerini iyi bir politika ile satın alarak Akdeniz ve Karadeniz de petrol arama ve çıkarta faaliyetlerini geliştirmiş ve Karadeniz de yukarıda sözü edilen olumsuzluğu terse çevirecek önemli doğal gaz kaynakları bulmuştur. Karadeniz’de daha önceden münhasır ekonomik bölge anlaşmalarının yapılması ve ilan edilmesi de buna imkân sağlamıştır. 

 Önümüzdeki 5 yıl içinde Türkiye enerji kaynağı açığını kapatmakta ciddi bir avantaj elde edecektir. Ancak Paris anlaşması gereği fosil enerjileri giderek azaltılarak 2050 de sıfırlanacağı için yenilenebilir enerji kaynaklarını ve sıfır co2 salınımı sağlayan alternatif enerji kaynaklarını yaratması gerekecektir. 

Bu konuda ileri süreceğimiz diğer önemli bir husus ise toplumun talep, harcama ve tasarruf yapısıdır. Prf Sabri Ülgener’in hatırladığım kadarı ile 1930’lu yıllarda yazmış olduğu ve benimde lisans tezimde kullandığım bir risalesinde ileri sürdüğü üzere Türkiye gibi İmparatorluk geçmişi olan ülkelerin harcama alışkanlığı gösteriş ve şaşaaya yatkın olmaktadır. Bu gibi ülkelerde fakir ailelerin evinde bile misafirler için zengin sofralar kurulmakta ve gösteriş tüketimi rasyonellikten uzak olarak hat safhada olmaktadır. Böylece bu toplumların tasarruf alışkanlığı da bu bağlamda düşük olmaktadır. Savaş ve kıtlık görmenin bizim ve bir önceki nesilde yarattığı kötü gün tasarrufu olmakla beraber (Yeni kuşaklarda bu artık kaybolmuştur) bu tasarruf ise çoklukla ev ve altın gibi kıymetli madenler olarak yapılmakta ve yastık altında tutulmaktadır. Şimdilerde ise altına ilave yabancı para ile tasarruf yapılmakta ve bunların önemli bir bölümü yastık altında tutularak ekonomiye katkı sağlamamaktadır. Piyasada fiyatların TL ye ilave döviz cinsinden de belirlenmesi (Mevcut hükümet bunu kanunla yasaklamıştır. Hal böyle olmakla hala kamu ortaklı ve güvenceli projelerde fiyatları ve ücretler dolar üzerinden belirlenmektedir. Buda enflasyonun devam edeceği hususundaki güven eksikliğinden kaynaklanmaktadır.)Kronik enflasyon ve kuru da sabit tutmanın mümkün olmadığı bir ortamda çift paralı ekonomi ve dolarizasyondan kaçınmakta gerçekleşmemektedir. Türkiye’de halkın bankalarda tutuğu mevduatın yarısından fazlası döviz cinsinden olmakta, en ufak bir olumsuz gelişmede döviz talebi artmaktadır. 

