GİRİŞ: Günümüzde yaşanan küresel ekonomik kriz, esasında bir finansman krizi olarak ABD’de ortaya çıkmasına rağmen, geçen süre içinde reel sektörü de içine sürüklenmiş ve ekonomik kriz küresel boyutta kendini hissettirmeye başlamıştır. Dünyada hüküm süren

GİRİŞ:

Günümüzde yaşanan küresel ekonomik kriz, esasında bir finansman krizi olarak ABD’de ortaya çıkmasına rağmen, geçen süre içinde reel sektörü de içine sürüklenmiş ve ekonomik kriz küresel boyutta kendini hissettirmeye başlamıştır.

Dünyada hüküm süren ekonomik kriz pek çok ülke gibi Türkiye’yi de etkisi altına almış, ülkemizin finansal ve bankacılık sektörü krizden fazla etkilenmemesine rağmen, dünyanın küçülen ekonomileri Türkiye’nin ihracatında daralmaya, buna bağlı olarak ithalatında gerilemeye neden olmuş ekonomide üretim miktarı azalmış ve krizden etkilenen iç piyasalardaki talep ve üretim daralmasının da etkisiyle başta Kobi’ler olmak üzere reel sektör içinde yer alan pek çok firma güç durumda kalmış, azalan üretim nedeniyle, artan nüfusa yeni iş imkanlarının sağlanması bir yana, halen çalışan işgücünden işten çıkarmalar başlamış ve ülkemizde yüksek işsizlik oranlarına gelinmiştir. Diğer taraftan azalan güven ortamı nedeniyle, ülkeler arası sermaye hareketlerindeki durgunluk, ülkemize giren dış kredi ve yabancı sermaye miktarında düşüşler şeklinde kendini göstermeye başlamış, özel ticari bankaların iç piyasaya kredi açma iştahları azalmış, bankalar kaynaklarını çok daha güvenli gördükleri devlet tahvilleri ve hazine bonolarının finansmanında kullanmaya, reel sektöre karşı daha seçici davranmaya başlamışlar ve reel sektör çok zor koşullarda kredi bulabilir veya hiç kredi bulamaz duruma  düşmüştür. Diğer yandan Merkez Bankası’nca gösterge faiz oranlarının düşürülmesine rağmen, ülkemiz özel ticari bankaları piyasa ortamını riskli olarak gördüklerinden, kredi faiz oranlarında Merkez Bankası’na paralel bir düşüşü sağlamamışlardır.  Bu durum zaten talep yetersizliği içinde bulunan, satışlarında düşüşler yaşayan reel sektördeki pek çok şirketi yükümlülüklerini yerine getirememe ile karşı karşıya bırakarak çok zor koşullar altına sokmuş ve birçok işyeri kapısına kilit vurma durumunda kalmıştır.

Bugün başta Hükümet olmak üzere birçok kurum, ekonomik krizin etkisini azaltmak ve tekrar ekonomik büyümeye geçebilmek açısından, dış piyasalarda tek başına etkinlik sağlanamayacağı ve milli gelirin yaklaşık %70’inin iç tüketime gitmesi nedeniyle, ancak iç piyasaları canlandırıcı, istihdam problemini hafifletici pek çok ekonomik paketi ortaya koymakta ve uygulamaya geçirmektedir. 

Kriz ortamlarının en belirgin unsurları; ekonomide güvenin kaybolması ve talepteki daralmaya bağlı olarak tüketim harcamalarının azalması, yatırımlardan vazgeçilmesi veya ertelenmesi, üretimin düşmesi, iflaslar ve kapanan işyerleri sayılarının çoğalması, işsizliğin artması, piyasada nakit/kredi akışının kesilmesi, varlıkların erimesi ve refahın azalması, ülke ekonomisinin durgunluğa girmesi veya küçülmesi şeklinde kendini göstermektedir. Günümüzde yaşanan küresel ekonomik kriz, 1929 yılında patlayan ve tüm dünyayı kavuran büyük ekonomik buhran ile kıyaslanabilmektedir.

Küresel ekonomik krizin etkileri ülkemizde başta yat imalat sektöründe olmak üzere tüm deniz sektöründe görülmekte, gemi inşa sektöründe büyük bir gerileme yaşanmaktadır. Marinalar karşı karşıya kaldıkları konjonktürel talep fazlalığı nedeniyle kısa dönem için krizin etkilerini hissetmeseler de, kriz dönemi devam ettikçe ekonomik krizin marinalar üzerindeki baskısının artması kaçınılmazdır. Bu sektördeki kriz etkilerinin ortaya konulabilmesi; tüm dünyayı saran küresel krizin ortaya çıkış nedenlerinin, krizin etkileri ile bu sektördeki talep özelliklerinin ve sektör yapısının irdelenmesini gerektirmektedir.  

ÜLKEMİZDE 2008 ÖNCESİ EKONOMİK KRİZLERİ:

Çöken Osmanlı İmparatorluğu’ndan sonra kurulan ve yükümlülükler dışında hiçbir ekonomik birikimi devir alamayan genç Türkiye Cumhuriyeti, ekonomik faaliyetler için uzun süre devletin etkinliği ve düzenlemelerinin yer aldığı karma ekonomik düzenini uygulamak durumunda  kalmış, yeterli sermaye birikimi olmayan özel sektörün üretemediği birçok mal ve hizmet üretimi ancak sermayesi kamuya ait iktisadi devlet kuruluşlarınca yerine getirilebilmiştir.

1929 yılındaki büyük ekonomik buhran ve arkasından gelen 2. Dünya Savaşı etkilerine rağmen o dönemde kıt kaynaklarla pek çok kamu iktisadi kurumu faaliyete sokulmuş, önemli ekonomik atılım ve büyümeler sağlanabilmiştir. 1950 yılından itibaren Türkiye liberal ekonomik politikalara yönelmeye başlamış ve 1980’li yıllara gelindiğinde ekonomide liberalizm dönemine girilmiş, devlet mal ve hizmet üretiminden yavaş yavaş çekilmeye başlayarak salt düzenleyici konuma yönelmiş, Türk Parasını Koruma Kanununda yapılan değişiklikle kişi ve kurumların döviz bulundurma yasağı aşılmış, özelleştirme çalışmalarının alt yapısı kurulmaya başlanmıştır. Nihayet 1989 yılında 32 nolu kararname ile sermaye hareketlerinin önündeki tüm engeller kaldırılarak ülkeye sermaye giriş ve çıkışları serbest hale getirilmiş, bu şekilde ekonomide tam liberasyon rejimine geçilmiştir. Ancak sermaye hareketlerinin, özellikle sıcak para olarak nitelenen spekülatif sermayenin yaratacağı şokları azaltacak ekonomik tedbir ve düzenlemelerin eksikliği yanı sıra yüksek borç seviyesi ve siyasi istikrarsızlık, Türk ekonomisinin sık sık krize girmesine yol açmıştır [1]. Bu krizler içinde 1994 yılı, 2000 yılı ve 2001 yılı mali krizleri ve peşi sıra gelen reel ekonomik krizleri ülke ekonomisini derinden sarsmıştır.        

