Pax Ottomana’dan Pax Americana’ya Doğru mu?

KARADENİZ’İN DEĞİŞEN JEOPOLİTİĞİ 

[email protected] 

Karadeniz, antik çağlarda Akdeniz’den sonra ikinci önemli merkez olmuştur. M.Ö. 10. yüzyıllarda Ege insanı hiç tanımadığı bu denize açılmış, altın ve demir madenleri işletmiş, Karadeniz insanı ile temas etmiştir. Tanımadıkları Karadeniz’e açılan Egeli denizciler, adalardan yoksun bu denizde hırçın dalgalarla, kuvvetli akıntılarla, fırtınalarla ve tanımadıkları kavimlerle karşılaşmışlardır. Karadeniz’de karşılaştıkları olumsuzluklardan etkilenen bu insanlar, Karadeniz’e “dost sevmeyen deniz” anlamında “Pontos Aexeinos” demişlerdir. “Aexeinos”un Persçe bir kelime olan ve “karanlık, muzlim” gibi anlamlar içeren “Ahşaena”dan geldiği belirtilir. “Aexeinos” adının verilişi ile ilgili bir başka iddia ise, Nuh’un oğullarından Yafes’in torunu olan Aşkenaz’ın bu bölgede yaşamış olmasıdır. Zamanla gemi yapım teknolojisinin ilerlemesi ile birlikte Karadeniz’e dayanıklı gemilerin yapılmıştır. Karadeniz sahillerinde kurulan koloni şehirler vasıtasıyla bu bölgenin zenginlikleri Ege ve Akdeniz’e taşınmıştır. Böylece, Karadeniz’e bakış değişmiş ve bu denize "konuksever deniz" anlamında “Pontos Euxinos” denilmeye başlanmıştır.[1]

21. yüzyıl Karadeniz tarihte nasıl anılacaktır? “Pontos Aexeinos” olarak mı, yoksa “Pontos Euxinos” olarak mı anılacaktır? Karadeniz’de kalıcı barışı kim sağlayacaktır? Karadeniz’in yeniden değişen jeopolitiği bu soruları nasıl cevaplandıracaktır?

Sovyetler Birliği Sonrası Kimliğini Arayan Karadeniz

1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası, Karadeniz (Ukrayna, Rusya Federasyonu, Gürcistan) ve Hazar kıyılarında (Azerbaycan, Rusya Federasyonu, Kazakistan, Türkmenistan) yeni devletler ortaya çıkmıştır. Moskova, Karadeniz ve Hazar’da önemli limanlarını kaybetmiştir. Varşova Paktı’nın da dağılması ile birlikte Bulgaristan ve Romanya Moskova’nın nüfuz alanından çıkmıştır. Böylece, Sovyetler Birliği döneminde Karadeniz (Türkiye kıyıları hariç) ve Hazar (İran kıyıları hariç) Sovyet deniziyken, günümüzde Karadeniz Avrupa denizi, Hazar ise Avrasya denizi haline dönüşmektedir. Sovyetler Birliği’nin mirasçısı olan Rusya Federasyonu ise Karadeniz’de Kuzeybatı Kafkasya, Hazar’da ise Kuzeydoğu Kafkasya kıyılarına sıkışmıştır.

Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası Karadeniz yeniden şekillenmeye başlamıştır. Karadeniz’e kıyısı olan (Bulgaristan, Romanya, Ukrayna, Gürcistan) veya Geniş Karadeniz Bölgesi (Balkanlarda Moldova, Makedonya, Arnavutluk, Bosna-Hersek, Hırvatistan, Güney Kafkasya’da Azerbaycan ve Ermenistan) içinde yer alan ülkeler Rusya Federasyonu’ndan uzaklaşarak Batı’ya yakınlaşmaya başlamıştır. Balkan ve Güney Kafkasya’da bulunan Karadeniz ülkelerinin ortak özellikleri ya eski Varşova Paktı üyesi (Bulgaristan, Romanya, Arnavutluk, Makedonya, Bosna-Hersek, Hırvatistan) ya da eski Sovyetler Birliği cumhuriyeti (Moldova, Ukrayna, Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan) olmalarıdır. Söz konusu ülkelerin Batı’ya yakınlaşma konusundaki bu stratejik kararları nedeniyle önümüzdeki on yıllarda Batı’ya daha yakın, Avrupa-Atlantik dünyasının bir parçası haline gelmiş ve Avrupa Birliği (AB) ile NATO üyeliğine kabul etmiş Karadeniz ülkelerinin olabileceği muhtemel bir gelişmedir. Kimlik arayışında olan bu ülkelerin Doğu (Rusya Federasyonu, Bağımsız Devletler Topluluğu, Avrasya vb.) dünyasından Avrupa-Atlantik dünyası olarak ifade edilen Batı dünyasına (ABD, AB, NATO vb.) doğru günümüzde devam eden bu jeopolitik kayış süreci, Karadeniz’in Doğu ile Batı arasında tarihsel sıkışmışlığını da yansıtmaktadır. Böylece, Karadeniz’deki Doğu-Batı kutuplaşması bölgenin yakın geleceğini belirleyecek en önemli unsurlar arasında yer almaya aday gözükmektedir. Bu bağlamda, Karadeniz’i değerlendirebilmek için Osmanlı Devleti, Çarlık Rusyası ve Sovyetler Birliği’siz bir Karadeniz tarihinin eksik olacağı, buna karşın Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası Batı’nın Karadeniz’e yıldan yıla daha fazla nüfuz etmesi ile birlikte Karadeniz için yeni bir tarihin yazılmaya başlandığını görmek gerekmektedir. Karadeniz böylece, son on yılında tarihinde hiç yer almamış iki yeni dünya gücü (ABD ve AB) ile karşı karşıya kalmıştır. Birbirleriyle koordineli hareket eden bu iki siyasi, ekonomik ve askeri gücün Karadeniz’in yakın ve uzak geleceğini nasıl etkileyeceği henüz belli değildir.

Karadeniz’in kuzeybatı parçası olan ve Rusya Federasyonu sınırları içerisinde yer alan Kuzey Kafkasya ve Moskova’nın fiilen nüfuz alanı içinde olan Abhazya’nın da Karadeniz’de (özellikle Gürcistan ve Ukrayna’da) meydana gelen Batı yanlısı değişim rüzgarlarından etkilenmemesi mümkün değildir. Çarlık Rusyası ve Sovyetler Birliği devirleri dahil olmak üzere günümüzde Gürcistan’ın başkenti Tiflis ve Ukrayna’nın başkenti Kiev, Kuzey Kafkasyalı (Abhaz, Adige, Çeçen, Oset, Dağıstanlı vb.) aydınların toplandığı, örgütlendiği ve düşünce hareketlerinden etkilendiği iki merkez olmuştur. Bu nedenle, Tiflis ve Kiev’de farklı rüzgarların esmesi Kuzey Kafkasya ve Abhazya’yı etkilemekte, Kuzey Kafkasya halkları ile birlikte Abhaz halkının değişim ve kimlik taleplerini güçlendirmektedir. Sovyetler Birliği devrindeki özerk cumhuriyet ve özerk bölgelerin üzerinde oluşan ve devletleşme sürecini yaşamakta olan (Adigey, Karaçay-Çerkes, Kabardey-Balkar, Kuzey Osetya, İnguşetya, Dağıstan) ve/veya fiilen bağımsızlığını ilan etmiş olan federe cumhuriyetlerdeki (Çeçenistan, Abhazya, Güney Osetya) söz konusu değişim ve kimlik taleplerindeki hareketlenmenin önümüzdeki yıllarda da artarak sürmesi olasıdır. Bu nedenle, Karadeniz’de Kuzeybatı Kafkasya kıyılarına sıkışmış olan ve bu kıyılardan başka sadece Güneybatı Kafkasya kıyı şeridinde bulunan Abhazya’yı nüfuz alanında tutabilen Moskova, Batı Kafkasya’daki siyasi değişim taleplerinden çok rahatsız olmaktadır.

