Akdeniz Öykücüsü

Girne sahilden Doğanköy’e doğru elimde market poşetleriyle yürüyordum. Yine bir minibüs bulamamış, tabanvaya kalmıştım. Biraz daha yürüdükten sonra elimdeki poşetlerin yerini değiştirip bir parça dinlendim. Bu sırada yirmi dakikadır beklediğim minibüs, yanımdan geçiyordu…  
Hay aksi!  
Poşetlerden birini sağ elimden sola aldım. (Sol yanım her zaman daha kuvvetlidir…)  
Her neyse, yükü bir elimden diğerine dağıtırken öğretmen evinin sırasında eski bir bankta oturan yaşlı bir adamın gazetesi üzerinden beni süzdüğünü gördüm. Hem de gözlerini kaçırmaksızın dimdik suratıma bakıyordu. Kafamı çevirip görmezden geldim ve ellerim müsaade edene kadar on ile on beş adım arası bir mesafe daha yürüdüm. Poşetleri yere koyup doğrulduğumda, bir çift göz hala üzerimdeydi. Fark ettiğimi görünce bir an için gazetesine geri döndü. Bu sırada bende poşetlerle ilgileniyormuş gibi yaptım. Ancak ikimizde birbirimizi test etmiş olacağız ki yine aynı anda göz göze geldik! 
Kıbrıs sıcağı tepemde… Eve en az yarım saat vardı… Kısacası yaşlı adamın bakışları, sabrımın sınırlarında dolaşıyordu. Kendimi daha fazla tutamayarak başımı ona doğru çevirdim. 
“Pardon? Siz bana mı bakıyorsunuz acaba?” 
Yaşlı adam şaşırmıştı. 
“O! Ben mi?” 
“Tövbe bismillah… Yok babam!” 
“Nasıl? Babanız da mı buradalar?” 
Alnımda biriken teri silerek gülümsedim. Sinirlerim bozulmuştu. Ben gülünce o da gülümsedi. “Biraz yorgun gibisiniz, gelin dinlenin isterseniz. Bakın, bu bankta epeyce yer var.” 
Eh, bu yorgunlukla reddedilebileceğim bir teklif değildi… Bir parça sohbet de kafa dağıtır hani… Poşetleri selvi ağacının kenarına iliştirip hemen yanına oturdum.  
Memnun bir şekilde gazetesine geri döndü. Sanırım bulmaca çözüyordu? 
Selvi gölgesi de olsa güneşin alnında tek başına olmak zordu. Hele iki kişiyken susup oturmak ayrı bir zor benim için... Bu defa laf atan ben oldum. 
“Çengel mi o?” 
Başını çevirerek gözlükleri üzerinden iyice süzdü beni.  
“Hayır. Sudoku.” 
Onaylarcasına kaşlarımı yukarı kaldırıp başımı salladım.  
Pek de misafirperver değildi sanki? Banka davet ettikten sonra tamamen bulmacasına odaklanmıştı.  
“Eee? Zor mu bari?” 
“Eh işte..” 
“Yardım edeyim mi?” 
“Hay aksi!” 
“Ne oldu?” 
“Ne olacak, canım sudoku sizin yüzünüzden boşa gitti. Tutamadınız çenenizi iki dakika daha!” 
Başımdan aşağıya kaynar sular döküldü sanki? 
“Nasıl ! ?” 
“Nasılı mı var küçük hanım? Siz gelene kadar tam yedi kare doldurdum, şimdiyse sayenizde hepsi çöpe gitti!” 
Üstüme iyilik sağlık! Neye uğradığımı şaşırdım birden, 
“İyi de buraya oturmam için siz davet ettiniz beni.” 
Sudoku yenilgisi onu derinden etkilemişti. Gazeteyi ikiye büküp dizleri üzerine koyarak hışımla bana döndü. 
“Maşallah, bu kadar konuşkan olacağınızı hiç tahmin etmemiştim de ondan!” 
“Bu ne kabalık böyle? Ben gidiyorum!” 
“İsabet olur, hay hay…” 
Oturduğum yerden kalkıp selvi ağacının dibine, poşetlerin yanına gittim. Göz ucuyla yeni bir stabilite planı yaptıktan sonra poşetleri yeniden sırtlandım. Üç dört adım atmıştım ki arkamdan yine aynı ses… 
“Taşıyamazsınız öyle, paranıza kıyın da bir taksiye binin.” 
Bu kadarı da fazlaydı ama. 
“Hasbünallahü ve nimel vekil! Siz niçin hala bana laf atıyorsunuz bey amca?” 
“Kötülüğüne mi diyorum sanki a kızım? Zaten hava cehennem sıcağı, yolda rezil olacaksın! Madem taksi tutmayacaksın, gel de bari yine bankta bekle minibüsünü. Nasılsa geldiği zaman buradan geçecek.” 
