SeaNews Dergisi  Denizcilik camiasının duayeni beybabası, UZMAR Denizcilik ’in kurucusu, Yüksek Denizcilik Okulu 1952 mezunu,  Kaptan Altay Altuğ ile Çeşme Marinada demirli Nedime adlı yatında konuştu. Nedime, Altay Kaptan’ın annesinin adı… Altay Altuğ bize ailesinin Osmanlı zamanında başlayan hikâyesini, kaptan ve kılavuzluk serüvenini, UZMAR şirketini nasıl kurduğunu anlattı.Beybaba uzun ve başarılarla dolu hayatını anlattığı röportajı siz DenizHaber.Com okuyucuları için paylaşıyoruz.

 SeaNews: Sayın Kaptan Altay Altuğ bizi konuk ettiğiniz için teşekkür ederiz. Sizi denizciliğin beybabası olarak tanıyoruz. Bize başarılı öykünüzü, neler yaşadığınızı anlatır mısınız?

Kaptan Altay ALTUĞ: Annem Artvin’den gelmiş, babam da Selanikten’ten. Ali Bozer ve Yüksel Bozer yeğenlerim merak etti bizim şeceremizi çıkarttı. Bosna Hersek Dilaverlerinden Ali Bey,  Kanuni Sultan Süleyman’ın süvari alayının kumandanıymış, savaşta çok yararlılık gösterince Kanuni onu İstanbul’a getirmiş ve tımar zeamet usulüne göre sen burada kalacaksın demiş. Ali Bey İstanbul’da iken oğlu Kaya Paşayı da Artvin- Ardahan bölgesine vali paşa olarak atamış. Ardahan’da böyle babadan oğula orada devam etmişler. Annemin dedesi Çürüksulu Şevket Paşa’ya kadar Artvin- Ardahan bölgesinin vali paşası olarak o bölgede yaşamışlar.  93 harbi olmuş. 93 harbinde Ruslar geldiğinde Ardahan ve Kars’ı zapt etmişler, o zaman Kars Ardahan’a bağlıymış.
Şevket Paşa da bir evladını da o savaşta kaybetmiş. Ruslar bu bölgeyi zapt edip Erzurum’a kadar gelmişler. Sovyet Rus ordusunun kumandanı Nikola, (Çarın büyük oğlu sonra çar oldu Rusya’ya) Ruslar paşanın konağına el koymuşlar. Paşa dedemize de siz de bir kısmına oturun demişler. Ayrıca o sırada ailenin bir kısmı dağılmış İstanbul’a gelenler olmuş.
Annem anlatıyor, ona da babası anlatmış, konağın büyük salonunda bir yılbaşı gecesi olmuş, şenlikler oluyor, tabii Müslümanlarda böyle şenlikler yok, içkiler içiliyor salonda, (bu sırada kullanılan kristal bardaklar ki bunlar paşanın eşyaları, her şeyi kullanıyor Ruslar), içtikten sonra kristal bardakları kırıyorlar. Bu arada nezaketen Paşa ve hanımını da davet etmişler sizde burada olun demişler. Bardaklar kırılınca büyük hanım ağlıyor terk ediyor salonu, odasına çıkıyor. Bunlar bize hakaret ediyorlar, malımızı zapt edip yerlere atıyorlar ben burada kalamam diyor. Zaten Paşa’da Padişah’la temas halinde “bırakıp dönelim mi?” şeklinde… Padişah haber veriyor şu tarihte Trabzon’a bir gemi gelecek, onunla döneceksiniz. O zaman Paşa, ağırlıkta hafif pahada ağır neleri varsa yanına almış ve faytonlarla Trabzon’a gelmişler. Tam vapura binerken, annemin Paşa dedesi, yanında da Mestan var arabalarına bakan süvarisi; “Mestan evladım oralar soğuktur sen bunu giy” diyerek üstündeki samur kürkü çıkarıp vermiş. Bir samur kürkle o zaman 50 tane at alınabiliyormuş, öyle değerli…
Bu şekilde İstanbul’a gelmişler, Padişah, Paşa’ya o zamanlar “yurtluk ocaklık maaşı” şeklinde 24 altın veriyormuş. 1 altınla, bir aile, 1 ay geçinebiliyormuş. Laleli’de bir konak satın alınmış, 18 odalı, orada oturmaya başlamışlar. Konakta faytonlar, atların ahırları, seyisleri varmış.  Annem de İstanbul’da bu konakta doğmuş.
Annem doğmuş, ama o sırada, annemin doğumuna operatör gelmiş, Çürüksulu Şevket Paşa ise bekliyor torunu doğacak, operatör Paşa’ya gelmiş demiş ki  “Paşa size iki haberim var,  birinci haber kızını, Farahnaz Hanımı kaybettik, ikinci haber ise, size kızını bıraktı” demiş. Paşa bunun üzerine kızım gitti ama bana bir kız bıraktı artık bu benim kızım oldu demiş ve annemi o bakmış, büyütmüş. Annem büyüyünce babası Sait Ardahan çocuğunu istemiş, Paşa ise adliye vekili arkadaşlarından rica etmiş benim damadı İstanbul’dan alın güzel bir yere terfian gönderin ama öyle bir yer olsun ki çok uzak olmasın demiş. Karasu’ya verelim demişler, oraya ağır ceza reisi olarak gitmiş.
Paşa dedesi annemin çok eğitim almasını istemiş
Annem Dame de Sion’da okumuş. Fransızcası iyiydi. Dedesi müzik öğrenmesini de istemiş. Piyano dersi keman dersi aldırmış, dedesi ayrıca bunlar alafranga, ud çalmayı da öğrensin ve özel olarak fıkıh ilmi öğretmiş, edebiyat öğretmiş… Şair Fitnat vardı annem onunla mektuplaşırdı. Benim çocukluğumdan bir anıdır, şair Fitnat hanım ve şair Eşref atışmışlar, annem ise bu atışmada Fitnat hanımı tutardı. Ben çocuktum, bir şiir yazmış Fitnat Hanıma sende mi şair oldun diye. Fitnat Hanım da cevap yazmış; “yağdı yağmur çaktı şimşek sende mi şair oldun”… Diye bunu annem anlatmıştır.
 Ben çocuktum belediye reisi gelirdi, anneme; “yazdınız mı hanımefendi?” derdi. Böyle bir sayfaya annemin eski Türkçe ile yazdıklarını alır -o zamanlar kurşun kalem şeklinde yazısı silinmeyen tükenmez kalemler vardı-, Cumhuriyet bayramlarında konuşma yapardı.