Ülkemizin içine düştüğü bu krizlerin benzerleri gelişmekte olan ve liberal ekonomik politikaları sürdüren ülkelerde de yaşanmıştır. 1990 yılından sonra özellikle kısa vadeli yabancı fon şeklindeki sermaye giriş ve çıkışlarından kaynaklanan 1994-1995 yıllarındaki Meksika krizi, 1997 yılındaki Güneydoğu Asya krizi, 1998 yılındaki Rusya krizi ve 1999 yılındaki Arjantin krizi sıralanabilir. Gelişmekte olan ülkelerde çıkan mali krizlerle, bu ülkelerde sürdürülen mali liberasyon politikaları arasında yakın bir ilişkinin varlığı belirtilmektedir [2]. Dünyadaki mali liberasyon düzeninde, sermaye hareketlerini oluşturan fonlar hiçbir sınırlama olmadan girdikleri ülkeden her an çıkmaya hazır durumdadır. Ekonomik ve siyasi gelişmelerdeki olumsuzluklar, beklentilerdeki gerilemeler, ülkeye girmiş olan fonların kitle olarak aniden ülkeden çıkmasına neden olabilir. Yaşanmış olan krizlerden; böyle ani döviz çıkışlarının yaratacağı bir mali şok karşısında ülkenin şoku atlatacak yeterli döviz rezervi yoksa veya genellikle başvurulan IMF’nin kaynakları yetmezse, döviz krizi ile başlayan bir mali krizin çıkmasının ve arkasından krizin reel sektöre de sıçramasının kaçınılmaz olduğu görülmüştür.

1994, 2000 ve 2001 yıllarında Türkiye’yi derinden sarsan mali krizleri hazırlayan nedenler genellikle siyasi istikrarsızlık, büyük kamu borçları ve bütçe açıkları, ödemeler dengesindeki sıkıntılar, artan nüfusa uygun olarak ülkenin yeterli ekonomik büyümeyi sağlayamaması, ülkeye doğrudan yatırım sermayesi yerine daha çok spekülatif fonların girmesi, vb. olarak sıralanabilir. Diğer yandan bu dönemlerde yaşanan ve kronik hale gelmiş olan yüksek enflasyon, ekonomik gelişmenin önündeki büyük engellerden birisi olarak kabul edilmiştir. Anılan krizlerin nedenleri ne olursa olsun bu krizlerin ortaya çıkmasından önce yüksek faiz-düşük sabit kur rejimi ile uluslar arası sermayenin ülkeye girişi teşvik edilmiş, bu sayede aşırı borçlanma ile ağırlıklı olarak serbestçe hareket edebilen kısa vadeli yabancı fonların girişleri gerçekleşmiştir. Ülkeye giriş yapan bu yabancı fonların etkisiyle kısa dönem için ülkenin döviz ve bütçe açıkları kapatılabilmiş ve makro ekonomik göstergelerde geçici olarak bir rahatlık sağlanabilme olanağı elde edilmiştir.

Ancak düşük kur rejimi, geçen süre içinde, TL’nin aşırı değerlenmesine yol açtığından, değerlenen TL ihracat faaliyetlerine olumsuz etki yapmış ve ihracat gelirleri düşmüş, buna karşı ithal mallarının ucuz hale gelmesi karşısında iç piyasada bu mallara yönelik aşırı talep oluşmuş, bu durum ülkenin döviz açığının büyümesine neden olmuştur. Aşırı değerlenen TL’nin oluşturduğu devalüasyon beklentisi giderek artığından, ülkeye giren yabancı fonlar belli bir noktadan sonra tekrar dövize dönerek ülkeden çıkmaya başlamışlardır. Bu çıkış hareketi dövize olan talebi iyice artırmış ve devalüasyon beklentisinin iç piyasayı da sarmasıyla bankalar ve halk döviz alımına yönelmiştir. Döviz çılgınlığı olarak tarif edilen bu aşırı döviz talebi karşısında  makro ekonomik dengelerin korunabilmesi ve kurun sabit tutulabilmesi adına,  Merkez Bankası rezervleri döviz satışına yöneltilmiş ve bu kaynakların erimesi ile  karşı karşıya kalınmış, bu arada ülke dışına çıkmakta olan dövize karşı doğal  tepki sonucu faizler yükselmiş, döviz pozisyonlarının kapatılması için ortaya çıkan nakit ihtiyacı, faizlerin daha da yükselmesine yol açmıştır. Tüm  bu gelişmeler ülkenin bir mali kriz içine düşmesine, yükümlülüklerini yerine getiremeyen bankaların batmasına, zaten ihracat azalması ve güvensizlik nedeniyle iç piyasalardaki talep daralması ile zor duruma düşen reel sektörün krediye erişim olanaklarının ortadan kalkmasına, bu sektörün daha da zor durumda kalmasına neden olmuş ve ekonomide işçi çıkarmalar ile şirket batışları yaşanmaya başlanmıştır. Ülkemizde yaşanmış olan bu krizlerin her biri kendine özgü yapısal reformlar dahil pek çok tedbirin alınmasını gerekli kılmış ve IMF’nin kemer sıkma politikalarıyla temin edilebilen kaynaklar ile krizden çıkılmaya çalışılmıştır. Bu dönemlerde yapılan devalüasyonlar sayesinde Türkiye’nin ihracat faaliyetlerinde büyük gelişmelerin sağlanması ve özellikle diğer ülkelerin Türkiye’ye karşı mal ve hizmet taleplerinde daralma olmaması ülkemizin ekonomik krizden çıkışını kolaylaştırmıştır.

2008 YILI EKONOMİK KRİZİ:

1929 yılındaki büyük ekonomik buhrandan sonra dünyada ortaya çıkan mali/ekonomik krizler daha çok ulusal yada bölgesel düzeyde kalmasına rağmen 2008 yılında patlayan mali kriz tüm dünyaya yayılarak küresel boyuta yükselmiştir. Nitekim 1994, 2000 ve 2001 yıllarında ülkemizde çıkan krizler Türkiye’nin kendi krizleri olmasına rağmen, 2008 yılında ABD’den yayılan mali kriz, kısa sürede dünyanın diğer ekonomilerine de sıçramış olup, Türkiye de bu krizden etkilenerek kriz ortamına girmiştir.

20. yüzyılın sonlarında bilgisayar ve internet teknolojilerindeki ilerlemeler, bu teknolojilerin ekonomiler üzerinde yarattığı yenilikler nedeniyle, ABD’de teknoloji firmalarına karşı aşırı talep oluşmuş, ülkede artan enflasyonist baskılara karşı ABD Merkez Bankası görevini gören FED faiz artırımına gitmiştir. Ancak ABD ekonomisindeki dalgalanmalar, 11 Eylül 2001 terör saldırısı ile daha da artmış, bu durum piyasalarda tedirginlik yaratmıştır. Ayrıca ABD’nin en büyük firmalarından enerji devi Enron’un, denetim firmalarına rağmen, bilançolarında gösterdiği karın aslında zarar olduğunun anlaşılması ve 2001 yılı sonunda bu firmanın iflası ile bir çok yatırımcının büyük zararlarla karşılaşması, ABD piyasalarındaki tedirginliği iyice arttırmıştır. Bunun üzerine sarsılan piyasaları tekrar canlandırmak için FED, %6,5 seviyesine kadar çıkarttığı faiz oranını düşürmeye başlamış [3] ve piyasaların nakit bolluğuna kavuşması hedeflenmiştir.