Güney Kafkasya’nın en stratejik öneme sahip ülkesi olan Gürcistan’da odaklaşan Batı ile Doğu arasındaki nüfuz mücadelesi, 2004 yılı başında Gürcistan’da daha sonra model haline gelen Batı yanlısı ilk sivil darbenin gerçekleşmesine yol açmıştır. Gürcistan modeli, sivil darbe ile Sovyet eğitimli yöneticilerin tasfiyesi, Batı (AB, ABD) eğitimli genç yöneticilerin iktidarı ele geçirmesi ile ülkenin demokratikleştirilmesi sürecinin başlatılması ve Batı dünyasına entegrasyonun hızlandırılması olarak özetlenebilir. Ancak, söz konusu modelin başarılı olup olamayacağı büyük ölçüde “Rusya Faktörü”nün etkili olup olamayacağına bağlıdır. Gürcistan modelinin başarılı olması Moskova’nın eski Sovyet cumhuriyetleri üzerindeki etkisinin kesin olarak tasfiyesi anlamına gelmektedir. Moskova’nın Çarlık Rusyası ve SSCB dönemlerinde kesintisiz olarak iki yüzyıldır yönettiği Karadeniz’den tasfiye edilmeye seyirci kalmasını beklemek doğru olacak mıdır? Ancak, Gürcistan ve Ukrayna’da gerçekleşen turuncu devrimler ve Haydar Aliyev’in vefatı Karadeniz’e Batı'nın (özellikle ABD’nin) bir adım daha yerleşmesine zemin hazırlayacak bir sürecin halkaları olarak yorumlanabilir. Nitekim, artık Karadeniz’de eski Sovyet yönetici sınıfından gelmeyen, daha genç ve Batı’ya daha açık iktidarlar dönemine girilmektedir. Ancak, iktidarların yeni ve genç bir kuşak tarafından teslim alınması, belirli fırsatlar getirebileceği gibi, potansiyel riskler de taşımaktadır. Çünkü, Karadeniz coğrafyasının karmaşık jeostratejik dengelerini gözetebilmek ve bütün etki unsurlarını iyi hesaba katabilmek, belirgin siyasal ve kişisel deneyime sahip olmayı gerektirmektedir. Kuçma, Aliyev ve Şevardnadze gibi duayenlerin yokluğu bu meyanda potansiyel zikzaklar ve belirsizlikler ihtimalini artırmakta olsa da mevcut kan ve kadro değişimi Karadeniz’in siyasi yapısında yeni bir döneme girmekte olduğuna işaret etmiştir.

2000’li Yıllarda Karadeniz’in Önemi Neden Artmaktadır ?

Karadeniz’in yeni bir döneme girişinin ilk adımlarını ABD atmıştır. Karadeniz, 2 Mart 2006’da ABD’nin Akdeniz’de terörizm ve suçla mücadele kapsamında faaliyet gösteren NATO Aktif Çaba Operasyonu (Operation Active Endeavor)’nun görev alanını Karadeniz’e de genişletmek istemesi ve Ankara ile Moskova’nın buna karşı çıkması ile gündeme taşınmıştır. Ancak, “Karadeniz Uyum Harekatı” adı altında Karadeniz’de ulusal düzeyde deniz operasyonlarını sürdüren Türkiye, Karadeniz’in terörle mücadele kapsamında bir NATO operasyonuna konu edilmesini gereksiz bulmaktadır. 3 Mart’da da ABD'nin Ankara Büyükelçisi Ross Wilson, Montrö Antlaşması'nın, uluslararası bir su olan Karadeniz'e askeri güç girmesi konusunda açık olduğuna dikkat çekerek, Karadeniz'in uluslararası sularda bulunmasından kaynaklanan haklardan yararlanmak istediklerini belirtmişlerdir. 16 Mart’da da Türkiye’nin “Karadeniz Uyum Harekatı”na Rusya Federasyonu’nun da katılmasını öngören bir protokolun imzalandığı açıklanmıştır.

Özellikle ABD için Karadeniz’in önemi neden giderek artmaktadır ?

2000’li yıllarda, Karadeniz’in öneminin giderek artmasının birkaç ana nedeni bulunmaktadır.

Birinci neden, Sovyetler Birliği’nin ve Varşova Paktı’nın dağılması, bu dağılma sonrası batıdan doğuya doğru genişlemeye devam eden AB ve NATO’nun Kardeniz’e kadar genişlemeyi tamamlamış olması ve Karadeniz’i kapsayacak şekilde Güney Kafkasya’yı da (“Dublin’den Bakü’ye”) içine alarak genişlemeyi tamamlamak istemesidir.

Nitekim, 1 Mayıs 2004 tarihinde AB’nin son genişlemesinden sonra, 11 Mart 2003 tarihinde AB Komisyonu tarafından hazırlanan ve AB Dışişleri Bakanları tarafından kabul edilen Daha Geniş Avrupa (Wider Europe-Neighbourhood: A New Framework for Relations with our Eastern and Southern Neighbours) programı çerçevesinde AB, Karadeniz ülkeleri ile ilişkileri düzeltme yönünde adımlar atmaya başlamıştır. Bu bağlamda, AB’nin Karadeniz’deki dondurulmuş çatışma bölgelerindeki sorunların çözülmesinde, siyasî ve ekonomik reformların gerçekleştirilmesinde daha etkin bir rol üstleneceği beklenmektedir. Daha Geniş Avrupa programında demokrasiye geçiş süreci, ödüllerle teşvik edilen ve Kopenhag Kriterleri benzeri koşulları yerine getirmeleri karşılığında adeta “AB’ye üyelik dışında hemen herşeyin teklif edildiği uzun bir süreç” olarak aktarılmaktadır. Teklif edilen hukukî çerçeve ise “ortaklıktan ziyade, üyelikten daha az bir dizi hakları” içermektedir.[2] 14 Haziran 2004’te Daha programına Güney Kafkasya ülkeleri de dahil edilmiştir. AB’nin Sovyetler Birliği coğrafyasındaki ikinci genişlemesinin Güney Kafkasya’yı (özellikle Gürcistan’ı) kapsayabileceği de olasılıklar içerisindedir. Üçüncü Dalga olarak adlandırılmaya başlanan sözkonusu olası genişleme, Moskova’yı AB’nin Mayıs 2004 genişlemesinden daha fazla etkileyebilecektir. Geniş Avrupa