Yine annem anlatıyor büyükbabam zamanında İsmet İnönü bize gelirmiş (cihan harbi sırasında ve annem de 14 yaşındaymış o zamanlar) o zamanlar yeğenlerden Topçu subayı Enver varmış annemin ağabeyi gibi, İsmet İnönü’nün sınıf arkadaşıymış.  İsmet İnönü faytonla gelirmiş Enver dayıyı alır harbiye nezaretine gidermiş. Enver binbaşı, topçu alayının kumandanı, Anafartalar savaşında şehit düşmüş.
Yine annem anlatırdı, hafta başında vekilharç gelirmiş,  Paşa kasaya gider bir tek altın alırmış, annem de dedesiyle beraber gidermiş ve o tek altını alıp vekilharca verirlermiş. Sonraları dedesi artık anahtarı anneme verirmiş, annemin görevi olmuş altını alıp vekilharca vermek… Dede ile torun arasında böyle bir yakınlık oluşmuş. Sonra Paşa dede vefat etti mezarı ise maksimden Beşiktaş’a inerken sağ tarafta Dolmabahçe’ye inen bölgede bulunmaktadır.
Babam Selanik’te Atatürk’ün katipliğini yapmış.
Babam ise Selanik’ten 1923 yılında Gülnihal mübadele gemisi ile gelenler arasındaydı. Selanik’ten gelen o gemiye binmek için, sahildeki çakıllarda iki gün yatmışlar. Babamlar da 5 kardeşmiş. Babam o zaman 22 yaşındaymış. Askerliğini Atatürk’ün yanında yapmış. O zamanki mülkiye mezunuymuş babam… Mülkiye mezunları o zaman kâtip olurmuş. Selanik’te kaldığı yıllarda babam Atatürk’ün kâtipliğini yapmış. Atatürk yüzbaşıymış, babamda kâtibiymiş. Yıllar sonra onun bir hikâyesini anlattı; bir gün Atatürk’ten izin istemiş, ne izni? Diye sormuş Atatürk. “Efendim 1 gün izin istiyorum” demiş, Atatürk, ”tamam yarın perşembe 1 gün izinlisin” diye cevap vermiş. Babam düşünmüş ki ertesi gün Cuma iş yok böylece 3 gün izin yaparım. Atatürk ise Cumartesi Pazar çalışırmış, Pazartesi günü Atatürk sormuş “Tayyar sen işe neden gelmedin? 1 gün geciktin. Askerlikte gecikirsen ceza alırsın, ne yapalım sana?” demiş. Babam hayır efendim demiş Perşembe senin tatilin Cuma ise benim tatilim. Atatürk, “ah Tayyar beni yanıltın bak!” deyince babam biraz üzülmüş.
Doğduğum yer, Bandırma’nın Balya kazası, Paris gibiydi.
Aradan yıllar geçti, Bandırmanın Balya kazasında Gümüş madenleri vardı. Kapitülasyonlar zamanında Fransızlar kurmuş. Paris gibiydi Balya… Annem Fransızca bildiği için orada öğretmenlik yapıyordu. Babam da orada avukatlık yapmış. Orada çok zengin olmuşlar. Babamın yazlık Ford arabası vardı, kışları da Fiat arabasını kullanırdı. Şoförle arasında cam vardı. Kazım Özalp, Alp Özalp’ın babası, şimdilerde Tuzla’da filikalar ve inşaatlar yapıyorlar, Life Boat yapıyorlar, onlar da gelirlerdi bize ve babamı da alır arabayla Balya’ya giderlerdi. Bunları hatırlıyorum. Annem bir gün babamla eve geliyor babamın çantası açılıyor, içinden tomarla para çıkınca annem soruyor babama; “Tayyar bunlar nedir”, babam ise “işçilerin parası” diye cevap veriyor. Bu laf o zamanlar çok meşhur olmuştu. İşçiler bir dava kazanmışlar, o para da avukata verilen paraymış. Çok rahat yaşamış, çok para harcamışlar mesela babam bir aralar Ayvalık’a gitmiş orada Bursa gemisi var onun bir katını kiralamış. Balya’dan 16 kişi ile birlikte İstanbul’a gitmiş ve Pera Palas’ta bir daire tutmuş. 10 gün kalmış ve dönmüşler, 18 bin lira harcamışlar. Öyle ki o zaman 500 liraya bir çiftlik alınıyor.
Bizimkiler orada çok iyi vakit geçirdiler. Evimiz bahçeli iki katlı, çok güzeldi…İstanbul’da elektrik yokken Balya’da elektrik vardı. Fransızlar o yıllarda Balya’ya bedava elektrik verirlerdi. Bütün sokaklar evler ışıl ışıldı. Ben Balya’da doğmuşum. Evimizde hastabakıcı, annemin yardımcısı ve bir de şoförümüz vardı, Sabri. Sabri abi genç bir adamdı, bir gün “Sabri abi nerede?” dedim anneme, annem, “evladım askere aldılar Sabri’yi” dedi. Sonra hastabakıcı Zekiye Abla gitmiş yok. Hizmetkârlar böylece birer birer gittiler. Bir Hatice Hanım kaldı. Evimizin tahtalarını annemin fırçaladığını biliyorum, yani sıkıntı çektik. Daha sonra kapitülasyonlar kalktı, 1936’da Fransızlar gitti. Bizimkilerinde işi azaldı. Maaş yok iş yok.
İşte o sıkıntıda, annemin Dolmabahçe Sarayından intikal eden bir parası vardı. Her sene annem Şubat ayında İstanbul’a gider, 1200 lira para alırdı, onunla geçinirdik. Dolmabahçe Sarayının yanında, stadyumun olduğu yerde sarayın müştemilatı vardı. Sonra burayı İngiliz Herman Britz kiralamış, kirasının kırkta biri Çürüksulu Şevket Paşanınmış, yani annemin dedesinin. O binada tütünler paketlenirmiş, sonra Dolmabahçe Sarayının yanına gelen gemiye yüklenirmiş. Annem, işte bu kira gelirinin dedesinden intikal eden hissesini almaya gittiğinde biz çok sevinirdik. Çünkü bize oradaki Japon oyuncakları satan oyuncak mağazasından oyuncak getirirdi. Annemin aldığı 1200 liranın bir yarısı teyzeme giderdi. Bize kalan 600 lirayı aylık olarak 50 lira düşünürsek ki o zamanlar en yüksek maaşı alan Şube Reisi 70 lira alırdı,  buna göre iyi bir paraydı.
Sonra okuma zamanım geldi beni Düzce’ye yolladılar. Bizi okul zamanı geldiğinde  Düzce’de, Ödemiş’te, Gönen’de akrabalar vardı okul için oralarda yollarlardı.