Diğer yandan, hızla gelişmekte olan Çin ve Hindistan gibi ülkelerin enerji kaynaklarına karşı yaratmış olduğu aşırı talep, özellikle petrol fiyatlarının aşırı yükselmesine yol açmış ve varil başına 70-80 ABD Doları olan petrol fiyatı 2008 yılında 140 ABD Dolarına kadar yükselmiştir. Enerji fiyatlarındaki bu aşırı yükselme ve enerji tüketiminin büyümesi ile petrol gelirlerindeki büyük artış, Çin ve Hindistan gibi ülkelerdeki büyük ekonomik atılımlar, ayrıca biriken emekli ve sigorta fonları gibi kaynakların büyük miktarlara ulaşması ve bu kaynakların yatırımlara yönelmeleri gibi nedenler dünyada nakit bolluğu yaratmış  ve böylece yatırıma dönüşmeyi bekleyen büyük bir nakit potansiyeli ortaya çıkmıştır. Dünyadaki bu nakit bolluğu piyasalara ve yatırım alanlarına girdikçe dünyada refah seviyesinde yükselme ve varlık değerlerinde şişmeler oluşmaya başlamıştır.  

Gerek 11 Eylül terör olayı gerekse Enron firmasının iflası ile piyasalara güvensizliğin hakim olması, bu arada faizlerin düşmesi ve nakit bolluğu, ABD’de yatırımcıları daha güvenli gördükleri emlak piyasasına yönlendirmiş ve böylece emlak piyasası yükselmeye başlamıştır.  Diğer yandan mortgage kredi sistemi ile ABD’de halkın emlak satın alması teşvik edilmiş, özellikle faizlerin düşük olması nedeniyle bankalardaki kredi verme yarışında gevşek mali politikaların uygulanması neticesinde emlak sektörüne karşı oluşan aşırı talep bu sektördeki varlık değerlerinin iyice şişmesine yol açmıştır. Bu süreçte konut kredileri, riski az ve güvenirli diğer krediler ya da menkul kıymetlerle bir paket yapılıp, “Teminatlandırılmış Borç Yükümlülükleri” olarak adlandırılan menkul kıymetlere dönüştürülmüş, bu menkul kıymetler ya da kağıtlar ABD’de ve dünyada pek çok finans kurumunca satın alınmış ve sigorta şirketlerinin de kapsamına girmiştir.

Mortgage kredilerindeki risk, esasta kredi faiz oranlarının değişken olmasından ve kredi ile satın alınan taşınmazın kendisinin teminat teşkil etmesinden kaynaklanmıştır. Amerikan piyasalarındaki nakit bolluğunun yarattığı enflasyonist  baskıların giderilmesi ve bütçe ile ödemeler dengesindeki açıkların azaltılması için FED 2004 yılından itibaren kademeli faiz artırımına geçmiş, bu durum 2006 yılından sonra emlak piyasasında kredi maliyetlerinin satın alınan taşınmazın bedelinin üstüne çıkmasına, pek çok mortgage kredisi kullanan yatırımcının krediyi ödemekten yani taşınmazdan vazgeçmesine sebep olmuştur. Bu koşullar emlak piyasasındaki güvenin azalmasına ve bu piyasadaki varlıkların değerlerinin düşmesine yol açmış ve bankaların envanterlerinde, verdiği krediyi karşılayamayan düşük değerli geri dönmüş emlak stoklarının artmasına neden olmuştur [3].  Emlak piyasasının içine düştüğü durum nedeniyle bu piyasadan kaçışın hızlanması, menkul varlık kıymetlerin hızla düşmesi, bu varlıkları bilançolarında barındıran banka ve finans kurumlarının 2008 yılında büyük zararlar ile karşılaşmalarına ve bu kurumların bir kısmının iflasına yol açmış, hatta bu sürece toksit varlık diye nitelenen bu menkul varlıkları sigorta eden büyük sigorta şirketleri de  katılmıştır. Bu şekilde başlayan kriz ortamında bankaların birbirlerine ve piyasaya kredi açmalarına son vermeleri neticesinde ABD ekonomisi kilitlenmiş, güvenin ortadan kalması ile tüketim harcamaları daralmış,  kriz genişleyerek başta otomobil üreticileri olmak üzere reel sektöre de sıçramıştır.

ABD ekonomisi bugün dünyanın en büyük tüketim ekonomisi durumunda olup, pek çok ülke ABD’ye ihraç ürünü satmaktadır. Yukarıda bahsedilen emlak piyasası ile ilgili toksit varlıkları satın almaları ve içine düşülen ekonomik krizin oluşturduğu talep daralması ile ABD’ye ihraç imkanlarının azalması gibi nedenler, dünyanın pek çok ekonomisinin ABD kaynaklı krizden etkilenmesine ve kriz ortamına sürüklenmesine yol açmıştır. Bunun sonucunda dünya genelinde üretim daralmış, emtia fiyatları düşmüş, işsizlik artmış, varlıklar erimiş ve ülkelerin milli gelirleri azalarak resesyona yani ekonomik gerileme sürecine girilmiştir. Temmuz 2007 de 140 ABD Doları seviyesinde olan petrol fiyatlarının kriz döneminde 40 ABD Doları seviyesine kadar çekilmesi, dünya ölçeğinde üretimin ne denli düştüğünü göstermektedir. ABD kaynaklı mali kriz olarak başlayan ve reel sektörü de etkileyerek dünya ölçeğinde ekonomik kriz niteliği alan kriz ortamı karşısında başta ABD ve İngiltere olmak üzere dünyanın pek çok ülkesinde krize karşı tedbirler alınmaya başlanmıştır. İç piyasaları canlandırmaya ve batma ile karşı karşıya kalan firmaları kurtarmaya yönelik olan bu tedbirler arasında,  piyasalara yeniden nakit enjekte edilmesi, faiz oranlarının büyük oranlarda düşürülmesi, piyasalara yeniden güvenin tesisi için zor durumda olan firmaların hisse senetlerinin satın alınması da dahil sermaye yapılarının kuvvetlendirilmesi operasyonlarını içeren ve triyon dolara yakın bedellerle ifade edilen bir çok tedbir paketi yer almıştır.