Karadeniz ülkelerinin NATO ve AB üyeliği bu ülkelerde büyük ekonomik ve siyasî yapısal reformlar yapıldığı takdirde mümkün olabilecektir. Karadeniz ülkeleri ekonomik ve siyasî yapısal reformların gerçekleştirilmesinde istekli görünse de bu ülkelerin sosyal, siyasî ve ekonomik kurumlarının yetersiz olması nedeniyle yeterince başarılı olunamamaktadır. Bu nedenle, bu ülkelere yönelik Avrupa-Atlantik (AB ve ABD) yardımları ağırlıklı olarak demokratik kurumların yapılanması, ekonomik yapının yenilenmesi, sivil toplum ve hukukun gelişimi sağlanmasına yöneliktir. Karadeniz devletlerinin başarısı, demokrasi ve sivil toplumlarının gelişimine ve ekonomilerinin dışa açılmasına bağlıdır.

İkinci neden, Karadeniz ülkelerinin yaklaşık son iki yüzyıldır Çarlık Rusyası ve Sovyetler Birliği’nin egemenlik ve nüfuz alanında kalmaları ve Rusya Federasyonu’nun önümüzdeki on yıllarda ekonomik, siyasi ve askeri alanlarda toparlanması sonrası tekrar eski nüfuz alanına dönmek isteyebileceği ihtimalinin olması, söz konusu ülkelerin NATO ve AB üyeliğini ülkelerinin gelecekteki siyasi, ekonomik ve askeri güvenliğinin en önemli güvencesi olarak görmelerine yol açmaktadır. Karadeniz ülkelerinin ulusal güvenliklerini sağlama kapasitesinin zayıf oluşu da onları güçlü bir dış desteğe muhtaç bırakmaktadır. Ayrıca Karadeniz ülkelerinin demokrasi, çoğulculuk ve serbest pazar ekonomisine doğru yönelimleri artarken, Rusya Federasyonu’nun tersi bir süreç izlediği görülmektedir. Bu nedenle Rusya Federasyonu’na karşı duyulan kaygı bu ülkelerin ekonomik işbirliği yerine, güvenliğe öncelik vermelerine yol açmaktadır.

Üçüncü neden, 11 Eylül 2001 saldırısı sonrası ABD’nin “terör” merkezlerini yok etmeye yönelik başlattığı askeri harekat içinde Karadeniz’in bulunduğu özel konumdur. Nitekim, Karadeniz, ABD’nin Ortadoğu (özellikle Irak) ve Orta Asya’ya (özellikle Afganistan) açılımı için stratejik bir konumdadır. Özellikle, Orta Asya’da bulunan ABD askerî varlığı ile ulaşımın sağlanması açısından ABD için önemli hale getirmiştir. ABD uçaklarının Avrupa’dan Orta Asya’ya ve Afganistan’a gitmek için kullandığı hava koridoru Karadeniz’den geçmektedir. ABD Orta Asya’daki askerî üslerini Rusya Federasyonu, Çin ya da İran üzerinden besleyemeyeceği için Pakistan-Afganistan veya Türkiye-Gürcistan-Azerbaycan koridorunu kullanmak zorundadır. Her iki bölgenin de istikrarsız karakteri düşünüldüğünde, ABD sadece tek bir koridora bağımlı olmaktan kaçınmaktadır. Böylece, daha önce “Doğu-Batı Enerji Koridoru” olarak literatürümüze giren koridor, bu defa “Karadeniz Güvenlik Koridoru” olarak uluslararası siyasette yerini almıştır.

