3 ada hikâyesi

Bugün size üç yazar üç ada öyküsü anlatacak. Yorgo Kırbaki’den Yunanistan’ın velinimeti Türk turisti, Cansu Çamlıbel’den Nisyros’ta halaylarla karşılanan Abramoviç yatını, Feryal Pere’den kekik kokulu Marmara Adası’nı okuyacaksınız.

Bir tarafı mermerle dört tarafı denizle...

Feryal Pere

20 seneden çoktur. Yaz günlerinden bir yaz günü, İstanbul-İzmir seferini yapan Ankara feribotu, yoldan çıkmıştır! Güverte tembelleri, “Bize iyi bir şey olmaz” ahalisinden oluştukları için, ah arıza var galiba diyerek ayağa kalkmış, rota değişikliğini felaket beklentileriyle açıklamışlardır birbirlerine… İyi de, koca geminin etrafına doluşan sandallardaki neşe, küçük sürat teknelerinin gemiyle yunusmuşlar gibi oynaşmalarının sebebi nedir ki?
 
Hep uzağından geçilen adanın, tepelerinden kıyılarından sallanan eşarplar, şapkalar, mendiller, şallar ne demektir acaba? Uzun uzun çalınan gemi düdüğüne karşılık gelen bu coşku sadece bir kutlamaya yakışır. Öyleymiş meğer. Çünkü geminin kaptanının ilk seferidir. Okullarını bitirmiş, stajlarını tamamlamış, kocaman feribotun dümeni emanet edilmiş kaptan, adanın çocuğudur. Sonrası, bütün yolculara yerleşen tebessüm, hülyalı bakışlar, hep aynı son cümle: Film gibiydi… Filmde görsek ağlardık…
 
Bu şahane yolculuk, benim Marmara Adası’nı ilk görüşümdü. Yıllarca aramıza cazibe merkezleri girdi, Yunan adaları diyoruz onlara kısaca. Marmara Adası, İstanbul’un burnunun dibi ama burnu büyük garibimin ne yapalım!
 
KEKİK KOKUYOR

Bahane lazım, aracı lazım, Ebru-Güner adlı melekler lazım, “Deniz otobüsü de var. Yenikapı’dan kalkıyor. Ama Tekirdağ yol açıksa bir buçuk saat, Barbaros İskelesi’nden püfür püfür bir buçuk saat daha… Benzer bir daveti değerlendirecek zihin açıklığı diliyorum herkese. Yeşil. Bildiğimiz yeşil. Zeytinler, çamlar...
 
Tek tipleştirilmiş güzelim sahillerimize hiç benzemiyor. Ne bir tanıdık lokanta adı, çok şükür ne kuaför zincirleri, ne ille de İstanbul’dan gece kulübü uzantıları. Yok. Mis gibi kokuyor Marmara Adası. Kekik kokuyor. Adaçayı kokuyor. Üstelik Ağustos kurağında. Girit, Rize, başka adalardan gelenler omuz omuza. Girit’in evleri ağırlığını koysa iyi olurmuş ama mimarisi Karadenizce konuşuyor! 
 
Bakmayın bir tarafının mermerlerle, her tarafının kayalarla çevrelendiğine… Yumuşak huylu ada orası. Masumiyet müzesi. Burun kıvıranın burnunu bir güzel kıvırıyor. Mendireği mermerden muallim!
 
Huzur var. Alçakgönüllü, tertemiz bir deniz. 6000 yıllık geçmişi var. Marmara Adalılar, iyi insanlar. ?ansı ya da Ebru-Güner’i olan gezginler, Karadayı teknesiyle Manastır’dan dönerken parmaklarını yedirten Sevim Hanım’la yolculuk ederler. Onun kıkır kıkır cıvıltılı cümleleriyle gerçek tarihe tanıklık ederler… ?u kartal yuvası gibi müşiş evi Orhan Günşiray yapmış mesela...
 
Kardeşlerimle benim unutulmaz ‘fragman’larımızın baş köşesi… Davudi ses, filmi tanıtıyor, yaratıcı cümlelerle: ‘Orhann Günşirayyy yumruklarıyla dövüşüyor... Dudaklarıyla öpüşüyorrrr...’ Bu fiilleri sadece Orhan Günşiray anılan biçimde yapar sanmışsın yıllarca, demek kaçıp kaçıp bu eve gelirmiş. ‘Bağzı’ ünlülerin, zenginlerin çok şık yalıları da var. Yememiş yememiş, aynı pantolon gömlekle hayat geçirmiş bir rahmetlinin şahane evlerine bakıp acı çekemiyorsun, vah yazık dedikten sonra gülmen tutuyor… 
Çünkü Sevim ‘Teyze’ dilinde, ölüm hafif! Aba koyu, Pehlivan yemekleri, Çınarlısı, yürümesi, sebzesi, zümresiz plajları ile ne güzeldin Marmara Adası.