Son zamanlarda bazı makro ekonomik göstergelerin olumlu sinyal vermeleri karşısında, alınan tedbirlerle piyasa ekonomilerdeki serbest düşüşün sona erdiğini, ekonomik krizin dibine ulaşıldığını ve ekonomilerin toparlanma sürecine geçtiklerini ifade eden yorumlar yanı sıra, krizin dibine henüz gelinmediğini, iyileşmenin geçici olduğunu, yönetimlerin çok dikkatli olmaları gerektiğini belirten yorumlar da yapılmaktadır. Bununla beraber, ABD kaynaklı mali krizin çıkmasına neden olan toksit kağıtlar için henüz kesin bir çözümün ve eylemin ortaya konamaması, kriz öncesi zaten nakit bolluğu içinde bulunan ekonomilere kriz ortamında aşırı nakit enjekte edilmesi ve yakın gelecekte bu aşırı nakit fazlalığının enflasyonist baskıları artırma eğilimlerini büyütmesi, dünya ekonomileri için henüz risklerin bitmediğini göstermektedir.  

2000-2001 ekonomik kriz dönemlerinde ülkemizin bankacılık ve finans sektöründe yapılmış olan düzenlemeler, yetersiz kurumları ayıklama işlemleri, yapısal reformlar neticesinde kurumların sermaye yapılarındaki düzenlemeler ve sıkı denetimler, bu sektörde sağlam bir yapıyı oluşturmuştur. Ayrıca dünyada büyük sarsıntılar yaratan ABD kaynaklı emlak sektörüyle ilgili toksit varlıklar ülkemizin finans sektöründe yer almamıştır. Bu nedenlerle ABD’den başlayan ve tüm dünyayı etkisi altına alan mali krizden Türkiye’nin bankacılık ve finans sektörü çok az etkilenmiştir. Nitekim Türk bankalarının 2009 yılının ilk çeyreği için bilançolarında büyük karları açıklamaları, ayrıca bazı Türk bankalarının uluslar arası finans kurumlarından zorlanmadan sendikasyon kredilerini temin edebilmeleri, ülkemizin bankacılık sektörünün sağlamlığını teyit etmektedir. Ancak çıkan küresel kriz Türk bankacılık sektöründe de tedirginlik yarattığından, bu bankaların piyasaya kredi açma iştahları azalmış,  bankalar daha seçici olmuşlar, Merkez Bankasınca düşürülen gösterge faiz oranlarına paralel kredi faiz indirimleri,  risk algılamaları nedeniyle,  gerçekleşmemiştir.

Diğer yandan içinde bulunduğumuz dönemde Türk Bankalarının kaynaklarını, artan bütçe açıklarının finansmanı için Hazine tarafından yapılan iç borçlanmaya yöneltmeleri, reel sektöre gidecek kaynağın miktarını da azaltmıştır. Bunların yanı sıra, küresel ekonomik krizin dünyada talep küçülmesini yaratması neticesinde ülkemizin ihracat olanakları daralmış ve tüm bu olumsuz koşullar ihraç yapan reel sektörü sıkıntı içine sokmuştur.  Ayrıca küresel krizin yarattığı riskli ve güvensiz ortam iç talepte de büyük daralmaya neden olduğundan, reel sektör iyice zor duruma girmiş, işçi çıkarmalar ve şirket kapanmaları artmıştır. Tüm bu gelişmelerin neticesinde Türk sanayisi kapasite kullanım oranı Mart 2009 ayında %64 seviyelerine gerilemiş, işsizlik oranı ise Şubat 2009 ayında %16’lara kadar yükselmiştir.                

Aynı şekilde TÜİK verilerine göre dış ticarette görülen sert düşüşler Mart 2009 ayında da sürmüş ve ihracatta %28, ithalatta %37’ye ulaşan düşüşler yaşanmıştır. Özellikle üretime yönelik hammadde ithalatındaki %44’lük daralma, üretimin krizden ne derecede etkilendiğini açık olarak göstermektedir.

Ekonomik gerileme dönemine girilmesiyle, şirketlerin piyasa değerlerinde düşmeler, bilançolarında zararlar oluşmaya başlamıştır. Şirketlerin piyasa değerleri, sermaye piyasalarında yani menkul kıymetler borsalarında sayısallaşmaktadır. Bu bakımdan yurt dışı ve yurt içi menkul kıymet borsalarındaki düşüşler, genel olarak borsalara kayıtlı şirketlerin değerlerinin düştüğünü yani varlıkların eridiğini ortaya koyan en iyi göstergelerdendir. Kriz öncesine göre ABD Nasdaq ve Dow Jones  endekslerinde %50, Türkiye İMKB 100 endeksinde ise %60’a varan oranlarda düşüşler yaşanmıştır. Her ne kadar Nisan ve Mayıs aylarında piyasalarda ve bazı makro ekonomik göstergelerde toparlanmalar görülse de yapılan yorumlar ve analizlerde bu toparlanmaların kalıcı olduğuna ve krizden çıkılmaya başlandığına dair tam bir fikir birliği oluşmamıştır.

2008 YILI EKONOMİK KRİZİN YAT SEKTÖRÜNE POTANSİYEL ETKİSİ:

Ekonomik krizin marina sektörüne olan etkisini ortaya koyabilmek için önce bu sektöre müşteri olan yatlara karşı talebin kriz ortamındaki durumunu irdelemek, bunun içinde yat sektöründe talep esnekliği ve tüketici davranışları olgusuna kısaca bakmak gerekir.

Son yıllarda yatlara, özelikle mega yatlara karşı büyük talep artışı yaşanmış ve her yıl dünya yat filosuna giderek artan sayıda katılımlar meydana gelmiştir. Bu sürecin gerisindeki en büyük etken, 2000’li yıllardan sonra kendini iyice hissettirmeye başlamış olan belli gruplardaki refah artışı ve varlıklardaki, servetlerdeki büyümedir. Yapılan analizler, yakın gelecekte her yıl yaklaşık 24 Mt. ve büyük boydaki 800 adet yatın dünya yat filosuna katılabileceğini göstermiştir  [4].  

Bilindiği gibi talep miktarını tanımlayan talep fonksiyonu malın fiyatı, rakip malların fiyatı, tamamlayıcı malların fiyatı, tüketici tercihi, tüketici geliri, nüfuz büyüklüğü, gelir dağılımı, fiyatlarla ilgili beklentiler vb. gibi pek çok argümana bağlıdır. Genelde seçilen bir argümanın dışında kalan argümanların sabit tutulması varsayımı altında, seçilen argümanın değişimine göre talep fonksiyonunun davranışı tespit edilmektedir. Yapılan analizler, tüketilmesi zorunlu olan mal ve hizmetlerdeki talebin küçük dalgalanmalarla devam ettiğini, yani talep esnekliğinin düşük olduğunu, buna karşın tüketilmesinde yaşamsal zorunluluk bulunmayan lüks ve kültürel mal ve hizmetlerde ise talep esnekliğinin çok yüksek olduğunu göstermektedir [5]. 

Tüketici davranışları açısından, kriz dönemlerinde talep esnekliği yüksek olan yani tüketilmesinde zorunluluk bulunmayan lüks ve kültüre dönük mal ve hizmetlerden vazgeçmek veya talebi düşürmek son derece kolaydır. Diğer taraftan Engel paradoksuna göre tüketici gelirleri artıkça, toplam harcamalar içinde hayati önemi olan besin mallarına yapılan harcamaların payı azalmakta, buna karşı kültür, eğlence, sağlık, seyahat gibi harcamaların payı artmaktadır.