Türkiye’nin bulunduğu coğrafik konum itibari ile lojistik ve turizm bakımından pek çok avantajı olmakla beraber zengin ham madde kaynakları bulunmamaktadır. Hayvancılık, tarım, deniz ürünleri bakımından da kendi kendine yeter bir ülke olması gerekirken içerdeki terör nedeni ile hayvancılık gerilemiş, tarım alanları miras yolu ile küçülerek ekonomik olmamaya başlamış, tohum yönünden dışa bağımlılık artmış ve ekim alanları inşaat alanına dönüşmüştür. Kırsaldan yani tarım kesiminden şehre ve sanayi alanına göç de bunda rol oynamıştır. Türkiye sanayileşirken tarımı ihmal etmiş ve bir çok ürünü işleyip ihraç etmek (Un ve undan yapılan mamul maddeler,vb) ve içerde tüketmek üzere dışarıdan almaya başlamıştır. İçerde ürettiğini de döviz geliri elde etmek için ihraç etmeye başlayınca içerde gıda enflasyonu hız kazanmıştır. İçerde küçük çiftçiler artan maliyetler ve kredi yükü nedeni ile üretime devam edemez hale gelmiş ve çiftliklerini büyük çiftlik sahiplerine satmak zorunda kalmışlar, zincir marketler malı tarlada toptan düşük fiyattan kapatarak daha sonra kedi mağazalarında çok yüksek fiyata satmaya başlamışlardır. Üreticiden tüketiciye ulaşma safhasındaki lojistik maliyet ve malın uygun nakliye ve muhafaza edilememesi nedeni ile bozulma ve kayıp oranı, tarlada üretimde uygun olmayan üretim yapısı nedeni ile gereksiz maliyet artışları mal satış noktasında raf fiyatını artırmıştır. Satın alınan ürünlerin bir kısmı da ihtiyaç fazlası olarak alındığından bozularak atılmaktadır. Pandemi döneminde stok nedeni ile bu olumsuzluk daha da artmıştır. Buda Türkiye’de talebin birçok sosyal katmanda ihtiyaçtan fazla olduğuna işaret etmektedir.  

Üreticiler ise kendi içlerinde örgütlenmeyi ve kümelenmeyi gerçekleştirememiş ve tarladan rafa kadar olan süreci kontrol ederek kendileri ve nihai tüketici için uygun fiyatlama politikasını tesis edememişlerdir.  

Son yıllarda Türkiye’nin aldığı göç ve çevremizdeki istikrarsızlık ve iç savaşlarının yarattığı nüfus hareketleri de büyüme için olumlu katkı sağlasa da hem kamu harcamalarının artmasına hem de zengin göçmenlerin yanlarında getirdikleri legal ya da illegal para ile içerde talebin artmasında önemli rol oynamıştır. 

Son söyleyeceğimiz husus ise yukarıda da dile getirdiğimiz atalet yani fiyatların artacağı hususundaki kanının piyasada talep artışını ve dolayısı ile fiyatların artmasını gerçekleştirmesidir. Fiyat artışı beklentisi normalde artmayacak fiyatı artırmaktadır. 

İşte tüm bunlar ve burada zikretmediğimiz diğerleri Türkiye’de enflasyona zemin hazırlayan temel ve asal unsurlar olmaktadır. Bunların çoğu para ve maliye politikaları ile halledilebilecek hususlar değildir. Kökten yapısal değişiklikler gerekmektedir. Bu yazdıklarımız bilinmeyen şeyler değildir. Hükümet ve akdemi dünyası çok daha fazlasına sahip olup bu sorunları çözmek için ciddi çaba sarf etmektedir. Ancak kısa sürede halledebilecek hususlar olmadığından iyileşmeler zaman almakta çoklukla da saman alevi gibi ortaya çıkan eylemler, zaman içinde tavsamaktadır. 

V-TÜRKİYE’DE ENFLASYONU DÜŞÜRMEK İÇİN NASIL BİR EKONOMİ POLİTİKASI UYGULANMAKTADIR. 

Türkiye’de enflasyon tarihi incelendiğinde 1950-2020 arasındaki dönemde (Daha önceki dönemlerde de yukarıda sözü edildiği üzere %100 e varan enflasyon oranları görülmüştür)70 yıllık süreçte %5 in altında yani OECD kriterine göre Gelişme Yolundaki ülkeler için enflasyon eşiği altındaki genel fiyat artışı%3.1 ve  %3.7 ile sadece sırası ile 1951 ve 1968 yıllarında gerçekleşmiştir. 1960 da ise %2.9 olmuştur.(Osman Cenk KANCA 1950-1960 arası Türkiye’de Uygulanan Sosyo-ekonomik Politikalar) Türkiye’de enflasyonun en uygun olduğu dönem 1960-69 dönemi olmuştur. Bu dönemde 10 yıllık hareketli ortalama olarak Türkiye’de enflasyon oranı %4,8, 1951-1969 arasında ise enflasyon %7.3 olarak gerçekleşmiştir.(Dr Mevlut Tatlıyer Türkiye Ekonomisinde Enflasyon ve Ekonomik Büyüme) özetle 1950-2020 arasında enflasyon sadece 3 yılda  % 5 in altında kalmıştır. 

