Bahriyeliler birkaç kadehten sonra soluğu Galata umumhanelerinde alırlardı.

Boğazkesen Caddesi’nde faaliyet gösteren sanat galerilerine yapılan sopalı, muştalı saldırıyla gündeme gelen Tophane, Bizans döneminde ormanlık boş bir araziydi ve güzelliğinden dolayı ‘Argiropolis’ (Gümüş Şehir) diye anılırdı. Fatih Sultan Mehmed’in fetihten hemen sonra kurduğu Tophane-i Amire binasına rağmen bölge 16. yüzyıla kadar içinde tek tük yapıların olduğu bağlık, bahçelik bir alan olarak kaldı. Tophane-i Amire tarih boyunca yangınlarda birkaç kez harap oldu, son halini ise Abdülaziz döneminde (1861-1876) aldı. Bölgenin önemli binaları da Abdülaziz döneminde inşa edildi. Bunlar arasında Boğazkesen Yokuşu’nun başında, Tophane müşirlerinin makamı olarak inşa edilen neoklasik bina, Tophane Müşiri Halil Paşa’nın yaptırdığı Tophane Kasrı ve diğer kasırları saymak mümkün. Tophane İskelesi, 1894’te Galata Rıhtımı yapılıncaya kadar elçiler ve diğer erkân tarafından Topkapı Sarayı’na gidiş için kullanıldı. 1852’de tamamlanan Nusretiye Camii’ni ise hükümdarlar yıllarca Cuma Selamlığı için kullandılar. Ancak bölge bir konut alanı değil daha çok bir üretim alanı oldu. Bölgenin cılız mimari dokusunu geri dönüşsüz biçimde değiştiren 1956-1957 yılında Menderes’in başlattığı yıkım faaliyetleri oldu. Bu yıkımlar sonrasında bölgenin Müslim-gayrımüslim esas ahalisi başka bölgelere göçerken, onların boşalttığı binalara “İstanbul’un taşı toprağı altındır” diye yollara düşen Siirtli Araplar, Bitlisli Kürtler, Erzurumlu Türkler vb. yerleştiler. Çoğu yoksul olan bu kesimler, esas olarak rıhtımda hamallık yaptılar, bölgedeki ticarethanelerde çalıştılar. 

Tophane’nin fiyakacı kabadayıları

Bu sosyal dokudan çıkan kültüre dair bazı ipuçlarını son saldırılar vesilesiyle öğrendik. Örneğin Tophane’de “delikanlılık”, “ileri gelenler” gibi kavramlar revaçtaydı, Fatih Terim, Mehmet Ağar gibi şahsiyetler bölgede pek seviliyordu.

Bilindiği gibi Osmanlı döneminde, kabadayılık, ünlü 150’liklerden gazeteci Refii Cevat Ulunay’ın tabiriyle “bir çeşit şehir şövalyeliğiydi”. Çoğu tulumbacı, kahveci, ciğerci olan kabadayılar, zayıfı, güçsüzü koruyan, mahallenin namusundan sorumlu olan kişilerdi. Kabadayıların ağırbaşlı, ölçülü kişiler olması beklenirdi. Siyah cepkenleri, beyaz ama yaz kış yaka bağır açık gömlekleri, boyunlarında muskaları, ellerinde tespihleri, başlarında püsküllü fesleri ile gezen kabadayıların içkiyi, içki muhabbetini, âlemleri sevmeleri doğaldı, ama bunların hiçbirinde kendilerini kaybedecek hale gelmezlerdi. Kumar oynarlar ama hile yapmazlardı. Çapkındılar ama mahallenin kızına yan bakmazlardı. Koltuk altında saldırma, bellerinde kama taşırlar ama mecbur kalmadıkça kavga etmezler, cana kıymazlardı.

Hulki Aktunç, kabadayılığın böyle efsaneleştirilmesine karşı çıkar ve onları “şehir eşkıyaları”, “şehir Celalileri” olarak niteler. Osmanlı’nın son dönemlerinde kabadayıların “küçük beyler, palavracılar, fiyakacılar, mahalle kabadayıları, meyhane kabadayıları, dil kabadayıları, yumruk kabadayıları, bıçakçılar, hacamatçılar, kalleşler, kıyakçılar, yedibelalar, çamurlar, dayak hastaları” gibi adlarla anılmasından anlaşıldığına göre Aktunç haklıydı.