Ülkemizde yat imalat sektörü, dünyada artan talep doğrultusunda son yıllarda artan ivme ile ileriye doğru atılım yapmış ve Türkiye yat imalatında dünyada önde gelen ülkeler arasında yer almıştır [6]. Yat turizminde kullanılan ticari yatlar dışında kalan özel yatlar yatçılar için sahip olunmasında yaşamsal zorunluluk bulunmayan lüks mallar niteliğinde olup, bu yatlar için yapılan harcamalar lüks ve eğlence harcamaları içinde yer almakta ve yatlar talep esnekliği yüksek mallar grubu içine girmektedir. Özelikle varlıkların eridiği, gelirlerin azaldığı kriz dönemlerinde talep esnekliği fazla olan mal ve hizmetlere karşı talepte büyük düşüşlerin yaşanması kaçınılmaz olup, bu tür malların içine giren yatlarda da talep daralması söz konusudur. Bu durumun tersine, zenginlik ve refahın arttığı, varlık değerlerinin yükseldiği dönemlerde ise, talep esnekliği yüksek olan bu nitelikteki mallara karşı talepte büyük artışlar beklenmektedir.  

1929 yılında yaşanan ve tüm dünyayı etkileyen büyük ekonomik buhrandan sonra, dünya ekonomilerinde görülen krizler genelde ulusal yada bölgesel düzeyde kalmış ve bu bakımdan yat imalat talebindeki eğilimi anormal ölçekte bozacak talep daralmaları yaşanmamıştır. Hatta 11 Eylül 2001 terör saldırısı bile yat siparişlerindeki iştahı büyük ölçüde etkilememiştir [7]. Ancak içinde bulunduğumuz ekonomik krizin boyutunun dünya ölçeğinde olması, hatta bu krizin 1929 Büyük Ekonomik Buhran ile mukayese edilmesi, krizin ne denli kuvvetli olduğunu göstermektedir. Bu bakımdan, daha önceki krizlerden az etkilenen yat siparişlerindeki eğilimin; varlıkların neredeyse yarı yarıya eridiği ve büyük tedirginliğin hakim olduğu içinde bulunduğumuz ekonomik kriz ortamından büyük ölçüde etkileneceği ve siparişlerde büyük daralmaların gerçekleşebileceği bir sürece girilmiştir.      

Diğer taraftan yat sahibi olan kişi ve kurumların ekonomik kriz döneminde karşı karşıya kaldıkları nakit akımı sıkıntısını aşma adına elden çıkartarak paraya çevirmeye razı olabilecekleri varlıkların başında yatları gelmektedir. Bu bakımdan krizden etkilenen ülkemizin bir çok sanayici ve iş adamının ilk çare olarak ellerindeki yat ve teknelerini satışa çıkartmaları fiyatları yarı yarıya düşürdüğü gibi, bu sektördeki yat siparişlerinin de durma noktasına gelmesi, yat üreticilerini zora sokmuş ve sektörde işçi çıkarmalar başlamıştır [8].

2008 YILI EKONOMİK KRİZİN MARİNA SEKTÖRÜNE OLASI ETKİSİ:

Dünyada artan yat miktarı bir tarafa, ülkemizin de içinde yer aldığı Akdeniz Çanağına karşı yatçıların iştahı giderek artmakta ve Akdeniz Çanağı dünyanın yat filosunun yarısına ev sahipliği yapmaktadır [9]. Bölgeye karşı bu iştahın gerisinde, bölgede turizmin gelişmiş olması, iklim ve doğa güzellikleri ile kültürel birikim gibi nedenler yatmaktadır. Bu kadar büyük bir yat filosuna ev sahipliği yapmakta olan Akdeniz Çanağında yeterli bağlama yeri olmadığından turizminde öne çıkmış olan İspanya, Fransa, İtalya hatta Hırvatistan gibi ülkeler yatların yanaşıp barınabilecekleri yeni marina yatırımlarına yol vermişlerdir [10]. Bağlama yeri yetersizliğinin neden olduğu marinalara karşı talep patlaması, ülkemiz marinalarının da etkileyerek birçok marinanın kapasite üstü çalışma durumunda kalmasına neden olmuştur [4]. Günümüzde marinalar ile yatlar arasındaki arz talep makas aralığı büyük olsa da, içinde bulunduğumuz küresel boyuttaki ekonomik krizin, süreç içinde, marinalara olan talebe karşı az ya da çok etkide bulunması kaçınılmaz görülmektedir.

Ekonomik kriz nedeniyle varlıklardaki erime ve yat talep fonksiyonunun niteliği, yakın bir gelecek için yeni yat üretim miktarında daralmaları kaçınılmaz kılabilecektir.  Diğer yandan, ekonomik krizin turizm faaliyetlerine olası etkisi, bu sektörde yer alan yat işleticilerinin yeni yat imalatına dönük yatırımlarını askıya alarak erteleme ya da vazgeçme eğilimi içine girmelerine neden olacağından, bu durum yat imalat sektöründeki talebi daha da daraltabilecektir. Bu bakımdan önümüzdeki yakın gelecekte dünya yat filosuna yeni katılımlarda dramatik azalmalar sürpriz teşkil etmemelidir. Ayrıca yatlara yönelik yıllık bakım/onarım, kışlama ve işletme masraflarının yüksek bedellere ulaşması, küresel ekonomik kriz ortamında varlığı eriyen ve belki nakit sıkıntısı yaşayan yat sahibine büyük külfetler yüklemektedir. Orta büyüklükte bir yat için yalnız yıllık bakım/onarım masrafına yönelik ortalama 10.000 Avro gibi bedel, sıkıntının boyutunu ortaya koymaktadır. Mevcut yatların sahiplerinin nakit duruma geçme adına en kolay ellerindeki yatlardan vazgeçebilmeleri, bu yatların rayiç bedellerini aşağıya çekebileceği gibi, yatların masraflarının azaltılması yollarının da aranmasına yol açabilir ki, bu durum bir kısım yatları pahalı ve kaliteli hizmetler sunan marinalar yerine daha ucuz hizmetler sunmaya açık olan ve bir çok hizmeti vermekten uzak olan bağlama ya da çekek yerlerine yöneltebilir. Sonuç olarak kriz döneminde, yat imalatındaki olası talep daralması yanı sıra mevcut yatlar için masraflarına katlanmaktan kaçınmalar ve elden çıkartmalar, marinalara karşı yakın gelecekte bir talep daralması potansiyelini yaratmaktadır.

Ekonomik kriz ortamları belirsizlik ve güvensizliği de beraberinde getirdiğinden, ayrıca bu ortamların sanayi kullanım oranlarını da düşürerek atıl kapasiteleri ortaya çıkmasından, kriz dönemlerinde genelde yatırımların ertelenmesi ya da yatırımlardan vazgeçilmesi eğilimleri ağırlıklı olarak özel sektörde ön plana çıkmaktadır. Ekonomik krizin boyutları, günümüzün krizi gibi küresel ölçekte ise, yatırım erteleme veya vazgeçme eğilimleri daha da büyümektedir. Ancak ekonomik krizin ülke ekonomisinde yarattığı tahribatın ortadan kaldırılması, kriz nedeniyle ortaya çıkan büyük işsizlik probleminin azaltılması, piyasalara güven ve yeni iş imkanlarının sağlanması, iç piyasanın canlandırılması açılarından yatırımlar büyük önem arz eder. Bilindiği gibi 1929 Büyük Dünya Buhranından çıkış, ancak alt yapı yatırımlarına dönük kamu harcamalarına öncelik veren Keynesyen politikalarının uygulanması ile sağlanabilmiştir.