11 Eylül saldırısının ardından oluşan konjonktürden yararlanan ABD, olağan koşullarda yerleşmesinin adeta imkansız olduğu Sovyetler Birliği topraklarına yerleşmeye başlamıştır. Aslında, Rusya Federasyonu’nda 1999 yılında Vladimir Putin dönemi başladığı zaman, genel beklenti Putin iktidarının Batı dünyasına daha sert tavır alacağı yönündeydi. Ancak, beklenen gerçekleşmemiştir. 1993 yılında oluşturulan ve eski Sovyetler Birliği coğrafyasını nüfuz alanı olarak tanımlayan Yakın Çevre Politikası, Putin döneminde anlamsızlaşmıştır. NATO ve AB genişlemeye devam edebilmiş, Karadeniz, Güney Kafkasya ve Orta Asya’ya yerleşmeye başlayabilmiştir. Balkanlara, Afganistan’a ve son olarak Irak’a askeri müdahalede bulunulabilmiştir. Bu bağlamda, Romanya ile ABD arasında, Romanya’nın Karadeniz kıyılarında ABD askeri üsleri kurulması konusunda bir anlaşma imzalanmıştır. Bulgaristan ile de benzer bir anlaşmanın 2006 bahar aylarında imzalanması beklenmektedir. ABD’nin özellikle Romanya ve Bulgaristan’da güvenli birer stratejik pozisyon elde etmesiyle birlikte Karadeniz bölgesinde yeni bir güç yapılanması belirmektedir.[3] Ayrıca, NATO üyeleri olan Fransa ve Almanya gibi ülkeler bile Irak konusunda ABD’nin yanında yer almamışken, NATO ile “Barış İçin Ortaklık” anlaşmasını imzalamalarının ardından ancak on yıl geçmiş olan Karadeniz ülkeleri de 2004 yılında Irak’a asker gönderebilmiştir. Bu nedenle, 14 Mart 2004 devlet başkanlığı seçimleri ile başlayan ikinci Putin döneminde de Batı’nın Karadeniz’de Rusya Federasyonu’na karşı kazanımları karşısında Kremlin çaresizliğini sürdürecek gibi gözükmektedir.

Dördüncü neden, ABD’nin olası bir İran harekatı ve Avrupa-Atlantik dünyası dışında kalan Beyaz Rusya ile Rusya Federasyonu’nun askeri hareketlerini kontrol altında tutmak için, Karadeniz’i “askeri üs, radar istasyonları ve casus uçakları ile izleme merkezi” olarak değerlendirmek istemesidir.

Bu bağlamda ABD, Hazar’ın güvenliğinin sağlanması için “Caspian Guard” programı çerçevesinde 135 Milyon Dolar harcayacağını açıklamıştır. Bunun yanında ABD, Azerbaycan’ın İran sınırında bulunan Astara ve Bakü’nün kuzeyinde bulunan Hızı bölgelerinde “s” bandında iki radar istasyonunu Ağustos 2005’de faaliyete geçirmiştir. Eskimiş teknolojili bu iki istasyon, 20 Milyon Dolara mal olmuştur. Bu yıl, Bakü’nün yer aldığı Apşeron yarımadasında (Bakü yakınlarında bir sahil köyü olan Zire veya Bakü yakınlarındaki Nargin adasında) faaliyete geçecek olan “c” bandındaki bir mobil radar istasyonu ile birlikte üç radar istasyonu arasında düzenli ve devamlı bir iletişim ağı da kurulacaktır. ABD, Azerbaycan’da oluşturduğu üç ayaklı radar sistemi ile İran’ın bütün kuzey bölgelerini, Rusya Federasyonu’nun Hazar kıyılarını, Ermenistan’ı izleyebilecektir. Azerbaycan’daki kurulan radar istasyonları 2015’e kadar Güney Kafkasya’da oluşturulması planlanan “Caucasus Net” (RLS/Radio Location System) sistemine dahil edilecektir. Söz konusu istemde küresel eşalon sisteminin bir parçası olacaktır. ABD’nin radar istasyonlarını oluşturmasından sonra askeri üs açmasına da kesin gözüyle bakılmaktadır. Askeri uzmanlar ABD’nin bir ülkeye ilk önce radar stasyonları ve savaş uçakları yerleştirdiğini, ikinci aşamada ise ağır askeri araçlar ve kara ordusunun getirdiğini iddia etmektedirler. Azerbaycan’ın kuzey (Rusya Federasyonu-Kuzey Kafkasya sınırı) ve güney (İran sınırı) bölgesinde yer alan dağlık bölgeleri Pentagon uzmanlarının incelemeye başladığı ve bu inceleme sonucunda ABD Savunma Bakanlığı’nın Doğu Avrupa’da uyguladığı “Sun of Star Wars” programı çerçevesinde Azerbaycan’a iki füze üssü oluşturacağı iddia edilmektedir. Bu füze üslerinden biri ülkenin kuzeyinde, diğeri ise güneyinde bulunan radar üslerine yakın olacaktır. [4]