Nitekim Ahmet Rasim’e göre Tophane bölgesinde egemen olan “fiyakacılar” kadınlara sataşır, mahalle kahvelerinde kavga çıkarır, kendilerine pay vermeyen dükkân sahiplerini, çay veya içki ikram etmeyen kahvecileri, meyhanecileri sopalar, sonra da bu rezaletleri sağda solda anlatarak övünürlerdi. Yakın tarihlere kadar, polisin gözünün içine baka baka Boğazkesen’e paralel Karabaş Caddesi’nin ortasında çilingir sofrası kuracak kadar pervasız olan Tophane kabadayılarının bir kısmı mahalle ağabeyliğine (“mahallenin ileri geleni”) evrilirken, bir kısmı bitirimhane ağalığına, oradan da mafya babalığına veya tetikçiliğine geçtiler. Son olaylar vesilesiyle hangilerinin rolünün daha etkin olduğunu görme fırsatımız olacak.
Hem Doğulu hem Batılı: Levantenler 

Tophane’yi de içine alan Galata-Beyoğlu bölgesinin ise bana göre çok renkli, çok zengin, bazılarına göre “karışık”, “yoz” bir hikâyesi var. Osmanlı döneminde Pera diye anılan bölgenin esas sakinleri Levantenler ve yabancı elçilik efradıydı. “Doğulu”, “Şarklı”, “Ortadoğulu”, “Yakındoğulu”, “Doğu Akdeniz ülkelerinden olanlar” anlamına gelen Fransızca Levanten (Lövanten okunur) terimi, ilk kez 1570’lerde boy gösterdi ancak yaygın biçimde kullanılması daha sonra oldu.

Fransızcadaki kalkmak, kaldırmak, (güneş) doğmak anlamına gelen lever fiilinden gelen Levanten terimini Avrupalılar Şark’ta yaşayan Avrupalıları küçümsemek için kullanmışlardı. Avrupalılara göre Levantenler ne Avrupalı, ne Şarklı idiler. Yüksek sanat veya felsefeden anlamazlardı, gelenekten yoksundular, incelikten, zarafetten ve moral değerlerden habersizlerdi. Hangi milletten olduklarını bile bilmezler ancak her şeyi bildiklerini sanırlardı. Hiçbir şeyi kendilerine dert etmezler, dünyayla da bir dertleri olmazdı. Aydınlanma Çağı’nın sınıflandırma ve kesinlik merakını anımsayınca bu belirsizliğin Avrupalılar için neden rahatsız edici olduğu anlaşılıyor. İşin aslına bakılırsa Levantenler de bu terimi aşağılayıcı, hakaretamiz bir ifade olarak görürlerdi. Sonuç olarak terim tarih boyunca olumsuz çağrışımlar taşıdı.

Terim, Tanzimat (1839) sonrasında, esas olarak İstanbul’da ve Ege ve Akdeniz kıyısındaki büyük liman kentlerinde (Selanik, İzmir, Antalya, İskenderun, Beyrut, İskenderiye vb.) yoğunlaşan ve ticaretle uğraşan, (Şark Katolikliği hariç) Katolik inancından Batı Akdeniz (İtalya, Fransa, İspanya, Portekiz, Malta gibi) ülkelerinden gelenleri anlatmak için kullanıldı. Ancak Osmanlı Devleti’ndeki Levantenler arasında Britanya, Almanya, Hollanda gibi Protestan ülkelerden gelenler de vardı. 19. yüzyıldan itibaren yerli Rum, Ermeni ve Yahudi kökenlilerle evlenenler, hatta doğrudan bu kesimler de Levantenlere dâhil edilir oldular. 1880 tarihli Redhouse Lügati’ndeki “Memalik-i Osmaniyye’de doğmuş Frenk” tanımı ise, 20. yüzyılın ortalarına kadar genel bir kabul gördü. 

Bizans’a uzanan kökler

İstanbul’daki Levantenlerin tarihini Bizans İmparatorluğu’nun 11. yüzyılına kadar götürmek mümkün. Bu tarihlerden itibaren bugünkü Sirkeci ile Eminönü arasındaki kıyı şeridinde kendilerine ayrılan özel mahallelere yerleşen ilk Levantenler (Pisalılar, Amalfililer, Cenevizliler, Venedikliler, Ankonalılar, Floransalılar ve daha nicesi 1453’te Osmanlılarca fethinden sonra da Magnifica Communità di Pera (Büyük Pera Cemaati) adı altında varlıklarını devam ettirdiler.