Yatırımların, ekonomiye olan katkısında, çarpan ya da çoğaltan etkisi mevcuttur. Diğer bir ifadeyle, yapılan yatırım harcamaları neticesinde yaratılan gelirlerin toplamı, yatırım için yapılan masrafların birkaç katına çıkmaktadır. Ayrıca yapılması zorunlu otonom yatırımları neticesinde artan tüketim harcamaları bazı yeni yatırımların da tetiklenmesine neden olmaktadır ki, buna da yatırımların hızlandıran etkisi denilmektedir [11]. Bu bakımdan işsizlik probleminin had safhaya ulaştığı, iç piyasada büyük talep daralmasının oluştuğu ekonomik kriz ortamlarında, istikrarlı bir plan dahilinde özellikle emek yoğun yatırımlara yönelik yatırım harcamaları büyük önem arz eder.

Marina yatırımlarının ağırlıklı olarak alt yapı niteliği taşımalarından dolayı, bölge ve ülke için ekonomik kalkınma açısından bu yatırımların rolü büyüktür. Bu bakımdan, ülkelerin küresel kriz ortamlarında, mevcut marina yatırımlarını ertelemeleri beklenmemektedir.  Bu durum, marinalar ile yatlar arasındaki arz talep farkını beklenenden çok daha erken dönemde kapatma olasılığını artırabilecek ve şu an için marinaların içinde bulunduğu nispeten rekabetten uzak, olumlu ortamı sona erdirebilecektir.

Marina işletmelerinin, yapıları gereği, karlılık duyarlılıkları büyük ölçüde doluluk oranlarına (faaliyet düzeylerine) bağımlı olup, talepte ya da faaliyetlerde oluşabilecek daralmalar, marina işletmeleri için potansiyel olarak büyük riskleri de beraberinde getirecektir.

Marinaların alt yapı ile ilgili varlıklarının (duran maddi varlıklarının), toplam varlıklar içindeki payı fazla olduğundan, marinalar için faaliyet kaldıraç etkisi yüksektir. Turizm ve deniz sektörünün ara kesitinde yer alan marinalarda mendirek, geri sahalar, rıhtımlar, pontonlar, sosyal ve idari binalar, spor ve eğlence tesisleri, arıtma sistemleri, tekne bakım/onarım tesisleri ve buralarda kullanılan ekipmanlar vb. gibi varlıklar maddi duran varlıkları oluşturur ve seçilen yönteme göre özelikle işletmenin ilk yıllarında yüksek amortisman giderleri, sabit gider olarak bilançolarda yer alır. Diğer taraftan amortismanlarla beraber, kısa dönem için hizmet üretiminden bağımsız olan finansal, personel, sigorta, arazi kirası gibi diğer yıllık sabit giderlerin toplamının, işletmenin katlanmak zorunda kaldığı yıllık toplam gideri içindeki payı oldukça yüksek mertebededir. Yıllık sabit giderleri fazla olan tesisler, daha fazla faaliyet kaldıraç etkisinin altında olup [12], bu gibi tesislerde yüksek sabit giderler, gelir ile giderin eşitlendiği Başa Baş Noktasını (BBN) daha yüksek faaliyet seviyelerine çıkartır ki aynı etki altında olan marinalarda da BBN konumu, yüksek doluluk oranlarında yer alır. Bu durum marinaların karlılığa, ancak göreceli olarak daha yüksek doluluk oranlarında çalışması halinde ulaşabileceğini, BBN’dan sonra karlılıktaki artışın, faaliyet kaldıraç etkisiyle,  daha yüksek oranda olacağını, tersine BBN altındaki bölgede ise göreceli olarak zararın daha büyük ölçekte olacağını gösterir. Ayrıca olası bir talep daralmasıyla hizmet tarife listelerinde düzeltme yapma durumunda kalan ve bu nedenle gelirlerinde azalma bekleyen marinalarda gelirin düşmesi durumu, BBN’sını daha yüksek doluluk oranlarına taşıyacaktır.     

Yapısı gereği marinaların, oldukça yüksek doluluk oranlarında çalışma durumu sebebiyle, talep ya da faaliyetlerindeki daralmaya karşı duyarlılıkları fazla olduğundan, değişik doluluk oranlarına ya da faaliyet seviyelerine göre, farklı senaryolar çerçevesinde BBN analizlerinin yapılması ve kritik doluluk oranlarının tespit edilmesi, bu tespitlere göre pozisyonların alınması büyük önem arz eder.

Marinaların faaliyetlerinde karlılık durumları ile doluluk oranları arasındaki kritik ilişki nedeniyle, bu işletmeler özellikle faaliyetleri sınırlandıracak veya geçici olarak durduracak olaylara karşı dikkatli ve tedbirli olma durumundadır. Birer deniz tesisi olan marinalar, her tesis gibi yangın, meteorolojik ve jeolojik afetlerin yaratacağı yüksek risklere açık tesislerdir. Ayrıca tekne giriş/çıkışlarda oluşabilecek kazalar bu riskleri daha da artırmaktadır. Söz konusu beklenmeyen olaylara ilişkin risklerin azaltılması açısından, tesislere ait amortisman uygulamaları büyük önem taşır. Amortisman kavramının amorti edilecek varlığın belirlenen süre sonunda yenilenebilmesine olanak verecek birikim olarak algılanması halinde, marinanın ömrü boyunca yenilenmesi beklenmeyen mendirek, rıhtım gibi kalıcı tesislerin durumu bu kavramla çelişir durumdadır. Bununla beraber, dünyadaki liman örneklerinde olduğu gibi, bu kalıcı tesislerin de amortismana tabi tutulması, marina faaliyetlerinin sürekliliğinin sağlanması bahsedilen risklerin karşılanması ve büyük onarımların finansmanı açısından önemlidir [13]. Amortisman fiili bir nakit harcamasını gerektiren bir masraf olmayıp, kurum içinde biriken ve nakit akımına pozitif etkisi olan bir kaynak niteliğindedir. Marinalarda  rıhtımları kullanabilmeyi kısıtlayan bir diğer husus kaza, kaçakçılık veya borcunu ödeyememe gibi olaylarda, yargı kararları ile rıhtımların hizmete kapalı hale gelmesidir ki, bu durum söz konusu rıhtımlardan işletmenin uzunca bir süre nakit girişini gerçekleştirememe riskini doğurmaktadır.    