1951-60 arasında 10 yıllık hareketli ortalama olarak %10 lar seviyesinde gerçekleşen enflasyon oranı yukarıdaki bölümlerde de açıklandığı üzere 1970’in ilk yıllarından itibaren artmaya başlamıştır. 1969-78 arası 10 yıllık hareketli ortalama %20 takip eden 10 yılda %35, onu takip eden 10 yılda %76.7 ,1993-2002 arasında %71 ve 2002-2011 arası mevcut hükümet döneminde %10 olmuş ancak 2021 de yeniden %20’lere tırmanmıştır. 1970-2003 arası ise Türkiye’de enflasyon %47.8 olarak gerçekleşmiştir. Kısaca bu gün yüksekliğinden söz edilen enflasyonu bu ülke 1970-2003 arası tam 30 yıl ortalama %47.8 olarak yaşamıştır. 1951-2015 arasında ise ortalama %27.1 olarak gerçekleşmiştir. Bu dönemde büyüme ise ortalama %4.7 olmuştur. 

Peki mevcut hükümet ilk başlarda bunda nasıl başarılı olmuştur. Devraldığı dış kaynaklı istikrar programını (Derviş programını) tavizsiz uygulamıştır. Bu istikrar politikası Ortodoks iktisat politikasına dayalı olmuştur. 

Fakat son yıllarda hükümet ortodoks iktisat politikasını benimsemeyerek, söz konusu bu geleneksel görüş ve yaklaşımların dışındaki politikaları yani heterodoks ekonomi politikasını kısmen uygulamaya başlamıştır. Başka bir deyişle bu ekonomi politikasının özelliği olan büyümeyi ve istihdamı ihmal etmeden, büyüme ve istihdamı da artırarak enflasyonu düşürmeyi denemiştir. Heterodoks iktisat politikasının başka bir özelliği olan ücretleri, kiraları dondurmayı uygulamamış, siyaseten bunu yapmak zor olduğundan Pandemi döneminde bunu bahane ederek bile buna tevessül etmemiş, ancak şirketlere destek vererek işten çıkarmaları önlemeye çalışmıştır. Yine MB’ları Ortodoks iktisat politikasında sadece politika faizi (referans faizi/MB faizi) gibi tek faiz ile piyasayı yönlendirmeye çalışırken, Heterodoks uygulama olarak değerlendirebileceğimiz şekilde Türkiye MB haftalık ihale faizi, gecelik borç verme faizi, fonlama faizi, politika faizi, geç likidite penceresi faizi gibi birden fazla faiz ile çalışmış (Mahfi Eğilmez), fakat Maliye Bakanı Sn Berat Albayrak görevden alındıktan sonra burada sadeleşmeye gidilmiştir. 

Heterodoks politikanın diğer bir özelliği Ortodoks ekonomi politikasının benimsediği klasik Keynesyen uygulama yerine mikroyu ve üretimi önceleyen Post Keynesyen ve NeoKeynesyen politikalar ile üretim artışını önemsemesidir. Mevcut hükümet de buna ağırlık vermiş ve son zamanlarda, yine Hetorodoks iktisat politikası olan gerekirse damping yap ihracatı artır döviz geliri sağla felsefesini benimsemiştir, bunun içinde enflasyon nedeni ile rekabetçi kur uygulamıştır. Bu iktisat politikasının diğer bir özelliği de kurun, fiyatların ve ücretlerin kontrolü olup(Heterodoks İstikrar Programları Dr Hüseyin Akgönül/Dr Mahmut Masca), Hükümet hem faizi hem de kuru aynı anda kontrol etmeye kalkmış (ya da böyle bir imaj vermiş) ancak bunun çok zor hatta bizim gibi döviz sıkıntısı olan ülkelerde imkânsız olması nedeni ile faizi indirince kur kontrolden çıkmıştır.  