SeaNews: İzmir’e ne zaman geldiniz?

İzmir’de amcam vardı. Ortaokul sınıflarının hepsini ayrı ayrı kazalarda okudum. Ama zor okudum. Zor geçtim sınıfları. Liseye geçince İzmir’e taşındık. Bedri İlhan’la beraber, Bedri İlhan, Attila İlhan’ın babası ve Menemen kaymakamı idi. Babam da Menemen’de avukatlık yaptı, Karşıyaka’da ev kiraladık. Babamın deri bir çantası vardı, avukatlık çantası, şimdi o duruyor bende… Bizim Karşıyaka’da Yalı’ya yakın, güzel çift katlı bir evimiz vardı. Şimdi orada eski eşyalarımız var. Ambar gibi kullanıyoruz. Ara sıra oraya gider eski eşyaları görürüm, babamın çantasına bakarım. Bu şekilde Karşıyaka’ya yerleşmiş olduk. Ben Yüksek Denizcilik Okuluna girmeseydim bir şekilde Lise mezunu olarak bir yerde memur olacaktım.

SeaNews: Denizci olmaya nasıl karar verdiniz?

Kaptan Altay Altuğ: Size bunu bir hikâye ile anlatayım. “Endaze” diye bir kitap çıktı. Büyük bir kitap, gemi inşasından bahsediyor. Endaze geminin yapımı, çizimi… Türkiye’de gemi yapımı nasıl başlamış?, ilk motorlu gemi ne zaman yapılmış? Bunları anlatıyor. Orada sunuş var. Editör diyor ki giriş yazısında, ”gemi yapmak bir tutkudur. O güzel gemileri yapmak beceri, yetenek ister”.
Sunuş yazısında editör “Size başka bir hikâye anlatayım” diyor. “Bir çocuk vardı, İlkokul 2. Sınıfta. Kâğıttan sandallar yapıp derede yüzdürürken, işi uzatmış, büyütmüş. Babasının filit( böcek ilaçlamada kullanılan) kutusunu, annesinin dikiş makasıyla kesmiş sandal yapmış. Yine annesinin odasındaki çalar saatin makinasını çıkarmış,  içindeki bazı çarkları almış,  onu teneke sandalın üstüne sabitlemiş. Fakat tekne delikten su alıyormuş. Bu sefer buğday sapıyla deliği kapatmış. Çalıştırdığında teknesi yine su almış. Bu sefer yine tenekeciye götürmüş, teknesini ziftle kaplamışlar, su almıyormuş artık. Teknesine Türk bayrağı asmış ve bir de dümen koymuş üstüne, belediyenin parkında her gün havuzda yüzdürürmüş, gelenler seyredermiş. Bir gün oraya avukatlar, kaymakam, jandarma gelmiş. Kaymakam onu görmüş, “getirin şu yüzen tekneyi” demişler. Kaymakam,” Bunu kim yapıyor?” Diye sormuş, “11 yaşında bir çocuk” demişler. Kaymakam, ”Oğlum senin adın ne?  Bu kadar ilgiliysen İstanbul’a git, orada Gümüşsuyu’nda Teknik Üniversitenin Denizcilik Fakültesi var. Gemi inşa bölümüne git,  oraya git ve Gemi İnşa Mühendisi ol, gemi yap demiş”. Şair yazar Attila İlhan’ın babası Kaymakam Bedri İlhan’ı bu söyledikleri çocuğun aklından hiç çıkmamış.
Sahil memleketinde oturuyormuş. Liseden mezun olmuş, Denizcilik Fakültesine girmek için İstanbul’a gelmiş. Fotoğraf istemişler bundan inmiş Beşiktaş’a, 6 tane fotoğraf çektirmiş ve evraklarla birlikte okula götürmüş. Beşiktaş’ta, denizci üniformalarıyla memleketinden abilerini görmüş. Onlar Deniz Ticaret Yüksek Okulu’nda okuyorlarmış. Bizimle gel, seni öğlen yemeğine götürelim demişler. Okulda, üniformalı, papyonlu garsonlar beyaz masalarda, hepsine hizmet etmişler. Bunları görünce çocuğun içi kaynamış. Demişler ki; seni bu okula yazdıralım. Bu çocuk okula yazılmış, Deniz Ticaret Yüksek Okulundan mezun olmuş. Çocuk mezun olduktan sonra yıllarca denizler de dolaşmış, fakat gemi inşa etme güdüsü içinden hiç çıkmamış.  76 yaşından sonra ise tersane kurmuş gemi yapıyormuş. Bu çocuk kimdi biliyor musunuz?” Ben...
Gemi yapmak bir güdüdür.
İstanbul Teknik Üniversitesinde bundan 10-12 sene evvel Faruk Karadoğan vardı Rektör, 40 kişilik bir heyet yaptı, eski mezunları, profesörleri ve beni de davet etti. Ben de atladım uçağa yetiştim oraya. Büyük bir masa… Herkes konuştu, sonra Rektör bana dönerek “beyler aramızda bir misafir var, Kaptan Altay. Onun da birkaç sözü olur” dedi ve mikrofonu bana verdiler. Ben denizciyim, böyle şeylerle temasım yok, Ama size bir hikâye anlatayım dedim ve bu hikâyeyi anlattım.
Masadakiler, kim diye sorunca “ben” dedim, sizin gibi bir denizci ve bir profesör hanım ağlamaya başladı.  70- 80 yaşında bir hanım. Bu hikâye dilden dile dolaştı. Sonra bununla ilgili bir toplantı oldu, beni de çağırdılar. Yazılara döküldü ve sonunda da endazeye aynı hikâyeyi yazmışlar.
 Bu hikâyeyi Endaze, editör sayfasına, “gemi yapmak bir güdüdür” başlığı ile koymuş.
Ben gemi yapmayı çok seviyorum. Şimdi genç insanlar var delikanlılar, onlara tavsiyem şudur; insanın bir işi olmalı ama sevdiği bir iş olursa iyi oluyor, biz denizciliği seviyoruz.

SeaNews: Yüksek Denizcilik Okuluna giriş öykünüzü bize anlatır mısınız?

Kaptan Altay Altuğ: 360 kişi vardı sınava giren. Ben sınav için İzmir’den İstanbul’a giderken babam bana 70 lira para vermişti. “Altay” dedi babam “akrabaların hepsi Göztepe’de oradan okula gitmen uzak olur. Otelde kal, Sirkeci’de Karasu oteline gideceksin” dedi. Ben Marakas’tan indim, elimde çanta Sirkeci Garı’nın karşısında Karasu Oteli’ne gittiğimizde geceydi. Kâtip var, ona “ben Balıkesir’den geliyorum, burada imtihana gireceğim” dedim. Kâtip bana “evladım yerimiz yok” dedi. “Benim için çok mühim” dedim “başka gidecek yerim yok”. “Söyledik ya yer yok evladım” dedi yine. Omuzlarım büküldü… Bu saatte nereye gidebilirim diye düşünürken, yukarıda, camekânlı yerden bakan bir kişi “ne var ne konuşuyorsunuz?” diye sordu. Kâtip durumu anlattı. Yukarıdaki kişi “Yer olmadığını söylemedin mi?” Dedi. “Söyledim ama ısrar ediyor, Avukat Cafer Tayyar’ın oğluymuş, Bala’dan” diye söyleyince bu kişi hemen merdivenlerden yuvarlanacak kadar hızla aşağı indi. “Altay, Sen misin?” dedi sarıldı bana. Ben tanımadım, şaşırdım. “Sen beni nasıl tanımazsın ben Şoför Sabri” dedi. Sabri İnanöz. Bizim Balya’da şoförümüz iken askere gitmişti.
Sabri Abi hemen odamı hazırlattı. “Benim odama yerleştirin, çalışma masası hazırlayın” dedi, “para almak ta yok” diye emir verdi. Nerden nereye tesadüfler… 70 lira var ya cebimde, sabahları kalkardım, Babıali’ye doğru çıkarken, sağ tarafta, o zamanlar meşhur bir işkembeci vardı. İşkembe çorbası  sıcak gelirdi içerdik. Bir çeyrek ekmek isterdim, sonra bir çorba daha söylerdim. 15 kuruş 20 kuruş verirdim oraya. Babamın verdiği 70 lira ile,  babama, anneme hediyeler bile aldım. Oradan tramvaya atlardım, Aksaray, Ortaköy. Kırmızı tramvayın arkasından ikinciye, yeşil tramvaya binerdim.
Yüksek Denizcilik Okuluna da yazılmıştım. İmtihanlara girdim, sonra çıktım eve döndüm. Gazeteye bakıyordum ama hiç ümidim yoktu. 360 kişiden 24 kişi alacaklardı. Sonuçlar Hürriyet Gazetesi’nde ilan ediliyordu... Listenin en altından bakmaya başladım, 24. Kişi yok,23.kişi yok, 22. Kişi yok, bu sırada yanıma bir arkadaş geldi, “baksana Altay, ilk sıralarda adın yazıyor ”dedi. Bir baktım 4.yüm. 360 kişiden 4. olmuşum.  İşte Yüksek Denizcilik Okulu hikâyem böyle başladı. Sene 1946-1947

SeaNews: Yüksek Denizcilik Okulunun hayatınızda nasıl bir yeri oldu?

Kaptan Altay Altuğ: Bana sordular daha önce, okulu şöyle düşünüyorum dedim, ”Hem dersleri, hem konforu ve imkânları bakımından çok güzeldi”. Yüksek Denizcilik Okulu deyince benim aklıma üç tane harf geliyor: YDO, YDO nedir? Ye, Doy, Oku demektir. Bence böyle bir anlamı daha vardır YDO’nun… Yiyeceksin, doyacaksın, hem de okuyacaksın… Ama tam okuttu bizi. Biz bir ağacız, bu büyüyen ağaç Yüksek Denizcilik Okuludur. Gördüğünüz ağaç İTÜ Yüksek Denizcilik Fakültesidir. Her ağacın bir kökü vardır. Kök; YDO’dur. Ben bu ağaca elimden geleni maddi manevi yapmak amacındayım, mesela yurt binasına 1 milyon dolar verdim.
Size bir hatıramı daha anlatmak istiyorum; Bundan 6-7 sene evveldi. Bizim DEFAV, Vakfın yıllık gecesi oldu. Orada bütün denizcilik camiası, işverenler, eğitimciler. Hepsi oradaydı. O sırada Nüket Duru bir sepetten denizatı rozeti çıkarttı. Denizatından güzel bir anahtarlık yapmışlar. Onu satışa çıkardılar. Bütün masalara dağıttılar herkes aldı. 400 kişiden 40 masa varsa herkes aldı. Sonra konuşma bitti, ardından Nüket Duru sahneye çıktı. “Sepetin içinde satılmayan son bir anahtarlık kaldı zavallı, ben bunu ihaleye çıkartıyorum ”dedi . Birisi 100 dolar dedi. 200, 300, 400, 500, 800 dolar dediler, 6000 dolara kadar çıktı. Derken Nüket Duru yine sahneye çıktı “daha artıran yok mu?” dedi. “Acaba denizcilerin babası, Altay baba ne verecek?” dedi. Getirdiler bana baktım. Mikrofonu da getirdiler. 6 bin dolara çıktı, kaldı dediler. “7 bin dolar olur ve bu iş de burada bitti” dedim koydum mikrofonu. Ama nezaketen işi üzerime aldım o bir zevk. 7 bin dolar oldu. Beni hemen çağırdılar sahneye konuş dediler. Birkaç bir şeyler söyledim ve mızıka da çalacağım dedim. Bir mızıka çaldım. Derken orda hatırlıyorum en son Kalinka’yı çaldım. Dedim kıymetli değerli denizciler, bakın ben dedim hem mızıka çaldım hem de 7 bin dolar verdim bu paralar talebelere gidip burs yapılacak sevap olacak, siz de arttırın dedim, teşekkür ettim masama oturdum. Birisi oradan kalktı Altay abi “Ben biraz fazla versem size karşı ayıp olur mu?” demez mi. Hayır “evladım, olmaz, söyle” dedim. 10 bin dolar demez mi? Onun bir  rakibi var. O da benden de 10 bin dolar demez mi. 6 kişi de 10 bin dolar dedi. Ben de 7 bin dolar, 67 bin dolar. O gece de öyle geçti. Ben İzmir’e döndüm birkaç gün sonra Atilla Çiftçi bana telefon etti. Altay abi Allah razı olsun 67 bin dolar açık artırmadan gelir oldu, sayende toplanan para 167 bin lira oldu teşekkür ederim dedi.