Günümüzün işletmelerinde gerek yatırım gerekse işletme dönemlerindeki harcamalarının yüzde yüz öz sermaye ile karşılanması beklenmez. Firmaların kullandıkları orta ve uzun vadeli borç ve krediler ile bunlardan doğan sabit finansal yükler finansal kaldıraç etkisi yaratarak, BBN’dan sonraki karlılık bölgesinde net kar üzerinde olumlu etkide bulunarak öz sermaye karlılığının yani firmanın piyasa değerinin daha da artmasına neden olur. Bu bakımdan marinaların da yatırım ve işletme giderlerin ilişkin masraflarını karşılamak için kredi kullanmaları doğaldır. Diğer yandan firmaların kredibiliteleri sermaye yapısıyla doğrudan ilişkili olduğundan, finansal kaldıraç etkisinin sağlayacağı avantajlara rağmen harcamaların tümünü borç ya da kredilerle karşılamanın olanağı bulunmamaktadır. Bu bakımdan kriz dönemlerinde borçluluk oranı büyük önem arz eder ve bu dönemlerde öz sermayesi kuvvetli olan firmalar krize karşı daha iyi direnç gösterebilmektedirler [12]. Netice olarak kriz ortamları için faaliyet duyarlılığı fazla olan marinaların, bu ortamlara yüksek borç oranı ile girmeleri uygun düşmemektedir. Sermaye yapıları kuvvetli olan marinalar, göreceli olarak yükümlülüklerini yerine getirmek için borç ve kredilere daha az ihtiyaç duyacakları gibi, ihtiyaç halinde bu kaynaklara daha rahat erişebilirler.          

Marinalar esasta hizmet sektöründe yer aldıkları için bilançolarında stok kalemi çok sınırlıdır. Ayrıca marinaların ellerinde bulundurdukları hazır değerler, kısa bir süreye ilişkin nakit çıkışını karşılamaya yönelik olduğundan, bilançolarındaki dönen varlıkların ağırlıklı kısmını alacaklar kalemi teşkil eder. Bu bakımdan alacakların devir hızındaki değişim doğrudan işletmenin nakit akımına etki yaparak finansal sıkıntıların ortaya çıkmasına neden olabilir. Diğer bir ifadeyle marinaların nakit akımının, alacakların devir hızına karşı duyarlılığı fazladır. Bu bakımdan marina işletmeleri için alacakların zamanında tahsili veya alacakların yönetimi hayati önem arz eder. Marina işletmesi ancak yapacağı tahsilat sayesinde ödeme yükümlülüklerini yerine getirebilir, hizmet üretimine devam edebilir ve kriz dönemlerinde nakit akımı ile bütçe planlamaları ve uygulamaları çok daha fazla önem kazanır. Günümüzde yaşanan küresel ekonomik krizin yarattığı en büyük etkilerden birisi kurum, firma ve kişilerin birbirlerine karşı ödeme yükümlülüklerini yerine getirmelerindeki zafiyettir. Talebin daraldığı, üretimin düştüğü, varlıkların eridiği, likit kalmanın son derece önemli olduğu kriz ortamlarında, alacak tahsilatında güçlük çekenler kendi ödeme yükümlülüklerini de yerine getirememekte, bu durum domino etkisi yaratarak tüm piyasaya yayılmakta, hatta artan risk algılaması ve güvensizlik nedeniyle likit durumda olanlarda bile gelecek kaygısıyla harcamaların kısılması ve kredi kaynaklarına erişim imkanlarının da daralması tüm ekonomiyi kilitlenmektedir. Bu bakımdan özellikle ekonomik kriz dönemlerinde marinalar için alacakların yönetimi başlı başına halledilmesi gereken bir konu haline gelmektedir.

Kriz ortamlarında marinaları daha hassas duruma düşürebilecek bir diğer husus, olası yüksek miktarlardaki orta ve uzun vadeli borç stokudur. Bu tür borçlar yıllık sabit nakit çıkışını gerektirmekte olduğundan, tahsilatların sorun olmaya başladığı dönemlerde marinalar karlı durumda olsa dahi, nakit çıkışları için zamanında yeterli fon oluşturmada zorluklarla karşılaşabilirler. Hatta faaliyetlerde daralma olması halinde bu zorlukların daha da artması kaçınılmazdır.

İşletmenin tüm ömrü boyunca olduğu gibi, kriz ortamlarında da özel olarak maliyetlerin analizi ve takibi çok önemlidir. Daha öncede belirtildiği gibi marinalarda yıllık sabit giderlerin yıllık toplam giderler içindeki payı oldukça yüksektir. Sabit masraflar işletmeye üretimden bağımsız finansal yükler getirdiğinden, maliyet yönetiminde esneklik sağlamazlar. Bu bakımdan sabit giderleri yüksek olan marinalar, bu giderleri düşük olanlara göre daha kritik durumdadır. Sabit maliyetten kurtulmanın tek yolu, bu maliyeti yaratan varlıklardan satış ya da elden çıkartılması yolu ile vazgeçilmesidir. Kriz dönemlerinde marina faaliyetleri ile doğrudan ilgisi olmayan ve amortisman, bakım/onarım gibi sabit yükler getiren varlıkların durumları gözden geçirilebilir. Yine bu dönemlerde işletmeye sabit maliyet yükleyen hazine arazi kiralarının ertelenmesi ya da azaltılması gibi hükümetçe alınacak önlemler, marina işletmelerini rahatlatan eylemlerden olacaktır.

Maliyetlerin önemi büyük olduğundan, özellikle maliyetlerin minimuma gerilediği faaliyet seviyelerinin bilinmesi marina işletmesi için gerekli olabilir. Marinalar gibi birer deniz tesisi olan deniz limanı tesisleri için yapılan analizler, yükleme/boşaltma miktarına göre toplam maliyetler üzerinden ortalama maliyetlerin, bir minimumdan geçen içbükey eğriyi takip ettiğini göstermektedir [14]. Ortalama maliyet eğrisi içbükey eğri olan bir maliyet fonksiyonu, önce artarak artan, belli bir noktadan sonra azalarak artan, üçüncü dereceden bir “S” eğrisi niteliğindedir ki, böyle bir maliyet fonksiyonu esasen azalan verimler kanununa uygun hareket etmektedir. Deniz limanları ile marinalar arasındaki birçok benzerlik nedeniyle, marinaların toplam maliyet fonksiyonunun da azalan verimler kanununa uygun olduğu söylenebilir.  Ortalama maliyetlerin minimum olduğu üretim seviyesi, ortalama maliyet eğrisinin marjinal maliyet eğrisini (marjinal maliyet fonksiyonu, maliyet fonksiyonunun birinci dereceden türev fonksiyonudur)  kestiği noktadır.