Enflasyonla mücadele için para politikası ile maliye politikasının uyumlu olması gerekirken, para politikası ile sıkı para politikası uygularken, diğer taraftan maliye politikası ile bazen mecburen(Terör ile mücadele harcamaları, Pandemi nedeni ile yapılan yardım ve destekler, iklim değişikliği nedeni ile yangın, sel ,kuraklık , zelzele nedeni ile yapılan yardım ve harcamalar)bazen siyaseten  ,bazen  alt yapı yatırımları yapılan  kamu harcamaları ve borçlanmaları ile genişlemeci bir politika izlemiştir. Sık sık yapılan seçim harcamaları da bunun tuzu biberi olmuştur. İçinde bulunduğumuz günlerde ise bir taraftan politika faizini düşürüp genişlemeci bir politika izlerken diğer taraftan MB rezervlerini artırmak için(kur kontrolü nedeni ile) bankalardaki döviz mevduatı için bankaların MB nezdindeki karşılık oranlarını artırarak bankaların döviz cinsinden kredi verme imkanını daraltmıştır. 

Heterodoks iktisat politikasını geçmişte Latin Amerika Ülkeleri ve İsrail uygulamıştır. İçinde bulunduğumuz G 20 ülkeleri içinde bunu uygulayan ise sadece Brezilya ve Meksika olmuştur. Liberal ekonomi politikasını uygulayan Türkiye’nin küresel ekonominin bir parçası olarak dünyanın kabul ettiği bir ekonomi modelinin dışında ona uymayan bir modeli ılımlaştırarak uygulaması yani bunu da uygun olmayan koşul ve şartlar altında yapması hedeflenen sonuca kısa sürede ulaşılmasını engellemiştir. Çünkü bu heterodoks politikanın amacı şok tedbirler ile kısa sürede enflasyonu kontrol altına almak olup, uzun süre kullanılamaz ve devam ettirilemez.  

Türkiye’nin diğer bir sorunu ise; iktisadi sorun ve problemler, iktisadi tedbirler ile çözülürken, ya da öyle olması gerekirken bunları son yıllarda siyasi tercihler ile çözmeye kalkması ve piyasa aktörleri ile ters düşmesi, onların da hükümeti ikna etme ve uyarma konusunda görevlerini tam olarak yapmamaları olmuştur. Bağımsız olmaları gereken ekonomi organlarına siyahi müdahaleler de ekonomik istikrar ve güveni zayıflatmıştır.  

Sonuç itibari ile bu gün için hükümetin enflasyonu ve kuru kontrol etmekten ziyade büyümeyi ve istihdam artışını gerçekleştirecek bir politika uyguladığı gibi bir görünüm ortaya çıkmaktadır. Hem de bunu belki de bu yıl Çin’den bile hızlı büyüyerek %9’un üstünde büyüme gerçekleştireceği bir durumda yapmak istemektedir. Hükümet siyaseten böyle büyük bir büyümeyi gerçekleştirmeyi riske atmak istememektedir. Pandemiye rağmen dünyanın en büyük ekonomilerini geride bırakarak (büyük ekonomilerin büyük oranlarda büyümeleri küçüklere göre zordur, dolayısı ile onları büyüm oranı olarak geçmek normaldir) en hızlı büyüyen birkaç ülkeden biri olmak siyaseten hele hele seçimlerin yaklaştığı bir dönemde feda edilecek bir imkân değildir. Bunu hükümet iktisaden de yapmak istememektedir. Çünkü pandemi nedeni ile tedarik zincirindeki kesintiler, ülkelerin özellikle bizim dış ticaretimizde önemli rol oynayan AB ülkelerinin tedarikçi olarak Çin gibi tek kaynağa ve kendisinden çok uzaktaki diğer Doğu Asya ülkelerine bağlı olmalarının riskini ve maliyetini ortaya çıkarmış ve kendilerine yakın bölgelerde yeni tedarikçiler aramaya yöneltmiştir. Türkiye’de bu fırsatı iyi değerlendirmiş ve bu ihtiyaca cevap vererek ihracatını özellikle sanayi ve tarım ürünleri bakımından artırmayı başarmıştır. (2021 de Türkiye’de Sanayi sektöründe baz etkisi ile de olsa %14.3, Hizmetlerde %8.9, Tarımda ise %2.9 artış olmuştur). 