Fetihten sonra bunlara başta Sakız olmak üzere çeşitli Ege Adaları’ndan gelen Cenevizliler, Venedikliler, Portekizli Maranoslar (yani 1492’de İspanya’dan kovulduktan sonra Portekiz’e göçen ve Katolik gibi davranan Yahudiler), Fenerli Beyler denen Grek asıllı soylu ailelerine katılan İtalyan, Fransız gelinler, saraya görevli olarak gelen Avrupalı tercümanlar, diplomatlar, doktorlar gibi gruplar eklendi. 1478 tahririne göre İstanbul’da 332 Latin kökenli aile (her haneyi beş kişi kabul edersek 1.650 kişi) yaşıyordu.

Bu sayı yıllar içinde sürekli arttı. Gözden düşmüş soylu ailelerin çocukları, üçüncü sınıf lordlar, baronlar, baronesler, siyasi mülteciler, kiliselerin dışladığı din görevlileri, asker kaçakları, müflis tüccarlar, ülkeden ülkeye gezen maceracıların ve 17. yüzyıldan itibaren Beyoğlu bölgesinde yoğunlaşan elçilik mensuplarının katılımıyla, II. Mahmut döneminde (1808-1839) sayıları 14 bine ulaştı, 1853-1856 Kırım Savaşı’ndan sonra Fransız ve İngiliz asker aileleriyle biraz daha arttı. 


Kendine has ‘millet’

Levantenler aynı anda birden fazla dili konuşurlardı. Ağırlıklı olarak ticaret, sanayi ve gemi acenteliği alanlarında faaliyet gösteren Levantenlerin çoğunun anadili İtalyanca, ‘lingua franca’sı, yani ortak dili, içinde bolca Türkçe ve Rumca sözcükler olan, ancak eski gramer kitaplarında ve antolojilerde rastlanan Fransızca sözcükler ve deyimlerle dolu Frankochiotika denen özel bir dildi. Sıkı aile, din bağları ve ticari ilişkileriyle kendine mahsus bir ‘millet’ oluşturan Levantenlerin, Avrupa devletlerinin konsolosluk yargısına bağlı olmalarına rağmen, bu ülkelerde ne askerî hizmet, ne de vergi zorunlulukları vardı. Buna karşılık imparatorluğun kozmopolit yapısından faydalanarak, hem ekonomik, hem kültürel açıdan çok zengin, debdebeli bir yaşam sürüyorlardı. 


‘Tatlı Su Frenkleri’

Osmanlı ülkesinde tarihleri boyunca ayrıcalıklı oldukları için, bazen özenilen, bazen kıskanılan, bazen eleştirilen Levantenlere, İstanbullu Müslümanlar Tanzimat’tan beri gündemde olan Doğu-Batı çatışmasının etkisiyle “Tatlı Su Frengi” adını takmışlardı. (Muhtemelen “tuzlu su/deniz suyu” “gerçek”, olanı, “tatlı su” ise “taklit” olanı sembolize ediyordu.) “Tatlı Su Frenkleri”, sosyal açıdan kendi içlerine kapalı bir hayat sürerler, kendi balolarına, kendi karnavallarına, kendi yortularına katılırlar, kendi kafelerine, pastanelerine, kendi edebiyat kulüplerine, yardım derneklerine, tiyatrolarına, kendi otellerine, mağazalarına, kendi doktorlarına, berberlerine giderlerdi. Bu entegrasyondan kaçma hali, kendi dilini, kültürünü, alışkanlıklarını, kapalı, küçük bir dünyaya dönüştürme hali, Levanten olmanın adeta temel özelliğiydi. 


Kültürlerin karşılaşması

İstanbul’a 1875 veya 1876’da gelen İtalyan seyyah Edmondo de Amicis ise bu yaşam tarzına katılmadan “gözetleyici” konumunda kalmayı tercih eden Müslümanların durumunu şöyle anlatmıştı: “Burada [Pera] Galata’dakinden çok farklı bir kalabalık var. Aşağı yukarı, soba borusu gibi erkek şapkalarıyla, tüylerle, çiçeklerle süslenmiş kadın şapkalarından başka bir şey görülmüyor. Rum, İtalyan, Fransız kibarları, zengin tüccarlar, sefaret memurları, yabancı gemilerin zabitleri, sefir arabaları ve her milletten ne olduğu bilinmeyen karışık suratlı insanlar görülüyor. Türk erkekleri berber dükkânlarındaki balmumundan yapılmış bebekleri seyretmek için duruyorlar.