SeaNews: Mızıkaya nasıl başladınız?

Kaptan Altay Altuğ: DEFAV’da mızıka çaldım sahneden indim Yılmaz Onur çıktı bana” Altay abi ben 20 seneden beri tanıyorum, mızıka çaldığını bilmiyordum. Altay abi bir şey daha soracağım dedi”, söyle dedim. “Peki, bunu ne kadar zamanda öğrendin” dedi. Bak dedim ben ilkokula yazıldığım gün babam bana mızıka aldı öyle başladım. O zaman 84 yaşındayım. “Altay abi demek 77 senedir çalıyorsun” dedi. Şimdi ise 83 senedir çalıyorum. Sabahları kalkarım,  bir melodi gelir aklıma. Dün akşam annemle babamın söylediği eski bir şarkı aklıma geldi. Güzel bir şarkı... Çocukluğumdan hatırlıyorum. “Hatırla Sevgili”. Aklıma geldi onu çaldım. Müziğe karşı bir aşinalığım var, çok seviyorum.

SeaNews: UZMAR’ı nasıl kurdunuz?

Kaptan Altay Altuğ: UZMAR’ı nasıl kurduğumu Binali Yıldırım da sormuştu. İzmir limanında baş kılavuz kaptandım, büyük gemiler geliyordu. Bir gün öyle bir şey oldu ki; Amerikan tanker geldi. NATO’ya 20 bin tonluk jet benzini getiriyor. Ayda bir geliyordu galiba. Kılavuz kaptanlar vardiyadaydı, gemiye ben gittim. Kaptana hoş geldin dedim. Demir aldık yanaşacağız. Römorkör geldi, fakat gelen römorkör ağaçtan yapılmış, kömürle çalışan, altı çelik,  60 -70 senelik bir tekne. Bacasından duman çıkıyor. Gemide jet benzini var.  Römorkörü gören Amerikan Gemisi’nin kaptanı, söyle gelmesin, patlayacağız dedi. Megafonla bağırıyoruz, hep beraber gelme diye sesleniyoruz. Radyo telefon yok o zamanlar. Yaklaştı iyice,  bu sefer ahşap römorkör gemiye çarptı. Römorkörden yaşlı bir adam bana, “Altay Bey baştan mı ittireyim, kıçtan mı ittireyim?” diye seslendi. Bunun üzerine aklıma bir şey geldi, ona dedim ki “işletmeden müdür çağırıyor derhal git”. Geminin Kaptan korkudan titriyordu. Bana “ şef pilot, böyle jet benzini olan gemide çakmak bulundurmak bile yasak, sigara içemiyorsun, böyle şeyi hiçbir limanda görmedim ”dedi. İlk defa mecburen yalan söyledim, bu şekilde römorkörü geri gönderdim, içimde küçüklük duygusu oldu.
 Devlet vermiyor ki bunları size. Bir şey yapacağınız zaman ilk olarak planlayacaksınız. 1965lerde oluyor bu. O zaman baş kılavuz kaptan ve şeftim iki unvanım vardı.
UZMAR’ın kuruluşu…
Bu olay içime işleri, emekli olursam burada bir şirket kurayım dedim. Kılavuzluk ve römorkörcülük şirketi olsun. Kurallarına ve uluslararası kanunlarına göre yüksek kalitede bir şirket olmalı dedim. 1969 yılında emekli oldum. 1milyon 350 bin TL emekli ikramiyesi aldım. Bir o kadar da aileden kalma bir şeylerim vardı,  sattım ve hiç tereddüt etmeden şirketimi kurdum.
 İlk kılavuzluk hizmeti işimi 1977’de yaptım. Aliağa rafinerisinde kılavuzluk yapmıştım. Kaptan Altay Altuğ Kılavuz ve Römorkörcülük özel şirketini kurdum. 2 sene onların işini yaptım ve sonra da ayrıldım.
Çok enteresan bir şirket kurduk kimseye nasip olmayan bir şey. 1972- 73 yıllarında iki tane yolcu gemisi ihaleye çıktı, satıldı. Marakaz  ve Sus gemisi.
Marakaz gemisi 1936 tarihinde Hitler zamanında Almanya’dan Türkiye’ye gelen 3 gemiden biri. Hitler çok iyi şekilde yapılması için talimat vermiş.  Atatürk Türkiye’sinin kalbini kazanalım demişler. Atatürk’te isimlerini koymuş. Anadolu’daki eski Türk Kabilelerinin isimleri olan Marakas, Sus, Trak.
Yine o çocuk var ya, 11 yaşındaki. Yüksek denizcilik okuluna gireceği zaman İzmir’den Bandırmaya geldi ve vapurla İstanbul’a geçecek. Bir bilet aldı ve limandan   Marakas Gemisine binip İstanbul’a gitti. Kaptan oldum askere yolladılar bizi, askerden dönünce de kurayla gemilere dağıttılar. Ben kurayı çektim bir baktım yine Marakas  Gemisi.
 Trak,  Bandırma açığında adalar var oraya çarpıp battı. 20 sene sonra ise yine Marakas  gemisi ile yollarımız kesişti ve bu sefer Marakas’ı satın aldım.

SeaNews: Marakas’la ne yapacaktınız?