EL SALLA, EL SALLA!

Ama, vedan! Seni biricik kılan belki de o. Her akşamüstü, bıkmadan yılmadan, kimsenin zorlaması olmadan bütün ada ahalisi, İstanbul vapuruna el sallıyor. Vapurdakiler de onlara. Bu törene gemiden yayınlanan Barış Manço’nun ‘El salla! El salla!’ şarkısı eşlik ediyor. Bir ara vazgeçmeye cüret edilmiş, Ebru’nun annesi başta, yürüyüş yapmış adalılar. Ellerde pankartların pek naifi ile: “?arkımızı istiyoruz!”
 
Birbirini tanımayan insanlar, birbirlerine el sallıyor. İskeleden. Denizden. İnşaatlardan. Ağaç aralarından. Balkonlardan, teraslardan. El salla el salla, adı Elafonesos iken yaşamışlara. Çoluklu çocuklu gidilen Prokonnesos diskosuna. Karadeniz’le Ege arasına. Adaçayı kokularına. Çocuklarımıza. Adını bilmeyene, adını bilmediğine. Kucaklaşmak bu da bir bakıma.
 
El salla el salla, bak minik oğlan nasıl zıplıyor seni uğurlamaya. El salla el salla, şiirlere. Kahkahasını esirgemeyenlere. Ahalinin güzel inadına. El salla el salla, az sonra tuttuğun takıma ilk kederinde söyleneceğine. El salla, altı bin yılın seslerine, izlerine. El salla, utanma ağla. Herkes ağlıyor. Sevinçle hem de. El salla, film değil sahiden olana. El salla el salla, giderek yalnızlaşan güzelim ülkene. “Eskiden biz...” deme, el salla. “Biz hâlâ...” de, el salla.
                                                                   
 
 
                                                                       *****
 
 
Abramoviç halayı

Cansu Çamlıbel

Hayat bu yıl tatili, bayramla birleştirerek yapmamızı dayatınca milyonların akın ettiği Türk sahillerinde bir havluluk yer kapma mücadelesinden kurtaran bir dost teknesi oldu. Tunay “Haydi” der demez, benim devasa valizi hızla kamara boyutunu zorlamayacak çantalara devşirdik. Son yılların yaz klişesi Yunan adalarına uğrayarak seyrüsefer fikri havayı koklayan kaptanımız Yüksel’den de onay alınca çıktık yola. İlk durağımız Simi hakkında matbuattaki büyüklerim yıllardır yazmadık tek satır bırakmadıkları için hızla geçiyorum. Türkbükü’ne denk abartılı hesaplar nedeniyle Türkler arasında bu kadar popüler olduğunu sandığım ‘Manos’ta artık her marka ve çeşit Türk rakısı da var, müjdeler olsun!
 
Simi’nin batısında denize neredeyse 90 derece dik yamaçların kenarında olduğu için ‘Uçurumbükü’ adını uygun gördüğümüz sakin koyda kayan yıldızları seyrederek güvertede uyuduğumuz gecenin ardından tekrar yola koyulduk. Ekibimizin 12 yaşındaki yıldızı Asya ve efsane arkadaşı Çiçek’in hitabıyla ‘Kaptan Y’, rotayı batıya kırıp istikameti Tilos olarak verdi. Kitaplarımızı okuyarak kısa sürede vardığımız Tilos’taki kırmızı kumsal hayal ettiğimiz gibi çıkmayınca gözler en yakınımızdaki adaya Nisyros’a çevrildi. Kaptan Y’nin “Hava dönüyor, biraz çalkantılı bir yolculuk olabilir’ uyarısına rağmen devam etmekte ısrarlıydık.

OYALAMAYIN BENİ!

Hava patlayınca bir saatlik yolu iki buçuk saatte alarak vardığımız Nisyros Limanı’nda ‘Benimlen çalışan Türkler mutlu’ sözleriyle Türkçe olarak adanın bitirim turizmcisi Dimitris Hartofilis tarafından karşılandık. O andan itibaren Dimitris, Nisyros keşfimizde can simidimiz oldu. Ertesi sabah Faruk kiraladığımız arabayı teslim almak için ofisine gittiğinde Dimitris’i almıştı bir telaş. “Alın anahtarı oyalamayın beni, bugün önemli misafirim var” demiş, Faruk’un ısrarlı soruları üzerine sesini kısıp gözlerini açarak “Abramoviç, Abramoviç” buyurmuştu. 
 