Türk kadınları da ağızlarından sular akarak terzi camekânlarının önünde takılıp kalıyorlar. Avrupalı sokağın ortasında yüksek sesle konuşuyor, gülüyor, şakalaşıyor, Müslüman kendisini gurbette görüyor ve başını İstanbul’daki kadar dik tutmuyor. Arkadaşım beni birden İstanbul’u göstermek için geri çevirdi. Olduğum yerden uzaklarda, mavimsi bir perdenin arkasında Saray tepesi, Ayasofya ve Sultanahmet Camii’nin minareleri görülüyordu, şimdi içinde bulunduğumuz âlemden başka bir âlem...” 


Batı taklitçiliğinin merkezi

Bütün bu içe kapalılığa, kopukluğa rağmen, İstanbul halkı baloyu Levanten ailelerin evlerinde görmüş, Ahmet Rasim’in Fuhş-u Atik adlı eserinde keyifli bir mahcubiyetle anlattığı sokak karnavallarını, Paskalya kutlamalarını, yılın Avrupa modasını Levanten ailelerden öğrenmişti. Levantenlerin doldurduğu pastaneler, lokantalar, sinemalar, tiyatrolar, dükkânlar İstanbul’un kamusal mekânları olarak, kentin Müslüman halkının da yeni bir yaşam tarzıyla tanışmasına, farklı tecrübeler edinmesine öncülük etmişti.

Kozmopolit imparatorlukta bile zor tahammül edilen bu aykırı gruba, ulus-devletin tahammül etmesi elbette imkânsızdı. Levantenler, Cumhuriyet döneminde yabancı kültür istilasının en somut örnekleri olarak ele alındı. Levantenlerin yurdu Pera, Cumhuriyet’in modernleşmeci kadroları için bile barlarıyla, meyhaneleriyle, umumhaneleriyle, “mikrop yuvası”, “Garp taklitçiliğinin vücuda gelmiş hali” idi.

1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması’yla kapitülasyonlar kaldırılınca ticari ayrıcalıklarını kaybettikleri için zamanla yoksullaşan Levantenler, 1925’ten itibaren Fransız ve İtalyan okullarının kapanması, 1935’ten itibaren pek çok meslekte çalışmalarının yasaklanması, cemaatin küçülmesi yüzünden evlenecek uygun Levanten aday bulmalarının zorlaşması üzerine, yavaş yavaş anavatanlarına doğru yola çıktılar. 1935 Nüfus Sayımı’na göre, İstanbul’da 19.609 Katolik vardı. Bu küçük grup da 1942 Varlık Vergisi faciası, 6-7 Eylül 1955 yağması, 1964 Kararnamesi ve diğer gayrımüslim ve yabancı düşmanı politika ve eylemlerden sonra Türkiye’den ayrılmak zorunda kaldı.

Bugün, “hem Batılı hem Doğulu”, “hem içerde hem dışarıda”, “hem yerleşik hem yurtsuz”, “hem bizden hem yabancı” ara kategori, modernite öncesi melez/çoğul bir kimlik olarak bu topraklardaki yaşama büyük bir derinlik ve zenginlik katan Levantenlerden geriye çok az şey kaldı.
 
Fuhş-ı atikten fuhş-ı cedide 

Osmanlı Devleti’nin ilk umumhaneleri (genelevleri) 19. yüzyılda Galata ve Beyoğlu’da açılmıştı. Kuledibi, Abanoz, Ziba, Yüksekkaldırım, Kemeraltı, Boğazkesen çevresinde toplanan umumhanelerde daha çok gayrımüslim fahişeler çalışırdı. (Müslüman fahişeler Üsküdar ve Kadıköy bölgesinde toplanmıştı.) Yabancı gemiciler, karaya çıkar çıkmaz soluğu Galata’nın ünlü balozlarında alırlar, Tanzimat yıllarında sırf bu gemicilerin “iyş-ü işret” ihtiyaçları için açılan otellerde gecelerlerdi. Balıkpazarı meyhanelerinin müdavimleri kayıkçı, mavnacı, araba sürücüsü, hamal, tellak gibi ayaktakımı, bıçkınlıkları ile meşhur bahriye neferleri ve Rum oğlanları idi. Bahriyeliler meyhanelerde oturmazlar, ayaküstü birkaç kadeh yuvarladıktan sonra soluğu Galata umumhanelerinde alırlardı. Sidikli Despina’nın Evi, Sakallı Eleni’nin Evi, Çingene Despina’nın Evi gibi ünlü evlerde çalışan “âlüftelerin” arsızca yollardan çevirdikleri erkekler evlerde kurulan rakı sofralarında müzik eşliğinde yoldan çıkarılır, ceplerindeki son kuruşu da orada bıraktıktan sonra evlerinin yolunu tutarlardı. Frengi, belsoğukluğu, uyuz gibi hastalıklar bu hayatın mütemmim cüzüydü elbette. 