Kaptan Altay Altuğ: 4 milyon liraya aldım ama 2,5 milyon peşin gerisi borç. Bu gemiler hurdaya çıktı. Hurdacılar ikisine 1,5 milyon lira vermişler. Mehmet Tunalı’ya gittim, ben bu geminin borularının bakır ve pirinç olduğun duymuştum. Bir mıknatıs aldık, girdik içeriye baktık, büyük borular var. Mıknatısı borulara sokuyoruz tutmuyor. Borular  Pirinç… Kondenserler var  boruları Pirinç, vanalar hepsi Pirinç, ben düşündüm; bu gemi en az 2 milyon eder, hatta 2,5 milyon eder. İhaleye girdik kimse ne olacağını bilmiyor. Tesadüfler neler yaratıyor, tesadüfler insan yaratır,  tesadüfler hadiseler yaratır. Gemiler yaratır. Ben dedim ki, ihale mektubunu en son gün yazacağım. 5 -6 milyon da yapar, ama ben 4 milyon yazdım. İhale zarfları, orada hurdacılar vardı. Yandın sen Altay yandın sen demişler. Yanmadım, NOHAK’la anlaşma yaptık, Norveçli firma, gemi makinesi yapıyorlar. Gemileri söktük sattık, bazı yerlerini boşalttık, içine yeni makineler kondu, kamaralar değişti.  Kruvaziyer olarak 1973 yılında çalışacaktı. Caribbean Sea’deki gibi. Rodos, Teos, Kios, Marmaris, Mikanos arasında çalışacaktı. Haftada bir sefer yapacaktı, biri gidecek biri gelecekti.
Marakas ve Sus gemileri ile Ege’de kruvaziyer turları düzenleyecektik.
 Binbirgece Tur’un sahibi ve gemi İnşa Yüksek Mühendisi Celal Erol, Avrupa Tur Operatörleri birliğinden, benimde ortağım.  Avrupa’ya gittik, birliğin başkanı ile konuştuk, “her hafta size 200 yolcuyu ben yollayacağım. Uçak benden” dedi. Yolcular Marmaris’e gelecek. İzmir’den uçak transferi ile, ama her yolcudan %17,5 alacaklar. Kabul ettik, Mukaveleyi de yaptık, yalnız harp olduğu zaman bu mukavele fesih edilecek. Biz başladık, masrafları da yaptık, bu hayatımda çok mühim bir hadisedir. Tam seferler başladı, 1974 Ağustos, Kıbrıs Harekâtı oldu. Olur, olmaz bütün Yunan adaları kapanınca bizim işimiz kaldı. Anlaşma gitti. METAŞ Demir fabrikası sahibi Raşit Ağabey,, Yaşar Holding’in sahibi Selçuk Yaşar,, Turizm Bakanlığından emekli olan arkadaşımız ve Acenteci Celal Erol, bir de ben olmak üzere 5 ortak 2,5 milyon vermiştik. 1,5 milyon için ise bir sene sonra ödemek üzere senet yapmıştık. İlk defa başıma geldi, senedin arkasına yapıştırdığımız damga pulları 100 adetti. Sayfaya sığmamış ve bantla yapıştırmıştık. O senet hala duruyor. Altay Kaptan’ın 1,5 milyonluk senedi… Altay Kaptan 1972 yılında verdi, 73 yılının şu ayında ödedi diye.
Şimdi borcumuz var ve işimiz de kaldı. Herkese yapacağımız işi anlatmışız, turizm olacak, insanlar Meryem Ana’ya gelecek, oradan gemiye gelecekler,  böyle planlar yaparken olmadı. Ben ne yapayım, borçlar almışım, geceleri uykum kaçıyordu. Gemileri söktüremem çünkü İzmir’de gemi söküm sahası yok. Aliağa’da, şimdiki Nemrut limanındaki sahilde Raşit Ağabey’e yer ayırtmıştım. Orada bir arsa almıştım duruyordu, Raşit Ağabey’e kendi malını buradan çıkartırsın demiştim. Çünkü İzmir’e yolcu gemisi geldiği zaman diğer gemiler 10 gün sıra bekliyorlardı. Bende Marakas ve Sus’u İstanbul’dan römorkör kiralayıp oraya çekmiştim.  
Haliç’e gittim. Orada gemi sökücüler var, onlar “biz İzmir’e gelemeyiz” dediler. O da olmadı, gemiler elimde kaldı. Geri döndüm, omuzlarım çökmüş, yavaş yavaş yürüyordum. Birisi “efendi kaptan” diye seslendi. Döndüm baktım, bizim Sarı İsmail. Trabzon Gemisi’nde yangın olduğunda, Sefer Reis beni aşağıya indirirken Sarı İsmail vinci kullanıyordu. Hal hatır sorarken, sorma dedim böyle olaylar oldu geldim buraya. Sen ne yapıyorsun? diye sorunca, “bu gemi söküm sahası benim” dedi. Meğer benim konuştuğum sökücüler onun yanında çalışanlar. Rize’de tarlasını her şeyini satmış ve bu sahayı almış. “Senin bu işini yaparım” dedi. Anlattım, kaça sökersin diye sordum, “herkese kilosunu 60’a söküyorum ama sana 50 olur”. Şimdi gözlerim yaşarıyor bunları hatırlayınca… Ben o sırada borçlarımı nasıl ödeyeceğimin planlarını da yapıyorum, arabam var evim var onları satarım şeklinde…
“Sana 55 kuruş vereceğim. Ama 3 ayda söker misin?” dedim. “Sökerim, sen git ben bir hafta içinde oradayım” dedi. Bir hafta sonra gittim baktım, o koya çadırlar kurulmuş, 3 tane tır gibi arabayla 50 kişilik ekiple gelmişler. Gemileri getirdik, baştankara yaptık ve sökümü 3 ayda bitirdiler.
Fakat tam sırada öyle bir enflasyon oldu ki dolar bir anda yükseldi. Dolar 9 lira iken 16 lira oldu. İki misli para kazandık birdenbire. O sırada bir çivi fabrikası geldi. Duymuşlar gemi söküldüğünü hem de Marakas Gemisi, Hitlerin yaptığı gemiden çıkan saclar.  Hesap etti muhasebeci. Tüm borçlarımı ödedim, %45 kar oldu 150 bin Lira veren 250 bin Lira olarak parasını geri aldı. Ben 300 bin Lira Vermiştim 500 bin Liraya yakın geri aldım. Sarı İsmail’e dedim, 250 de senin hakkın.
Aliağa’ya tekrar gel, dediler çağırdılar, tekrar orada şirket olarak kılavuzluk yapıp çalışmaya başladık.
6. Filo için tersane yapacaktım.
Bu sırada Marakas ve Sus Gemilerinin sökümünden aldığım para ile bir iş yapmak istedim. İzmir limanının kuzey aksı var. Orda büyük bir tersane kuracağım, büyük bir yüzer havuz, Amerikan 6. Filosu büyük gemilerini burada kızaklayacak. Böyle düşüncelerim var.
O zamanlar soğuk savaş vardı.  Akdeniz’de Rusların 28 Parça, İngilizlerin 20 parça, Amerikalıların da 30 parça gemisi vardı. Amerikalılar 6. Filo olarak Napoli’de üslenmişti. Ruslar da Salamis Körfezinden tersane kiralamıştı. İngilizler de Malta’yı kiralamışlardı. Amerikan gemileri havuzlamak için Norfolk’a gidiyordu. Amerikalıların Atom Denizaltısı var, Ruslara tavır olması amacıyla Baltık’a yolladılar. Rusların donanması ise Akdeniz’de dolaşıyor.  Bu sırada “ Denizaltıyı istemiyoruz, nükleer enerji istemiyoruz” diye Danimarka’da mitingler oldu. Bu nedenle denizaltı Atlantik’te kaldı. Denizaltıyı İzmir’e çağırmayı önerdim. NATO’nun bir acentesi vardı, oradan bir Albay’a bu fikrimi açtım. Komutanla ahbap olduk bana “biz şimdi buradan tekrar Napoli’ye havuzlanmak için gideceğiz, sizin buralardaki nehir ağızları uygun. Buralarda tersane olsa 6. Filo buraya gelirdi” dedi.
Bunlar bana fikir verdi, orada tersane yapmaya karar verdim. Çok büyük bir tersane… Elimdeki paraları işte o tersane için harcadım. Bir şirket kurdum ve bütün muvaffakiyetleri alındı. Cumhurbaşkanı’na brifing verildi. O zamanlar müracaat edenler, devlet daireleriyle görüşmelerinde, bir bürodan fiş alıyorlar, öyle konuşabiliyorlardı. Cumhurbaşkanı Kenan Evren:” Bu bizim emrimiz olsun, şirket sahibi herkesle, Bakanlarla, resen konuşsun ”dedi. Proje oldu, 155 milyon Lira. Amerika’dan da büyük bir havuz gelecek. Her şeyi yaptık, öyle ki inanmadılar, Üniversitelerden geldiler, raporlar hazırlandı. Deniz kuvvetlerinden rapor hazırlandı, hepsinde  “olur” dendi. Milli Emlak çağırıp tebrik etti beni. Milli Emlakten çıktım Kızılay meydanında, Ankara’da Ferit Bey’e rastladım. Ferit Biren’in kardeşi Işık Biren’de Güney Deniz Saha Kumandanı olduğu için oradan bilgisi var, beni tebrik etti.
İş bitti, Amerikan Donanma Kumandanı geldi, Türk Donanma Kumandanı geldi, anlaştılar. Amerikan gemilerinin tamiri ve bakımının Gölcükte yapılması diye karar çıktı. Anlaşma yapıldı. Bir anda yetkiyi, imzayı benden geri aldılar. Yine omuzlarım çöktü. Bütün paramızı tersaneye harcamışız.

SeaNews: Çanakkale Çimento Limanı kılavuzluk hizmetlerine ne zaman başladınız?