Diğer önemli bir husus, bir anlamda kapasite düzeyini belirtmekte olan karın maksimum olduğu faaliyet seviyesinin tespitidir. Marina işletmesinin karı, verilen hizmetler karşılığında sağlanan hasılat ile bu hizmetler için katlanılan maliyetler arasındaki müspet farktır.  Kar maksimizasyonu, kar fonksiyonunun üretime göre birinci dereceden türevini sıfıra eşitleyen faaliyet seviyesinde ortaya çıkmakta olup, bu faaliyet seviyesini marjinal hasılatın marjinal maliyete eşit olduğu nokta belirlemektedir. Optimum işletme seviyesini belirten bu noktanın ötesinde hizmet üretimi yapmak, hele kapasite üstü düzeyde hizmet vermek, verimlik açısından dikkatle izlenmesi gereken bir husustur. Bu bakımdan, marina karlılığı açısından maliyetlerin fiili konumun tespiti (maliyet kalemlerinin doğru olarak tasnifi ve tespiti) çok önemli olup, işletme yönetimi açıdan maliyet muhasebesi uygulamaları büyük avantajlar sağlayabilir. 

Marina işletmeleri çeşitli durumlara göre gerçek konumunu belirlemek ve buna göre pozisyonunu saptamak için, BBN analizi gibi, değişik senaryolar çerçevesinde maliyetleri minimize eden doluluk oranları (faaliyet seviyesi) ile kar maksimizasyonunu sağlayan doluluk oranlarının tespitine yönelik analizler uygun çalışmalar olacaktır. Bu analizlerdeki maliyet unsuru doğrudan işletme faaliyetleri ile ilişkili olduğu halde gelir unsuru ağırlıklı olarak işletme dışındaki hususlara ve uygulanan fiyat tarife listelerine bağlıdır. Diğer bir ifadeyle, marina işletmesi maliyetler üzerinde etkin bir kontrol sağlayabilir ve maliyetleri azaltıcı verimlilikle ilgili tedbirleri alabilirken, gelirler üzerinde aynı etkinliği sağlayamazlar. Örneğin marina işletmelerinin coğrafi konumu fiyat tarifelerini belirleyen en önemli unsurlardan birisidir. Bu bakımdan aynı yatırımı yapmış ve aynı düzeyde yatırım maliyetine katlanmış iki marinanın coğrafi konumundan dolayı tercih edilme düzeyleri farklı olmakta, bu durum bazı marinaları finansal yönden avantajlı konuma sokmakta ve bu avantaj doğrudan tarife listelerindeki hizmet fiyatlarına yansımaktadır.

Marina işletmelerinin karlılığı üzerindeki maliyetlerin önemi nedeniyle, maliyetleri azaltacak ve verimliliği artıracak yapılanmalar büyük önem arz  edebilir. Bu çerçevede, iyi bir yönetim yaklaşımı ile fiili maliyetleri ve gizli maliyetleri ortaya çıkartabilecek kar merkezleri şeklindeki yaklaşımlar tartışmaya açılabilir.   

SONUÇ:

Marinaların asli müşterilerinden olan yatların sayısındaki artış ile yaşanmakta olan küresel ekonomik krizin derinliği ve ekonomik toparlanma süresi arasında yakın bir ilişki söz konusudur. Ayrıca özellikle Akdeniz Çanağında başlamış olan marina yatırımlarının tamamlanması ve yeni marinaların da devreye girecek olması, bu bölgede marinalar ile yatlar arasındaki arz talep farkının beklenenden çok daha önceden kapanması potansiyelini doğurmaktadır. Bu bakımdan günümüzdeki marinalara karşı aşırı talep patlaması, kriz öncesi koşullardan doğan konjonktürel bir olgu olup, marinalar orta vadede göreceli bir talep daralması riski ile karşı karşıya kalabilirler.

Hali hazırda ülkemiz marinalarında ciddi bir talep daralması problemi olmamasına rağmen, kriz bu marinaları daha çok finansal yönden baskı altına alabilmektedir. Bu nedenle kriz dönemlerinde marinalar için en önemli hususun, kar maksimizasyonundan çok nakit akımı dengesinin tesisi olduğu söylenebilir.

Marinaları etki altına alacak diğer bir önemli konu, önümüzdeki dönemde küresel ekonominin ne yönde şekilleneceği ile ilgilidir. Küresel ekonomik kriz için yapılan yorumların ağırlıklı kısmı, krizin etkisinin bir süre daha devam edeceği ve ekonomik toparlanmanın ise zaman alacağı yönündedir. Ancak şu an itibariyle krizden çıkış ve ekonomik toparlanma açılarından önü görmek, tutarlı tahminlerde bulunmak olanak dahilinde olmayıp, ekonomik toparlanmanın ne kadar süre alacağına dair fikir birliği bulunmamaktadır. Ekonomi için yapılan yorumların diğer önemli bir kısmı gelecek dönemlere ilişkin yeni ekonomik düzen üzerinedir. Bu yorumlar; artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı, eskiden sağlanan yüksek karların gerçekleşemeyeceği, kredi kaynaklarına erişimin daha kontrol altında olacağı, sermaye hareketlerine denetimlerin konacağı, bu tür küresel ekonomik krizlere yakalanmamak için ekonomik müdahaleler dahil gerekli tedbirlerin alınacağı hususları üzerine yoğunlaşmaktadır. Önümüzdeki dönemde söz konusu ekonomik düzende varlık değerleri ile servetlerde ve gelirlerde makul seviyelerde artışlar öngörülüyorsa, bu durumun orta ve uzun vadede yatlara karşı talebi etkileyeceğini, talebin mega ve süper yatlardan orta ve küçük ölçekli yatlara doğru kaymaya neden olacağını, marinaların da bu yeni düzenin baskısını üzerlerinde hissederek daha küçük kar marjları ile karşı karşıya kalabileceklerini ifade etmek çok abartılı olmayacaktır.

*Mehmet GEDİK; MBA., BE. GEMİ İNŞA VE MAK.MÜH.([email protected])


NOTLAR:

1-    “Erken Uyarı Sistemleri Yoluyla Türkiye’deki Ekonomik Kriz Analizi”, Prof. Dr. Cevat Gerni – İ.Ü. Ekonometri ve İktisat Dergisi, 2005, Sayı:2
2-    “Uluslar arası İktisat”, Prof. Dr. Halil Seyidoğlu
3-    “Bir Krizin Anatomisi”, Mustafa Kutlay-  UsakGündem,  23 Mayıs 2008 
4-    “Türkiye’de Yat ve Marina Sektöründe Durum”, Mehmet Gedik- www.denizhaber.com, 02.09.2008
5-    “İktisada Giriş”, Prof. Dr. Zeynel Dinler
6-    “Yat İmalatı Nereye Gidiyor, Mehmet Gedik-  www.denizhaber.com, 09.08.2007
7-    “The Luxury Yacht Market”, Tomasso Nastasi- September 2004
8-    HaberTürk  Ekonomi, 12 Aralık 2008
9-    Superports 2008, “The Definifive Suıper Yacht Marina Guide” 
10 – “Dünyada Yat Turizmi ve Türkiye”, Türsab, Ar-ge Departmanı, haziran  2007
11– “Yatırım Projelerinin Hazırlanması ve Değerlendirilmesi, Yatırım    rojeleri ile İlgili Temel Ekonomik Kavramlar ”, Atila Candır, Devlet  Yatırım Bankası
12- “Finansal Yönetim”, Dr. Öztin Akgüç
13- “The Financial Objectives of Ports”, J.Grosdidier de Matons
14- “Ports Planning”, United Nations, Second Edition