“Azarlarsanız giderim ama!” 
Yüzünde muzip bir tebessüm vardı. Galiba barışmıştık… 
“Yok yok, bulmacayla da işim bitti zaten!” 
İkinci bir şans vererek yeniden yamacına oturdum. 
“Yenisiniz galiba buralarda?” 
“Öyle, ama nereden bildiniz?” 
Aynı iğneleyici bakışlarla iyice süzdü beni…  
“Akdeniz insanının sıcaklığı henüz senin içine işlememiş, belli ki epey uzaklardan geliyorsun?” 
“Doğru” dedim. “İstanbul’luyum ben.” 
“Tahmin etmeliydim…” dedi yaşlı adam.  
“Neden? Akdenizli kadar sıcak değilim onu anladım. Ama İstanbullu olmak bu kadar mı kötü?” 
“Yoo, sadece telaşın, stresin seni ele veriyor. Hepsi bu.” 
Benzer bir tebessümle birbirimize baktığımızı fark ettim.  
“Galiba haklısınız…” 
“Haklıyım tabi ya!” 
Bu neşeye kayıtsız kalmak imkansızdı. Az önce bulmacasını mahvettiğim adam uçup gitmişti sanki? 
“Akdeniz insanını iyi tanıyor gibisiniz, Kıbrıs’ın yerlisisiniz sanırım?” 
Kararlı bir şekilde yerinden doğrularak, 
“Hayır” dedi o. “Bodrumluyum ben.” 
“Karşı kıyılardan yani?” 
“Evet küçük hanım. Ama hangi kıyıdan olduğu fark etmez, Akdenizli olmanın kendisi bir ayrıcalıktır zaten! İster istemez kokusunu, tuzunu bulaştırır insana… Hem bir zaman sonra bir de bakmışsın ki ne gelmeyen minibüs için sinirli ne de taşımakta zorlandığın bu poşetler için endişelisin! Kısa zaman sonra anlarsınız ne demek istediğimi…” 
“Çok emin konuştunuz” dedim ukalaca… 
“Tecrübe” diyelim dedi o. “Mesleğim gereği Akdeniz’i de Akdeniz’in insanını da tarihini de kültürünü de iyi bilirim.  İnsan bir kez yaşamayagörsün buralarda… Hele ki bir parça da şair ruhu varsa içinde, kalbi maviye dönüverir.” 
Ukalalığım her cümlede biraz daha kendini gösteriyordu sanki? 
“Balıkçısınız sanırım?” 
Bu söylediğime oldukça güldü. 
“Hayır, aslında bir tarihçiyim.” 
“Ya siz?” 
Mahcubiyetle ona baktım. 
“Akademisyenim.” Beni dikkatle süzmesine neredeyse alışmıştım. 
“Yaşınız çok genç, ilk görev yeriniz olmalı?” 
Tebessümle, 
“Evet.” dedim. 
“Ah ne hoş, böyle güzel bir başlangıca masalsı Akdeniz’de adım atmak! İnanıyorum ki tanıdıkça daha çok seveceksiniz…” 
Buna şüphem yoktu. Ama nereden bilmişti? Ben mahcup mahcup gülümserken o bir anda yerinden hızla doğrulup, yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle ayağa kalktı. 
“Size doyum olmaz lakin, işte benim otobüsüm geliyor!” 
Bunu duyduğuma üzülmüştüm. 
Arkasından el sallarken,  
“Minibüsü yalnız beklemektense gerçekten de bir taksi mi çevirsem” diye düşünüyordum. 
Yaşlı adam bu sırada hemen önümüzde duran Lefkoşa otobüsünün ilk basamağını çıkıyordu. İlk karşılaştığımız zaman nasıl olduysa yine aynı şekilde göz göze geldik.  
“Hoşçakalın!” diye seslendi. “Ha bu arada, kaleminizi Akdeniz’e bir kez batırdığınızda nereye giderseniz gidin sayfaların hep maviye döndüğünü göreceksiniz!” 
Otobüsün kapıları gürültüyle kapandı.  
Selvi ağacının altındaki poşetlerim beni bekliyordu… Kalkacağım sırada, gözüm bir an yanımdaki gazeteye ilişiverdi. Yaşlı adam bulmacasını burada unutmuştu… İstemsizce gülümseyip, 
bulmacaya göz gezdirdim. Sudokuyu gerçekten de becerememişti, ama asıl tuhaf tesadüf diğer sayfadaydı? Zira az önce el salladığım yaşlı adamın fotoğrafı çengel bulmacanın orta yerinde duruyordu! Ve aranılan kelime, soldan sağa 19 harf olan Halikarnas Balıkçısı’ydı…          

Gizem KODAK / Girne