Kaptan Altay Altuğ: 1983 yılında başladık, hala orasının işini yapıyoruz. Ben size bir mecmua göstereyim, şöyle; “Çanakkale’deki çimento sanayimizin 35 yıllık dostu, UZMAR Denizcilik” diye manşet atmışlar mecmualarında.
Bir gün, Ticaret Odası Başkanı Dündar Soyer ile akşam yemeği yiyorum. Dündar telefon etti ve telefondaki kişiye tamam Kemal amca Altay kaptanla geliriz dedi. Bir kız isteme mevzusu var sende gel, beraber gidelim dedi, kabul ettim.  Biletleri hallettim, ertesi gün öğlene doğru Çukurova Holding’in Şişli’deki binasına gittik. Ben o sırada masadaki mecmuaları okuyorum, konuşulanları duymuyordum ama Allahtan bir söyleneni duydum.
Duymasaydım şimdi burada değildik. “Çanakkale’de Çimento fabrikası var. Oraya gemiler geliyor fakat yanaşamıyor. Kılavuz kaptan ve römorkör bekliyorlar. Kılavuz Çanakkale’den, İstanbul’dan gidiyor. Her gemi 1 gün 2 gün bekliyor” denildiğini duyunca hemen geldim Dündar’ın karşısına oturdum. İstanbul’dan Çanakkale’den römorkör gidiyormuş, bu yüzden zarar ediyorlarmış. Dündar ”Onu hallederiz, Altay’ın kılavuzluk teşkilatı var, ona verelim” dedi. Oradan hemen Çanakkale Çimento Sanayinin Yönetim Kurulu Başkanını aradılar ve kılavuzluk hizmetini Altay Kaptana vereceğiz dediler. Sonra bana seni bekliyorlar, ne zaman gidebilirsin diye sorunca, Cuma günü giderim dedim.  Cuma günü gittim yönetim kurulu toplanmıştı. Yönetim kurulundan bir kişi Aliağa’da çalıştığım zamanlar oradaki petrol ofisinin tesis müdürü idi. Mehmet bey… Bir de Ali Can vardı. Eski Başbakan Yardımcısı. Onlar tanıdık çıktı, yönetim kurulu başkanı bunu görünce dedi ki  “Altay bey maşallah siz herkesi tanıyorsunuz, konuşmaya gerek kalmadı, yemeğe inelim”
Birkaç gün sonra Çanakkale’ye gittim, baktım çimento fabrikası çok büyük ve iskeleleri var. Ben orada teşkilatı kurdum, anlaşmayı yaptık. Onlara dedim ki; “sizlere de buradan %20 pay vereceğim”. Hem paraları gidiyordu, gitmeyecek hem de hasılattan pay alacaklar, sevindiler. Buradan ayda 50 bin lira ve 100 bin liralara kadar uzayan bir gelirimiz oldu. Bizden çok memnun kaldılar. Çanakkale’yi kurduk işe başladık ya kendim bizatihi yapıyordum ve yanımda iki tane daha kılavuz kaptan var. Bir Wolksvagen’im vardı kaplumbağa, Karşıyaka’dan gidiyor gemileri yanaştırıp tekrar dönüyordum. Bir gün geceleyin hiç unutmuyorum, 3 gün sonra gemi gelecek diye biliyorum ve ona göre planlarımı yapmışım. Eve geldim, telefon çaldı, arayan iskele müdürü dedi ki; “Altay Abi gemi gelişi erkene alındı saat 5’te geliyor” Hemen yola çıktım wolksvagen’e atladım sabah Çanakkale’deyim. Gemiyi yanaştırdım. 1970 model wolksvagen arabam beni oraya götürdü. İşte Mehmet Emin Karamehmet’le ve tesadüflerle başlayan Çanakkale Çimento’nun Liman işi şimdi hala devam etmektedir.
O araba ise hala durur bende. Araba merakım var, garajımda arabalarım var ve bu emektar wolksvagen de aralarındadır. Şimdi burada duran küçük yat da 20 yıl oldu bende, satamıyorum çünkü hatıralarım var…
Güler Sabancı ile gerçekleşmesi geciken randevu
Sonra Çanakkale Çimento,  Çukurova’dan Sabancı’ya geçti, Akçansa oldu. Güler Sabancı ile toplantı ayarlandı. İkiz kulelerde öğlen yemeği yiyeceğiz. Gittim, beni iki genel müdürü kapıda karşıladı, toplantı odasında oturduk. Müdürler Güler Hanım’ın işi çıktığını, Londra’ya uçması gerektiğini, özür dilediğini söylediler ve toplantıyı birlikte yapacağız dediler. Toplantı sırasında bize bir şeyler söyler misiniz dediler ben dedim dostluktan bahsedeyim size, Fransızlar şöyle der “arkadaşlık dostluğun başlangıcıdır”. Biz yıllardır birlikte çalışıyoruz, artık dost olduk, keşke herkes, her şirket böyle omuz omuza çalışsa, başarılı olsa dedim ve “eski dostlar ”şarkısını çaldım, bunu filme çektiler.
Aradan 3 ay geçti, Kandillinin sırtlarında Esma Sultan Sarayı var, orada “eski dostlar gecesi” diye bir gece düzenlediler. Bütün İstanbullu sanayicilerinin hepsi çağrıldı oraya. Güler Sabancı’da oraya gitti, bende davetliyim, gittim. Ben dedim ki Çanakkale Çimento masası neredeyse ben orada oturacağım. Oturdum, bana beybaba diyorlar, yıllar önceki küçük çocuklar artık müdür olmuşlar. O sırada birileri geldi ve bana “sizin yeriniz Güler Hanımın yanı idi sizi orada bekliyorlar ”dedi. Neyse gittim Güler Hanım karşıda oturuyor, orkestra var çalıyor, ve sonra ekranda şirketlerin kuruluşu ile ilgili filmleri gösterdiler. Devamında baktım ki ekranda benim filmim. Hani Güler Hanımın katılamadığı toplantıda söylediklerim ve mızıkayla çaldığım eski dostlar şarkısı. Daha sonra sahneye çıktım ve geceye ismini de veren “eski dostlar” şarkısını mızıka ile çaldım. Güler Hanım yanıma geldi ve “bizim gurupta sanatçılar varmış ta haberimiz yokmuş” dedi. Böyle bir hatıram oldu.

SeaNews: Kılavuzluk ve Römorkörcülük hizmetleri nasıl olmalıdır. Bu konudaki görüşlerinizi öğrenebilir miyiz?