Ancak toplam talep çok fazla olduğundan imalat sanayinde üretici bunu şimdilik mevcut personele fazla mesai vererek kapasite artırımı yapmadan mevcut kapasite kullanımını artırmak yolu ile yapmayı tercih etmiştir.(Prf Selva Demiralp) 

İlave kapasite için ise yüksek faizler ile yatırım yapmak istememekte ve bu durumun devam edip etmeyeceği hususunda da tam bir öngörüye sahip olamamaktadır. Hükümet için ise bu fırsatı iyi değerlendirip yatırımlar ile kapasite artırımını sağlayarak bu ihracat artışının devamını gerçekleştirmek bir şans olarak gözükmekte ve bu nedenle faizleri düşürerek yatırımları artırmayı, rekabetçi kur ile ihracatı artırmayı, kapasite artışı ile istihdam artışını gerçekleştirmeyi hedeflemektedir. Bunun diğer bir nedeni ise AB ülkelerinin Çin yerine başka tedarikçileri devreye sokmak için büyük miktarlarda anlaşma yapmak istemeleridir. Oysa Türkiye’deki fabrika ve tesislerin kapasitesi sınırlıdır. Bu nedenle ilave yatırım yapmak ve kapasiteyi artırmak bu imkândan yararlanmak için şart olmaktadır. 

Bunlar açıkça söylenmese de bizde uyandırdığı intiba bu olup, bu gerekçede anormal gözükmemektedir. Diğer taraftan muhalefetinde baskısı ile, her ne kadar bütçe açığının bu yıl geçen seneye göre düşük olacağı planlansa da (Bütçe açığının Gsyıh’ya oranı 2020 de %3.4 iken ,Eylül ayında Hazine Bakanlığı 2021 de bu oranı hedef olarak %4.5 dan 3.5’a düşürmüştür.  ) fakat içinde bulunulan enerji krizi ve artan fiyatlar karşısında hükümet faturalarda bazı vergi indirimleri yapmakta, asgari ücret ve emekli maaşı ayarlamaları yapmayı planlamaktadır. Bunlar kamu maliyesi üzerinde ve bütçe üzerinde ilave yük olup, içerde halkın satın alma gücüne katkı sağlayarak talebi artıracak unsurlar olmaktadır. Hele hele 2023 seçimleri öne alınırsa, seçim harcamaları ile enflasyonist süreç daha da ağırlaşabilecektir. İşte böyle bir durumda büyümeyi ve ihracat artışını öncelemek niyet ve prensip olarak iyi olmakla beraber, sonuçları itibari ile önümüzdeki günlerde hem enflasyonu düşürmenin bedelini artıracak hem de büyümeyi ters yönde etkileyerek durgunluk içinde enflasyon riskini artıracaktır. Hızlı büyüme iyi olmakla beraber iyi ayarlanamaz ise durgunluk ve resesyona neden olabilir. Bu geçtiğimiz yıllarda ABD de görülmüş olup, Çin sürdürülebilir bir büyüme için ortalama %10 büyümeden vaz geçerek soft landing ile büyümesini %7.6 ya düşürmeyi planlamıştır. Soğuk ekonomi halkı dondurduğu gibi aşırı sıcak ekonomide yakmaktadır. Bunun mutedil ve sürdürülebilir olması gerekmektedir. 