2005 yılından itibaren Azerbaycan’ın kuzey güney ve ortasında Hazar kıyısında radar üssü oluşturan ABD’nin asıl amacının Rusya Federasyonu, İran ve Beyaz Rusya hava sahasını tamamen denetim altında tutmak olduğu iddia edilmektedir. ABD’nin bu amaçla, Moldova ve Baltık ülkelerinde de radar istasyonu kurduğu bilinmektedir. Ancak ABD, “Post-Sovyet coğrafyasının batı bölgelerinde uçuşların güvenliğinin sağlanması ve yönlendirilmesi, aynı zamanda sınırların güvenliği ve uluslararası terörizm ile mücadelenin etkinliğini arttırmak için” söz konusu istasyonların kurulduğunu iddia etmektedir. Azerbaycan’da yakın mesafeyi izleyebilen “s” bandındaki radar istasyonlarının, yakın bir gelecekte en son teknolojiyi içeren ve uzak mesafedeki yer üstü ve hava hedeflerini izleyebilen “x” bandı radar sistemine dönüştürüleceği de iddia edilmektedir. Nitekim, savaş ve istihbarat uçakları ile istihbarat uyduları bir coğrafyanın ayrıntılı haritasını elde edebilmek için “x” bandına (10-11 Ghers) gereksinim duymaktadır. Bu dalgalardan yararlanarak elde edilen fotoğraf oldukça nettir. [5]

ABD, Güney Kafkasya ve Orta Asya üzerinden izlemeyi, radar istasyonlarından ziyade 550 km.’lik bir alanı tarayabilen AWACS (Airborne Warning and Control System) uçakları ile gerçekleştirmeyi planlamaktadır. Güney Kafkasya’ya ve Orta Asya’ya birer AWACS uçağının konuşlandırılması beklenilmektedir. Bu bağlamda, Azerbaycan’a 4, Gürcistan’a 3 ABD subayının gittiği ve Azerbaycan’da Kürdemir, Kala, Zeynalabidin Tağıyev ve Gürcistan’da Vaziani, Marneuli, Batum havaalanlarının durumunu kontrol ettikleri iddia edilmektedir. [6]

Beşinci neden, 11 Eylül saldırısı sonrası, dünya petrolünün yüzde 65’ini, doğal gazının ise yüzde 40’ını bulunduran ve gittikçe istikrarsızlaşan Orta Doğu’ya alternatif olabilecek enerji kaynakları arayışıdır. Karadeniz ve Hazar Bölgesi coğrafî konumundan ileri gelen jeopolitik önemi yanında zengin enerji kaynaklarına sahip bir bölgedir. Söz konusu bölge, petrol ve gaz rezervleri (ispatlanmış), mevcut veriler ve (arama+üretim) maliyetleri dikkate alındığında, Orta Doğu rezervleri ile kıyaslanacak büyüklükte değildir. Buna karşın, arz güvenliği ve buna bağlı olarak kaynak çeşitliliği olguları dikkate alındığında, bu kaynakların öneminin önümüzdeki yıllarda hızla artması beklenmelidir. [7]

Altıncı neden, Rusya-Ukrayna doğalgaz krizinin ardından, enerji güvenliğinin dünyada hayli önem kazanması ve gözlerin Karadeniz bölgesine çevrilmesidir. Nitekim Karadeniz, gerek tanker taşımacılığı, gerekse petrol ve doğal gaz petrol boru hatları ile “Doğu-Batı Enerji Koridoru” üzerindedir. Bu nedenle, Avrupa’nın özellikle doğal gaz alanında enerji güvenliğinin sağlanması için Karadeniz giderek ön plana çıkmaktadır.

Söz konusu nedenler, Karadeniz’i ister istemez giderek Batı ile Doğu arasındaki nüfuz mücadelesinin merkezi durumuna getirmektedir.

Türkiye KEİ’ye Yeni Bir Ruh Vermeyi Başarabilecek mi?

