Sakarya Nehri’nin Karadeniz’le buluştuğu Karasu’daki balıkçılar verimli bir sezon yaşıyor. Ağlara takılan palamutlar, nehrin üstüne kurulan restoranlarda pişirilip, taze taze servis ediliyor. Geçen hafta sonunda yolum Karasu’ya düştü. Karadeniz’in hırçın dalgalarıyla selamlaştım, Acarlar Longozu’nu keşfettim, nehirde tekne turuna çıktım, günbatımında çingene palamuduyla rakıyı buluşturdum...

“Temmuzda burada iğne atsanız yere düşmez” diyor genç garson. Nehir kıyısında, asırlık çınarların altındaki çay bahçesinde Karasulularla günbatımını ve Karadeniz’i seyrediyoruz. Sakarya Nehri yanıbaşımızda usulca akıyor. Göl kadar sakin yüzeyi. Karşı kıyıdaki gırgırlarda ağlar istifleniyor. Tayfaların bir kısmı ağları onarırken, bir kısmı öndeki teknenin kıçına rakı masasını kurmuş. Izgarada palamut pişirip, keyifle kadeh tokuşturuyor. Günbatımında coşup insan boyuna ulaşan dalgaların dört nala kıyıya koşması, nehrin ağzındaki rıhtıma çarpıp büyük fıskiyeler oluşturması görülmeye değer. Sakarya’nın denize kavuştuğu nokta kum tepesiyle daralmamış olsa, dalgalar içerilere girecek kadar güçlü.

LONGOZDAKİ YALIÇAPKINI

Eylülün son haftasında, sıcak bir cumartesi günü akşama kavuşmak üzere. Hafta sonu olmasına rağmen Karasu sahili çok sakin. Bazı çay bahçeleri sezonu kapatmış bile. 
Sabah Sapanca Gölü kıyısından başladığımız yolculuğun son durağındayız. Sakarya’nın gölleri, köyleri, dereleri derken kendimizi Karasu’da bulduk. Öncesinde grubumuz ikindi güneşinin sarı ışıklarıyla güzelleşen Acarlar Longozu’nu gezdi, ardından Sakarya’da tekne gezisine çıktı...
 
Yol arkadaşlarım hangisini daha çok sevdi bilmem ama ben Acarlar Longozu’na doyamadım. 15 yıl önce, Güney Amerika’nın subasar tropik ormanlarda çıktığım tekne yolculuğunu hatırladım. Evet, her kanadı elim büyüklüğünde gümüşi mavi kelebekler yoktu ortada. Ama onun yerine ışık hızıyla gözden kaybolan, metalik mavi kanatlı, mahcup bir yalıçapkınıyla karşılaştım. Kökleri suya gömülü dişbudak, söğütler, kanalın iki yanını süsleyen nilüferler izlenimcilerin tablolarını andırıyordu. 
 
Başoğlu’ndan Denizköy’e, Karadeniz’e paralel uzanan subasar ormanın biz sadece doğu ucundaki bir kilometrelik bölümünde tekne turuna çıktık. Sahilindeki kazıklar üstünde yükselen ahşap yolda yürüdük. Longozun sonrası, yaklaşık 13 kilometrelik geçit vermez sarp ormandı. Denizden iki kilometre uzaklıktaki bu ormanlar su kuşlarının son sığınaklarından biriydi. Tam 234 çeşit kuş, 13’ü endemik 2300 çeşit bitki tespit edilmişti. Acarlar, Kırklareli’ndeki İğneada’yla birlikte Türkiye’nin iki büyük subasar ormanından biriydi. Longozun suyu o kadar fazlaydı ki, doğuya doğru 8 kilometre denize paralel ilerleyen Okçudere ile Sakarya Nehri’ne boşalıyordu. 
 