Ünlü Rus oligarkın Akdeniz ve Ege merakını bildiğimizden adaya gelme ihtimaline değil de, bizim açıkgöz Dimitris’in kankası olması ihtimaline takıldık. Akşamüstü olup da limana döndüğümüzde gözlerimize inanamadık. Üzerinde içeceklerle maytapları hazır bir yaş pasta olan karşılama masası ve geleneksel kıyafetler içindeki folklor ekibi hatırlı misafiri bekliyordu. Ve işte siyah ipek gömleği içinde Dimitris de hazır.
 
Roman Abramoviç’in devasa yatlarından biri ‘Le Grand Bleu’ ufukta gözüktüğünde limanda demirli irili ufaklı teknelerdeki herkes dürbünlerine sarıldı. Evet yanlış görmüyorduk; 113 metrelik yat üzerindeki helikopter pisti ve kocaman bir diğer yelkenliyle adeta savaş gemisini andırıyordu. Nisyros ahalisi, Abramoviç’in yüzen şatosunu görmek için limana doğru akın etmeye başlamıştı. Heyhat içinden inen kendisi değil yakınlarıydı, karşılayansa gerçekten Dimitris! Zaten aslında 2006’dan beri ‘Le Grand Bleu’nün sahibi Abramoviç’in yakın dostu ve iş ortağı Eugene Shvidler’di. Ama şan bir kere yürüdü mü gerisi fark etmiyor. Hep beraber halaya durduk...
                                                                             
                                                                                 *********
Türk turist, komşuya can simidi

Yorgo Kırbaki

Şeker Bayramı’nda on binlerce Türk turist, Midilli’den Meis adasına, Mykonos’tan Santorini’ye Ege’de ayak basmadık ada bırakmadılar. Karayoluyla Kavala-Selanik turuna çıkanlar da cabası. Esnaf  şimdiden Kurban Bayramı için hazırlık yapıyor.
 
En kötü tahminlerle bu yıl 800 bin Türk turist bekleniyor Yunanistan’da Yunan Turizm Teşkilatı (EOT) Genel Sekreteri Panos Livadas, “Türk turistler, artık Alman ve Fransız turistlerin egemenliğini tehdit ediyor. Bundan yararlanmak istiyoruz. EOT yakında İstanbul’da ofis açacak” diyor. Bayramda, 8-10 bin Türk turistin ‘istila’sına uğrayan ve bence Türk sahilleri karşısındaki en güzel ada olan Midilli sakinlerinin o günlerdeki tek şikâyeti “Türkler tavernaları doldurdu. Oturacak masa bulamadık” idi. Otel sahibi Yianni’ye soruyorum: “Türk turist nasıl biri?” Cevap: “Alman gibi, İngiliz gibi kahvaltının kalitesiyle pek uğraşmıyor. Huzur istiyor. Bir de iyi akşam yemeği. Buzukiyi, sirtayi seviyor, çiftetelli oynuyor.”

AVRUPALIYA TERCİH EDERİM

Midilli Ticaret Odası Başkanı Thrasivulos Kalogridis’e sordum: “Adamız için can simidi oldular. Türk turist bir-iki gece kaldığı Midilli’de, yedi gece kalan Alman turistten yemek için daha fazla para harcıyor. Türk tatil yaparken kaç para harcadığını umursamıyor. Alışverişiyse yerel ürünlerle.” 
 
Az ilerdeki Sakız Adası’nın Ticaret Odası Başkanı Andonis Zanikos da aynı görüşte: “10 Türk turisti, bir charter uçağı dolusu Kuzey Avrupalı turiste tercih ederim.”
Kuzey Ege Bölge Valisi Yardımcısı Elefteria Ftatlaki’nin Türk turist tanımıysa  şöyle: “Alışverişe olmasa da yemeye ve içmeye çok para harcıyorlar.”
 
Vali Yardımcısı Ftaklaki iyi bir haber de veriyor: “Yunan hükümetinden, Rodos, Kos, Samos, Midilli ve Meis adalarındaki ‘limanda vize’ uygulamasını, Santorini, Mykonos, Siros, Leros, Kalimnos ve Patmos adaları için de istedik.” Birkaç yıl öncesine kadar Yunan turistler İstanbul’a akın ederdi. Çark döndü. Bir de şu ‘Schengen vizesi’ eziyeti kalksa..
Editör: TE Bilişim