Türkiye’nin Batı blokunda olduğu tartışmasız bir gerçektir. Türkiye NATO’ya üyedir ve AB ile müzakerelere başlamıştır. Karadeniz’de kıyısı olan diğer ülkeler ise eski Doğu bloku ülkeleridir ve Rusya Federasyonu dışındaki ülkeler NATO’ya ve AB’ye üye olmak istemektedir. Bu tabloya karşın Türkiye’nin, fiziki ve siyasi olarak Avrupa kıtası içinde yer alan Karadeniz’in NATO-AB gölü haline gelmesine ve ABD’nin Karadeniz girişimlerine gönülsüz davrandığı; Karadeniz’de bu denize kıyıdaş olmayan yeni oyuncular (ABD, NATO, AB gibi) istemediği; Karadeniz’de mevcut durumu savunduğu; KEİ (Karadeniz Ekonomik İşbirliği) ve Blackseafor (Black Sea Naval Cooperation Task Group) dışında bir organizasyonun oluşmasına olumlu bakmadığı; Rusya Federasyonu ile Türkiye’nin Karadeniz’in demokratikleşmesine engel olduğu; Ukrayna ile Gürcistan’ın AB ve NATO üyeliğine karşı olduğu; ABD’nin batıdan (Balkanlar), doğudan (Kafkasya), güneyden (Ortadoğu-Irak) Türkiye’yi çevirdiği ve tek açık yön olan kuzeyden de (Karadeniz) çevirerek Türkiye’yi çember içine alacağı iddiaları bulunmaktadır.

Söz konusu bu iddialar doğru veya asılsız olsa bile, Türkiye’nin yeni politikalarını oluşturabileceği ilk ve en sağlam zemin, kuruluşunda öncülük yaptığı ve 1 Mayıs-31 Ekim 2007 tarihleri arasında 6 ay dönem başkanlığını yapacağı KEİ olabilir. Nitekim, 25 Haziran 1992’de İstanbul Zirvesi’nde yayınlanan Bildiri ve Boğaziçi Açıklaması ile  resmen kurulan Karadeniz Ekonomik İşbirliği teşkilatı (KEİ), 2007 yılında 15. kuruluş yıldönümünü devlet başkanları zirvesi ile kutlamaya hazırlanmaktadır. Ancak, KEİ coğrafyasında başlangıç dönemindeki ile günümüzdeki şartlar oldukça farklıdır. Bölge ülkelerinin öncelikleri ve birbirleriyle ilişkilerinde köklü değişmeler olmuştur.

AB ve NATO’nun Karadeniz’e doğru genişlemesi ve bölge ülkelerinin AB ve NATO üyelik isteği KEİ’yi gölgede bırakmıştır. Romanya ve Bulgaristan AB üyeliğine yönelirken, KEİ’nin fikir babası Türkiye de enerjisini AB üyeliğine yöneltmiştir. Aslında, Rusya Federasyonu dışında KEİ üyesi ülkelerin tümü AB üyeliği özlemi duymaktadır. Böylece, bu fiili durum, KEİ’nin cazibesi azaltmış, AB ve ABD’ninkini artmıştır. Nitekim, AB ile ilişkilerin geliştirilmesi ve derinleştirilmesi yoluyla KEİ’nin canlandırılabileceği fikri teşkilat içinde geniş destek görmektedir. 28 Ekim 2005 tarihinde Moldova-Kişinev’de yapılan KEİ Dışişleri Bakanları Konseyi Toplantısı’nda bu amaç ifade edilmiş, AB’ye Karadeniz’e yönelik bir bölgesel politika geliştirmesi çağrısında bulunulmuş, bu hususları takip ve gerçekleştirmekle hem KEİ hem de AB üyesi olan Yunanistan görevlendirilmiştir. Karadeniz’e ilgisi gittikçe artan ve bölge ülkeleriyle ilişkilerini derinleştiren ABD’de de söz konusu toplantı da gözlemci üyeliğe kabul edilmiştir. [8] ABD’nin KEİ içindeki aktivitesinin ne olacağı henüz belli değildir.

KEİ’nin etkinleştirilmesi gerektiğini tüm üye ülkeler dile getirmektedir. Ancak, üye ülkelerin bazıları AB ve ABD’ye yakınlaşmakla, Türkiye ve Rusya Federasyonu ise KEİ içinde düzenlemeler ve yeni inisiyatifler almakla teşkilatın yenilenmesini savunmaktadırlar. Karadeniz’de dondurulmuş çatışma bölgelerini içeren ülkeler de (Moldova, Ukrayna, Gürcistan ve Azerbaycan) KEİ’de güvenlik konularının ele alınmasını istemektedirler. Türkiye ve Rusya Federasyonu ise KEİ’nin bir ekonomik işbirliği örgütü olduğunu, üyeler arasındaki bu tür sorunların KEİ’ye taşınmasının örgütü felç edebileceğini, siyasi sorunların esasen AGİT, Avrupa Komisyonu gibi zeminlerde ele alınmasının uygun olacağını savunmaktadır.