Uzun yıllar yurtdışında yaşayan Yılmaz Sütçü, longozun doğu ucuna bir restoran kurmuştu. Okçudere’nin üstündeki köprü benzeri “Teras Kafe”ye bölge halkı kebap, pide ve gözleme yemek için geliyordu. “Bir gün önce haber verin, size her türlü yöre lezzetini hazırlatırım, 12 ay açığız” diyordu Sütçü. 
 
Sütçü, bacağına güvenen longoz kaşiflerine saati 15 TL’ye deniz bisikleti kiralıyor, bizim gibi acelesi olanları da kişi başı 5 TL’ye tekneyle gezdiriyordu. Tekne gezisinde gözüm ormanın içlerinde, kulağım kuş seslerindeydi. Fakat cumartesi kalabalığından kaçıp, ormanın derinlerine sığınmıştı tüm mahlukat. Metalik mavi tüylerini parlatarak yanımdan geçen yalıçapkını ve neşeyle koşuşturan ördekleri saymazsak ortada hayat yoktu...

NEHİRDE GÜNBATIMI

Karasu’ya vardığımızda, bir balıkçı teknesinde, palamut ağlarının üstüne oturup Sakarya’nın içlerine doğru yarım saatlik bir tura çıktık. Kıyısı boydan boya söğütler, onların arkası meyve bahçeleri, bostanlar, kavak korularıyla kaplıydı. Doğu yakasında, içerilere doğru uzanan beş kilometrelik toprak bir yol vardı. Nehir boyunca ilerlerken, iskelelerde, açık alanlarda oltasını suya sallandırıp umutla bekleyen birkaç amatör balıkçıya rastladık. Otomobilleriyle gelmişti çoğu, bazıları üç kamışla avlanıyordu. Balık beklerken bir yandan da piknik yapıyorlardı.
 
Afyon’un Bayat Yaylası’ndan başlayıp 824 kilometre boyunca derelerle beslenen Sakarya, cüssesinden beklenmeyecek kadar sakindi. 60 metre genişliğindeki nehrin akıntı gücünü fark etmek için kıyıya yaklaşmak ya da köprü ayaklarına bakmak gerekiyordu. O sakin su, köprü ayaklarında müthiş bir enerjiye kavuşuyordu. Yol boyunca Sarıyar ve Gökçekaya barajlarında dinamoları çevirmiş, elektrik üretmiş, yine de gücü tükenmemişti. Kıpırtısız gibi görünmesine karşın, saatte yaklaşık 5-6 kilometre hızla akıyordu. Bir karış altı görünmeyecek kadar bulanıktı. Bu nedenle epeyce ürkütücüydü.

YILDIZLARIN ÇEKİCİLİĞİ

Teknemiz İstanbul’a içme suyu taşıyan boru hattını geçip, geri döndü. Bu kez denize kadar turladık. Güneş ağaçların arkasında kaybolmuş, batı ufku kızarmaya başlamıştı. Üstümüzde ilk dördün halindeki ay parlıyor, turna sürüleri uçuyordu. Oysa göç kervanı çoktan gitmiş olmalıydı...
 
Suyla dolu bir günü, yine suyun üstünde, nehrin Karadeniz’e açıldığı bölgedeki salaş bir restoranda noktaladık. Kerahetin, yani sohbetin vaktiydi. Tabaklarımızdaki ızgara palamutlar roka ve kırmızı soğanla süslenmişti. Biz sofrada balığı rakıyla buluştururken, karşı kıyı önce kırmızıya, ardından mora boyandı. Sonra alacakaranlık çöktü. Nehrin ağzındaki sığlıkta üç genç serpme ağlarını dansçı zarafetiyle suya savuruyor, hızla topluyordu. Muhtemelen levrek peşindeydiler. Yaşlı bir adam uzun zamandır kıyıdaki korkuluklarda tek başına oturuyor, dalgaları seyrediyordu. Gece öylesine kışkırtıcıydı ki, deniz sütliman olsa geniş kumsaldan lüfere ya da levreğe olta atıp, sabaha kadar Karadeniz üstündeki yıldızları seyredebilirdim... 
Editör: TE Bilişim