Kaptan Altay Altuğ: Ben bunları önceki bakanımız Binali Bey’e anlatmıştım. Şimdi buna göre bir kanun çıktı.
Örneğin AKÇANSA ki 35 seneden beri bu işimiz devam ediyor, ama hiçbir gürültü patırtı yok, şikâyetler yok. Nemrut Limanı ’da öyle… Kim yapıyor UZMAR yapıyor.
Aliağa da, Nemrut Limanı var, birde TÜPRAŞ limanı var. Gazların geldiği bir de platform var orada. TÜPRAŞ’ın yanındaki körfez biraz daha küçük olmasına rağmen 7 tane sanayi kuruluşu var. PETKİM, HABAŞ Çelik Fabrikaları var, Ege Gübre var, Akdeniz Kimya var, Gaz firmaları var, şimdi bir de LPG var, biz sadece Nemrut Limanına Kılavuzluk hizmeti veriyoruz. TÜPRAŞ’ın limanına kendisi kılavuzluk hizmeti veriyor, bir ihale oldu ama orayı 1972-1973 yıllarında TÜPRAŞ orayı alırken, ben bıraktığımda onlar aldı ya bir teşkilat vardı ya orada zaten, ihaleye özelleştirmeden satılırken o imtiyazla beraber satıldı. Bizim orada birbirinin işini alma gibi davranışlar yok. İşler gayet intizamlı yürüyor.
Denizciliğin ilk kaidesi, köprü üstüne çıktığında bir yazı vardır “Safety First” yazar
İki görüş var bir mesleki görüş, bir de ticari görüş. Ticari görüşte rant ön plana çıkıyor. Rant peşinde olan hizmetin icap ettirdiği koşulları yerine getiremiyor, bunu yapamıyor. Rantı düşünüyor, hizmetin peşinde olanlar diyor ki; bu işin esas miyarı emniyettir. Denizciliğin ilk kaidesi, köprü üstüne çıktığında bir yazı vardır “Safety First” yazar, neden?  Çünkü denizdeki bütün hareketler, yükleme, boşaltma, seyir, her şey emniyete dayanır. Bir gemi denize açıldığında denizin ortasında haftalarca yol alır, ne yardım vardır ne de başka bir şey vardır. Araban bozulursa kenara çeker yardıma ulaşırsın. Ama denizde kendi problemini kendin yok edeceksin. Bu nedenle önce hata yapmamak için sefere çıkmadan evvel emniyeti düşüneceksin, her şeyi emniyete göre planlayacaksın. Hizmet için bu işi yapanlar emniyeti de düşünen kimselerdir. Ama sadece rantı düşünüp para gelsin dersen yatırımı yapamazsın. Rant için değil emniyetli hizmeti sağlamak için işe gireceksin, hizmetin kalitesini, değerini ve devamlılığını, sürekliliğini sağlayacaksın. Hizmeti yapıyorsun bitiriyorsun, öbürüne yetişemiyorsan olmaz, yetişeceksin.
Şimdiki halde kılavuzluğun bırakmış olduğu intiba öyle ki, devlet başka kılavuzluk hizmeti özelleştirmesi yapmaz. Kılavuz hizmeti verenler uyumlu bir çalışma yapmadı. Birbirleriyle çok uğraştılar. DEKAŞ ikiye ayrıldı ve ayrıldıktan sonra rekabet oldu. Hatta %80’e varan indirim oldu o zamanlar. Devlet bunları gördü Limanlar Kanunu’nu çıkardı. Orada aktif madde diyor ki; Limanlarda, sahillerde kılavuzluk, römorkörcülük hizmetlerini devlet yapar. Devlet yapar veya yaptırır diyor. İhale edince, sen yap deyince de %6,5 kendisine alacak. %3 ile %10 arasında pay isteyecek senden. 
Hakiki denizciler ellerinden gelen hizmeti yaparlar iken, önce deniz için yapılması gereken masrafları yapacaklar. Önce yatırım yapacaksın. Bu iş önceleri denizi anlayan bilen bir zabitle başladı. Londra Thames Nehrine bir yelkenli girdiğinde bir zabit gidiyordu ona ve rıhtıma yanaştırıyordu yelkenliyi…Eskiden harp gemileri vardı, deniz ticaret filosu yoktu.
Denizin bir kaidesi vardır derler, “deniz kendinden kazandığın kazancı başka yerlerde sarf edersen seni affetmez”. Bütün hizmeti bir araya toplamak hep beraber yapmak, kılavuzluk hizmeti zaten kılavuz olarak doğmuş, kılavuza yardım etmek için kılavuz servis botu yapılmış, yine kılavuza yardım etmek için palamar motoru hizmeti çıkmıştır. Gemiler büyüdükçe römorkör temini de ihtiyaç haline geldi. Bu da üzerinde durulması gereken bir hizmet dalı oldu. Ama işin esası kılavuzdan doğar. Römorkörcülük yoktur.
Bu işin adı; ilmen mesleken ve uluslararası kaidelere göre “Kılavuzluk ve Bağlısı Hizmetler”dir. Bağlısı nedir? 1-Römorkör, 2- servis botu, 3-palamar motoru. Kılavuzluk ise bir çölde, bir ormanda, bir şehirde, bir yabancıyı alıp, bir yerden bir yere götürmek için ona yol göstermektir. Marangozlukta bile önce kılavuz çizgisi çekilir. Bizim denizcilikteki kılavuzluğumuzun tarifi şudur;” Limanlarda, kanallarda, dar geçitlerde, boğazlarda, gemilerin emniyetli seyir yapması için kendi kaptanları dışında, o yeri bilen ihtisas sahibi bir zabitle geçişin sağlanmasıdır”.  Hepsi emniyet için, buradan kazandığın parayı yine emniyet için sarf edeceksin, biz UZMAR olarak, kılavuzluk hizmeti yaptığımız limanlarda 150 milyon liralık yatırım yaptık. Aslında 30 milyondan 5-6 tane gemi alabilirdik.
Almadım, 8 tane römorkör var, iki tane catamaran var, çok hızlı bunlar, alüminyum, gemiler değişti açıkta karşılanmak istiyorlar, zaman önemli, hızlı olmak gerekiyor.
Gemiler değişti, Limanlar değişti, küçük botlar yapıyoruz. Dar bir yerde küçük bir gemi çıkamıyorsa römorkör istiyor,  böyle durumlarda küçük römorkörü gönderiyoruz. Hindistanlılar geldi. Gördü bizim güçlü motoru olan küçük römorkörlerimizi ne varsa aldı götürdü, 5- 6 tane aldılar.

SeaNews:  “Denizci millet denizci devlet” yola çıktık, ancak sizce denizci millet olabildik mi? Denizci millet olabilmek için neler yapmalıyız?

Kaptan Altay Altuğ: Olamadık. O zülfikare dokunmak lazım. Denizciliği muayyen bir zümrenin denizciliği yapmamak lazım… Milletçe olmak lazım… Yelpazeyi genişleteceksin. Bu deniz ticaret odasında söylendi, dendi ki artık halkı da denize alıştırmak lazım. Biz de ne diyoruz, armatör, gemi alıyor 15-20 tane ama halk olarak bu işin içine girmiş değiliz ki. Bunu genişleteceğiz, yalnız İstanbul değil bütün şehirler denizciliğin içinde olacak. Denizde çalışan yatırımını denize yapacak. Yunanlılar niçin daha kuvvetli? Bütün adalar orada, karayolu yok. Bir mecburiyetle başlamışlar. Bizim Karadenizliler de denizci oluyor çünkü sırtında dağlar var. Yönü mecburen deniz… Halkımızı denize teşvik etmek lazım… Son zamanlarda teşvikler var. Örneğin balıkçılık teşvik edildi, ÖTV’siz yakıt verildi. Geçenlerde anlattılar, ÖTV’siz yakıtı alıyorlarmış balıkçılar öbür tarafa satıyorlarmış. Benim bu yatım tam 17 ton mazot alıyor ama biz yakıtı ÖTV’li alıyoruz. Benim gibi yatlar var, birçoğu ÖTV’siz yakıt alıyor. Hayret edersin… Bazı yat sahipleri ÖTV’siz yakıt alıyor. Sakız adasına gidip alıyor. Denizci memleketiz de denizci millet olamadık, bunun için zaman lazım. Hükümet teşvikleri de olmalı ama bunun yanında zaman da lazım. Halkımız tabii nerede geçim varsa nerede bereket varsa, para varsa onu tercih ediyor.

SeaNews: Römorkör  imal ediyor,  ihraç ediyorsunuz. Bize römorkörcülük alanındaki gelişmeleri anlatır mısınız?

Kaptan Altay Altuğ: Burada yeni bir gazete var oradaki röportajda da söyledim, başlıkta diyor ki; UZMAR 150 bin tonluk gemileri çekecek römorkör üretecek. Gemilerin tonajı büyüdü. Biz de 1997 de başladığımız römorkör inşasında ürün ve pazar çeşitliliğimizi artırıyoruz. Halen 120 ton bollard pull (çekme kuvveti) ne kadar güçte 85 bin tonluk gemiler için römorkörler üretiyoruz. Uluslararası taşımacılık yapan gemilerin tonajı büyüdükçe ürettiğimiz römorkörlerin gücünü de artırıyoruz. Bu güne kadar Dünya sularında bizim ürettiğimiz 80 adet römorkör çalışmaktadır. Hollandalı bir firma bizden aldığı römorkörler ile Mısır’ın İskenderiye Limanı açıklarında kurulan petrol arama platformunu çekti. Açık deniz römorkörleri, hizmet gemileri inşa ederek ihtisas tersanesi olarak kendimizi geliştiriyoruz.
1984 yılında kılavuzluk ve römorkörcülük hizmetlerine başladık. Başlangıçta ihtiyacımız olan römorkörü Hollandalı Damen Shipyard  gurupta yaptırdık, orada römorkör inşa surecini inceledik. Bu işi neden biz yapmayalım diyerek 2007 yılında Tuzla’da 4 tersaneyi kiralayarak kendi römorkörlerimizi inşa etmeye başladık. Ürettiğimiz römorkörlerin büyük çoğunluğunu Hollanda, Panama, Hindistan, Fransa, Norveç, İngiltere’ye ihraç ettik. İngiliz donanmasına gemi verdik, Almanya, Portekiz, İtalya, Gürcistan, Şili, Kolombiya, Mısır ve Avustralya gibi ülkelere ihraç ettik. Şu ana kadar Dünya sularında 80’i aşkın römorkörümüz çalışıyor, tersanemizin sipariş defteri 2015 yılına kadar dolmuş bulunuyor. Şimdi yeni inşalar almak üzereyiz. Yeni müşterilerimiz Türkiye’ye gelecekler. Almanya’da fuarda konuştuğumuz insanlar tersanemizi görecekler, zaten biz de istiyoruz ki tersanemizi görsünler.
Krizden önce Bana 35 er tonluk römorkörler istiyorlar ama, 3,5 milyon avroya çıkıyor dediler yapın dedim.  Biz de emir bir yerden verilir ve yapılır. Yaptılar. Arkadan kriz geldi. % 15 peşin de verdik. 600 000/ 700 000 TL gitti. Siparişler verildi. Yapıldı iş, ama giden gitti. Kriz bitti. Şimdi yeniden başladık.