Bu nedenle içinde bulunduğumuz günlerde %20’lere yaklaşan enflasyonun (Gelişme Yolundaki Ülkeler ortalaması %7.5 dur)daha fazla artmasına izin vermeden makul bir düzeye düşürmek, ileride bunun düşürmek için daha fazla maliyete katlanmamak için öncelikli bir husus olmaktadır 

SONUÇ; 

1951-2020 arasındaki 70yıl; 10 yıllık hareketli ortalamalara göre ve 20 yıllık 30 yıllık dönemler itibari ile incelendiğinde Türkiye’de enflasyon %7’nin altına düşmemiştir. Zaman aralıklarını azalttığımızda da ise 5 in altına indiği yıllar üst bölümlerde de açıklandığı üzere sadece 3 defa gerçekleşmiş, bunun 2’si ise 1960’lı yıllarda gerçekleşmiştir. 1960-69 dönemi ortalaması ise %4.8 olmuştur. 

10 yıllık hareketli ortalamalarda ise enflasyonun en düşük olduğu süreçler 1951-60(%10), 1960-69(%4.8),1963-72(%10) ve 2002-2011(%10)dönemleri olmuştur. 

1960-69 planlı ekonomi dönemi bir kenara bırakılarak, tarihsel süreç ve günümüzün imkân ve şartları dikkate alındığında, bu günkü liberal ekonomi politikaları ile siyaseten enflasyonu indirebileceğimiz nokta %8-10 bandı, büyük bedel ödeme ve halkın belli bir süre büyük sıkıntı çekme pahasına ekonomik olarak indirilebileceği nokta ise %6’lar seviyesi olarak gözükmektedir.  Teorik olarak bunun altına da indirmek mümkün olmakla beraber bunun bedeli hem uygulayanlar hem de bu uygulamaya muhatap olanlar bakımından çok daha ağır olacaktır. Bu nedenle de siyaseten bunu yapmak mümkün görülmemektedir. Hatta bazen yapılmak istense bile bazı yapısal sorunları değiştirme çok uzun zaman alabilecektir. Ayrıca gelecek ile ilgili birçok belirsizlik ve risk mevcuttur. Her 10 yılda bir değişen yeni nesillerin harcama alışkanlığı ve üretim potansiyeli bugünden bilinmemektedir. Bu yüzden enflasyonu içinden çıkılmaz bir hale getirmemek için makul bir düzeye indirmek ve bunu hallettikten sonra rasyonel, piyasa ile çatışmayan, ekonominin tüm kesimleri için adil bir denge sağlayan, popülizmden uzak, istikrarlı bir siyaset ve ekonomi politikası mevcut tüm kaynaklarımızı seferber ederek sürdürülebilir bir büyüme patikası ve adil bir gelir dağılımını oluşturmak daha akılcı olacaktır. 

ANCAAAK, BU SÖYLEDİKLERİMİ ÜÇ AŞAĞI BEŞ YUKARI HERKES BİLEBİLİR VE SÖYLEYEBİLİR. SÖYLEMEK KOLAYDIR, ANCAK YAPABİLMEK, İŞTE O ÇOKDA KOLAY BİR HUSUS DEĞİLDİR. ÇÜNKÜ EKONOMİ POLİTİKASI TERCİHLER ÜZERİNE OLUŞTURULUR, HER TERCİH İSE TERCİH EDİLMEYENİN KAYBI ANLAMINDADIR.YANİ HER KARARIN VE TERCİHİN BİR MALİYETİ VARDIR.  

NOT; Bu yazı siyasi bir yazı değildir, herhangi bir tarafı yermek ya da desteklemeyi amaçlamamaktadır. Tarafsız olarak kendi görüş ve değerlendirmemize göre bir durum analizi mahiyetindedir. 

   12.22.2021 İstanbul