Boğaz'ın sessiz emektarları

İstanbul denince akla hemen Boğaziçi gelir ve tabi ardından, suyun üzerinde narince süzülen, martılarla birlikte yürüyen, bir kıyıdan diğerine hayat taşıyan vapurlar

Bir İstanbul silueti çiziktirecek olsak önce hemen minareler ile kuleleri kondururuz yedi tepeye. İki de Boğaz Köprüsü ekleyip kıtaları birbirine bağlarız. Tablo tamam gibidir, ama onu kusursuz kılacak bir iki fırça darbesine ihtiyaç vardır hâlâ: Derin mavi üzerinde bembeyaz lekeler... O beyaz lekeler Boğaz vapurlarıdır; yani şiirlerin şarkıların ilham kaynakları, çay simit ikilisini tadına doyulmaz kılan yandan çarklılar, utangaç genç âşıkların sığınakları, martı çığlığına eşlik eden düdük sesiyle İstanbul senfonisinin vazgeçilmezleri...

Peki, her gün alışkanlıkla bindiğimiz, aynı saatlerde aynı insanları beklediğimiz, gündelik yaşam kültürümüzün bir parçası haline gelmiş vapurlar hep burada mıydı? İstanbul Boğazı hep onların mıydı? Ya Boğaz eskiden de böyle bir yer miydi?

Bu soruların cevabını tarih denizinde çıkacağımız küçük bir gezintide arayalım.

Kayıklardan vapurlara

Bugünün gelişmiş, renkli, lüks Boğaz semtleri Osmanlı İstanbul’u için tam anlamıyla birer köydü. Kıyı boylarında ve bir adım içeride yine saraylar, yalılar, sahilhaneler, köşkler, konaklar sıralanmışsa da daha geriye doğru gidildiğinde yeşillikler, belki küçük kulübeler, bir küçük cami ya da kilise görünüyordu göze ve köyler yaz mevsiminde sayfiye amaçlı sakinleriyle şenleniyor, kışın ise sessizliğe bürünüyordu. Boğaz köylerinin yerleşik halkı olan balıkçılar ile yine bu bölgede meyve ve sebze yetiştiren köylüler ürünlerini pazarlara kayıklarla iletiyor, “yazlıkçı” saray mensupları, devlet ileri gelenleri ve zengin kentliler için de yalıların kayıkhanelerinde kayıklar hazır bekliyordu. 19. yüzyıl ortalarına gelindiğinde ise ülkede batılılaşma hareketlerinin hızlanması siyasi ya da ekonomik alanda olduğu gibi gündelik hayatın tam içinde de etkilerini gösterdi.

Kentin varlıklıları artık bu güzel kıyılarda geçirecekleri günlerin sayısını artırmak istiyor, bunun için de rahat ve güvenli bir ulaşımı öncelikli buluyordu. Geleneksel ulaşım araçları olan kayıklar mevcut duruma cevap verecek güçten yoksundu; zira sert hava koşullarına uygun özellikler taşımıyorlardı ve seyir güvenlikleri bulunmuyordu.

Aslında çözüm belliydi: Buharlı gemi. “Buğu gemisi” geliyor O çözüm bir bahar günü, 1828 yılının 20 Mayıs’ında İstanbul limanında göründü. Üzerinde kocaman harflerle “Swift” yazan, koca çarkları, göğe duman savura savura sularda süzülen bu dev aracın tarifi onu meraklı gözlerle izleyen halktan geldi: Buğu gemisi. Ve Swift’i diğer gemiler takip etti. Kent ulaşımında doğan ihtiyacı karşılama görevini belli ki yabancı girişimciler üstlenmişti; ancak bir süre sonra devlet harekete geçti ve 1838 yılında Osmanlı sularında yolcu ve yük taşımak üzere ilk Osmanlı bandıralı buharlı gemiler Tersane-i Amire’den çıktı: Mesir-i Bahri ile Eser-i Hayır.

Hayırlı bir şirket

Vapurlar işliyordu işlemesine ama, hem sayı hem sefer sıklığı bakımından yetersizdiler. Eğer yeni vapurlar ulaşıma katılırsa Boğaziçi kışın da rahatça erişilebilir bir yer olacak, dolayısıyla bir sayfiye yeri olmaktan çıkıp insanların sürekli yaşamayı tercih edeceği bir yer haline gelecekti.

Peki ama bunun yolu neydi? Sorunun cevabı, dönemin önemli aydınları Keçecizade Fuat Bey ile Ahmet Cevdet Bey’den geldi. Birlikte yaptıkları seyahatlerde gördükleri örnekler ve ileri görüşlülükleri sayesinde zihinlerinde canlanan tasarıları birleştiren bu ikili, Boğaz`da vapur çalıştıracak yeni bir şirketin kuruluş hazırlıklarına girişti; hatta nizamnamesini de elleriyle hazırladılar.

Şirketin resmen kurulabilmesi için Sultan Abdülmecit’ten izin alınması konusunda en büyük desteği de Sadrazam Reşit Paşa’dan aldılar. Nihayet 1 Ocak 1851 günü padişahtan izin çıktı. Dönemin resmi gazetesi niteliğindeki Takvim-i Vekayi’nin 17 Ocak 1851 tarihli sayısında aktarıldığına göre, Sultan Abdülmecid “İstanbul halkının Boğaziçi’ne rahat ve güvenli bir biçimde ulaşımını sağlamak için Şirket-i Hayriye adında ve yirmi beş yıl süreyle işletme ayrıcalığına sahip bir şirketin kurulmasına” izin vermişti. Padişah ve ailesi, devlet adamları ve dönemin ileri gelen işadamlarının hissedarı olduğu bu kuruluş aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin ilk anonim şirketiydi. Artık Şirket-i Hayriye’nin çalıştıracağı, sayıları giderek artan vapurlarla Boğaziçi`nin köyleri birbirine ve İstanbul`a bağlanacak, gelişecek, birer yerleşim merkezi haline gelecekti.

Boğaziçi rengârenk

Şirket-i Hayriye hayata başlamasının ardından, çalıştıracağı vapurları ısmarlamaya başladı. İngiltere`de bir tersaneye ısmarlanan ilk altı vapur çok geçmeden geldi ve isimleri hemen verildi: Rumeli, Tarabya, Göksu, Beylerbeyi, Tophane ve Beşiktaş. Vapurların ana güvertesinin altında, biri önde diğeri arkada olmak üzere iki kapalı salon, personel odaları, kadınlar için özel birkaç yan kamara ve tuvaletler bulunuyordu. Kış günlerinde güverte kalın muşambalarla soğuktan korunmaya çalışılıyor, alt kattaki salonlarda da soba yakılıyordu. Yazları ise açıktaki sandalye ve sıralarda Boğaz keyfi yapılıyordu. Cumhuriyet dönemine gelindiğinde ise artık yerli vapurlar da filoya katılmaya başladı ve arkası hızla geldi. Bunların ilk örnekleri Hasköy Tersanesi’nde inşa edilip 1938’de hizmete giren 76 numaralı Sarıyer ve aynı tezgâhlarda inşa edilip 1939’da hizmete giren 75 numaralı Kocataş vapuruydu.

Bugün, 21. yüzyılda, vapurlar hâlâ tüm İstanbulluların ve kenti ziyarete gelen sayısız misafirin vazgeçilmezi olarak Boğaz sularında asli yerini koruyor.

 

Editör: TE Bilişim