SeaNews: Peki kriz bitti mi?

Kaptan Altay Altuğ: Kriz bitmedi, kalıntıları var ama şimdi 70 tonlukları yapmaya başladık. Şimdi 80 / 85 tonluklar yapılmaya başlanılacak.  Ama bu pahalı bir tecrübe oldu.
Son zamanlarda şartlar değiştiği gibi “sac”larda değişti. Gemilerin boyu, eni, cepheleri değişti, 300-350 metrelik şilepler var. Şimdiki römorkörler 30 tonluk 20 tonluk diyelim, o büyük gemilerin yanında böcek gibi kalıyorlar. Maazallah gemi bir pervane çalıştırsa hepsi döne döne gemiden uzaklaşır.
Tersanemiz Kocaeli serbest bölgede UZMAR Tersanesi. Dışardan ithalatımız var, %40 ithal ediyoruz. %60 ülkemizden temin ediliyor. Bu % 40 doğrudan tersaneye giriyor, gümrüksüz. Bant usulü çalışıyor tersane, bölüm bölüm yapılıyor tekneler, sonra bu bölümler kızaklarla taşınıp birbirine kaynak yapılıyor, bu daha pahalı bir sistem ama kaliteli oluyor. Bölümlerde çalışanlar yaptıkları işte uzmanlaşıyorlar ve daha kaliteli iş çıkıyor ortaya.
Büyük vinçler yüzer havuzları olan bir tersane, bütün birimlerin hepsinin ayrı ayrı toplantı salonu var. 6. Kat işletme 7. Kat yönetim katı.

SeaNews: UZMAR olarak fuarlara katılıyor musunuz?

Kaptan Altay Altuğ: Bizle ilgili bütün fuarlara katılıyoruz. En son Hamburg’ta bir fuara katıldık.
Fuara gittik Almanya’ya fuara veda balosu oluyor. Yahut ta öğlen yemeği… İkisinden birini alıyorsunuz. DAMEN Shipyard Dünya birincisi, o galayı aldı, ben almak istemiştim galayı, ama daha sonra bizimkiler dedi ki öğlen yemeğini biz alacağız. Pavyonumuzda büyük bir kahve fincanı üzerinde römorkör yüzüyor. Brezilya kahve memleketi, onun altında diyoruz ki biz size bir sonraki botu yaparken siz kahvenizi için.

SeaNews: Denizcilik örf ve ananeleri için neler söylersiniz, eskiden nasıldı, şimdi nasıl?

Kaptan Altay Altuğ: Yine size bir hatıramı anlatayım; Trabzon gemisinde bir yangın oldu. Ambarlar kapandı, büyük bir yangın oldu. Ben nöbetçi kaptan olduğumdan ambardaki işçileri kurtarmak için indim aşağıya, işçiler kendilerinden geçmişti. Nefesimi tutup alacağım aşağıda kalanları, yukarı çıkaracağım dedim. Fakat kutunun içine insanları taşıyamadan ben de fenalaşmışım. Çünkü nefesini tutmak fayda etmiyor, zehirli gaz ciltle temas edince bayılmışım. Almanların savaşta Fransızlara karşı kullandığı sinir gazı var ya, cilde dokununca insan felç oluyor. Aşağıda tütün balyaları var. Yangında onlar yanmış ve kimyagerlerin araştırmasına göre öyle bir gaz ortaya çıkmış. Ondan sonra Gümüşsuyu hastanesine götürdüler ve beni dirilttiler. Trabzon yolcu gemisinde, 3 Eylül 1960 senesinde bu olay oldu. Hürriyet gazetesi feci yangın diye yazıyor. Söndürmek için 2 itfaiye, 2 er, 1 çavuş öldü. Altay ölümden döndü diyor. 3. Kaptanım ama süvarilik ehliyetim var. 1 sene sonra 2. Kaptan 10 sene sonra süvari olacağım. Genel müdür beni çağırdı ”oğlum sen kendi hayatını tehlikeye attın ama bizim de prestijimizi kurtardın” dedi. Ben üstün başarılardan ötürü iki defa da para ikramiyesi aldım.
Denizciler birbirlerine çok yakın olur. Denizciliğin en büyük vasfı denizdeyken yardım isteğiyle çalışmaktır. Yardım ve insanlık ister denizcilik. Bir gemi tehlikedeyse eğer, yanından bir gemi geçiyorsa tanımasa bile kurtarır.
 Denizcilikte geleneksel bir sistem var. İngiliz deniz hukukunda bile bu gelenekler kanun maddelerine girmiştir. Örf ve âdetin çok tesiri var. İnsanların yaşam tarzları da değişti. Bu durum denizcilerin hayatına da yansıdı, eski denizcilik tarzı yok artık.
Benim bir bordrom var. Yardım bordrosu, eğer bir kadın çalışamıyorsa iş bulamıyorsa üstelik yetimse ona yapılan yardım en makbul yardımdır. Ayrıca geceler oluyor oralarda da mutlaka bütçe ayırıyorum. Her toplantıya mutlaka pay ayrılır. Okullar, talebeler, yetimler, burslar veriyorum birçok burs çeşidi var. Yakınlarımdan da burs verdiklerim var. Dünya’daki en muazzam varlık insandır, insanları seveceksin, içinde insan sevgisi olacak. Hisleriyle, yaratıcılığıyla, düşünceleriyle yeryüzünde insandan başka bir yaratılan yok yeryüzünde. Ben sabah kalkarım, herkesi severim sabah saat 9’da kapıyı çalan kapıcıyı severim, kapıcının çocuğunu severim. Dışarı çıktığım zaman simitçiyi severim. İnsanları seviyorum.
Ben pek kimseden bir şey istemem, bazı yerlerde ise vermek istemekten daha büyük zevk veriyor insana.
Doğmakla ölmek arasındaki mesafeyi değerlendireceksin. İnsan sevgisiyle değerlendireceksin. Dostun yoksa sevdiklerin yoksa sevilenlerin yoksa yapraksız ağaca benzersin. Siz bugün geldiniz benim içimi rahatlattınız. Beni sevindirdiniz bir de sevap yaptınız. Her akşam uyumadan önce düşünürüm, Acaba bugün birisini üzdüm mü? Zarar verdim mi? Acaba işimde birisinin imkânlarını, menfaatlerini elinden aldım mı?
Peygamberimiz bir gün bayramda çıkmış çarşıyı dolaşıyormuş, herkese selam vermiş, çalışanlara kolay gelsin demiş, kenarda oturan çalışmayan biri varmış onun yanından geçerken ona da selam verip kolay gelsin demiş, sormuşlar peygambere bu kişi çalışmıyor ki ona neden kolay gelsin dediniz?  Peygamber “yok, oda bir iş yapıyor bir bıçakla dalı yontuyor” demiş. Sonuçta mutlaka bir şeyle meşgul olmalı bir iş yapmalıyız. Ben hiçbir şey yapmasam mızıka çalıyorum.
SeaNews: Çok teşekkür ederiz
 
 
Editör: TE Bilişim