Abdülhamit’in tedbirleri

Devletin kayıtlarına göre sadece Galata-Pera bölgesinde 2.000’i aşkın kadının adli ve tıbbi denetimden uzak çalıştığı 1859’da Sadrazam Âli Paşa fuhuş yapanların, fiilin derecesine göre 48 saatten üç aya kadar hapis veya üç aydan altı aya kadar sürgün ile cezalandırılacaklarını belirten bir emirname yayımlamıştı. Ancak bu cezalar işe yaramadı. Çünkü işin içinde yüksek makamlar vardı. Örneğin II. Abdülhamit’e gönderilen bir jurnale bakılırsa, Nazım Paşa’nın koruduğu Komiser Hüsnü ve polis memuru Şaban Efendiler, sorumlu oldukları bölgelerdeki umumhanelerden ayda altışar lira rüşvet alıyorlar, ayrıca gözlerine kestirdikleri namuslu kadınlarla tehdit yoluyla beraber oluyorlar, sonra da umumhanelere düşmelerine neden oluyorlardı. Halife unvanlı Abdülhamit’in aldığı en büyük tedbir, askerî okulların yatılı öğrencilerinin ve Darüşşafaka öğrencilerinin Galata sokaklarında dolaşmasını şiddetle yasaklamak oldu. Görülenler okul idaresine jurnallendiler, zabıtaca tevkif edildiler, duruma göre okuldan uzaklaştırma ya da hapis cezasına bile çarptırıldılar, o kadar. 1900’lerin başında bölgede 100 kadar umumhane faaliyet gösteriyordu. Bunlardan biri de Tophane’de Seyyid Nizam Mahallesi’nde Mustafa adlı bir Müslüman’ın eviydi.

Birinci Dünya Savaşı ve onu izleyen işgal yıllarında Ahmed Rasim’in “Fuhş-ı atik” (eski fuhuş) dediği hayatın yerini “Fuhş-ı cedid” (yeni fuhuş) alacaktı. Rasim’in deyimiyle “tam hususi”, “yarı hususi”, “kapatma-mantenot”, “sermaye”, “sokak” ve “mezarlık” fuhuşu savaşla birlikte yoksullaşan, erkekleri ölen, aileleri dağılan Müslüman kesimlere de sirayet etmiş, “İslam içtima-i terbiyesi yaralanmış”, hatta “görenek” olmuştu.

1920 yılında bölgedeki umumhanelerin “birinci sınıf” olanları Abanoz Sokak’a (bugün Halas Sokak) taşındı. 1964’te Galata dışındaki umumhaneler resmen kapatıldı ama Abanoz Sokak’taki evler 1974’e kadar gizlice çalıştı. Günümüzdeki durumun nasıl olduğunu ise “bilenler bilmeyenlere anlatsın” diyerek noktayı koyalım.

Özet Kaynakça: Avrupalı mı Levanten mi? (Yayına Hazırlayanlar: Arus Yumul, Fahri Dikkaya), Bağlam Yayıncılık, 2006; Edmondo de Amicis, İstanbul (Çeviren: Beynun Akyavaş) Kültür Bakanlığı, 1981; Bertrand Bareilles, İstanbul’un Frenk ve Levanten Mahalleleri, (Çeviren: Ali Berktay), Güncel Yayıncılık, 2003, Ahmed Rasim, Eski Fuhuş Hayatı Fuhş-i Atik, Avrupa Yakası Yayınları, 2007, Refii Cevat Ulunay, Eski İstanbul Kabadayıları, Bolayır Yayınevi, 1958.

Editör: TE Bilişim