Türkiye’yi KEİ’yi kurmaya yönelten temel düşüncelerden biri de Karadeniz’de bürokrasiyi azaltarak ticaretin, yatırımların ve girişimciliğin önünü açmak olmuştur.  Ancak, Rusya Federasyonu’nun içe dönük ekonomi politikalarına yönelmesi ve diğer KEİ üyelerinin AB ile bütünleşmeye yönelmesi ile KEİ bu işlevini kaybetmiştir.

KEİ, bu imkan ve ilgiyi üyeleri arasında bir çatışma konusu olmaktan çıkarıp uzlaşma hususu yapabilirse, bölgesel işbirliğini canlandırabileceği ve varlığını anlamlı kılabileceği düşünülmektedir. Esasen Avrasya’daki petrol ve doğal gazın hem güvenli biçimde ortak kullanımı, hem de  Batı pazarına nakli böyle bir işbirliğini herkes için yararlı ve zorunlu kılmaktadır. Bu bağlamda, Avrupa Kömür ve Çelik Birliğinin kuruluşuna benzer bir yaklaşımın KEİ coğrafyasında petrol ve doğal gaz nakline uygulanabileceği, böylece bölgede güven bunalımı yaratmakta olan bir konunun güven tesisine çevrilebileceği düşünülmektedir. Ayrıca, 20 milyon km²’lik bir alana yayılmış bulunan ve 350 milyonluk bir nüfusa sahip olan KEİ, bugün dünya ticaretinin yüzde 5'ini gerçekleştirmektedir. 

KEİ ülkelerinin dış ticaret hacmi 650 Milyar Dolardır. Birbirleriyle dış ticareti toplam dış ticaretlerinin yüzde 10'undan azdır. Türkiye'nin KEİ ülkeleriyle dış ticaret hacmi ise 22 Milyar Dolardır. KEİ ülkeleri dış ticaretlerinin yarısını birbirleriyle yapmaları sağlansa bile 325 Milyar Dolar hacminde bir pazar oluşabilir.

Karadeniz’de Romanya ve Ukrayna-Gürcistan’ın Yeni İşbirliği Arayışları

Türkiye’nin KEİ’yi tekrar canlandırıp canlandırmayacağı tartışılırken, Karadeniz ülkelerinin Avrupa-Atlantik dünyasının da desteği ile yeni arayışlara girdiği görülmektedir.

2005 yılında, Romanya, Ukrayna ve Gürcistan’ın Rusya Federasyonu’na karşı Karadeniz bölgesinde stratejik denge gereksinmelerinden kaynaklanan ve Türkiye’nin günümüz koşullarına göre Karadeniz için yeni politik açılımlar üretmekte geç kalması nedeniyle kurumsallaşmaya başlayan yeni işbirliği arayışları ortaya çıkmaya başlamıştır.

Yeni işbirliği arayışlarının birincisi, Romanya’dan kaynaklanmıştır. NATO üyesi olan ve 2007’de AB üyesi de olacak olan Romanya, AB üyesi olmayan Karadeniz ülkelerinin AB’ye açılan kapısı olmayı kendine misyon edinmiştir. Aslında, Varşova Paktı döneminde de Romanya, diğer Varşova Paktı ve Sovyetler Birliği ülkelerinin (özellikle Azerbaycan’ın) Avrupa’ya açılan kapısı olmuştur. Geçmişten gelen deneyimle hareket eden Romanya, Türkiye’nin günümüz koşullarına göre Karadeniz için yeni politik açılımlar üretmekte geç kalması nedeniyle bölge liderliğine oynamaya başlamıştır. Romanya’nın iddialarına göre, “KEİ koma halinde bir kuruluştur. Hem KEİ, hem de Blackseafor bölgenin ihtiyaçlarına cevap vermekten uzaktır. 15 Ekim 2005’de Tiflis’te yapılan ve siyasi bir metin üzerinde anlaşılamayan Blackseafor’un son toplantısı başarısızdır. Operasyonel olmasının engellenmeye çalışıldığı Blackseafor’un Aktif Çaba Operasyonu (Operation Active Endeavor) ile daha ileri bir aşamaya geçmesini istenmektedir. Bükreş, Ankara ve Moskova’nın baskısı ile karşılaşmamak için Washington ve Brüksel’in desteğine ihtiyaç duymaktadır”.

Söz konusu bu çerçeve içinde Romanya, 2005 yılında “Karadeniz Diyalog ve Ortaklık Forumu” önerisini açıklamıştır. Karadeniz’de işbirliğine bir şemsiye olarak getirilmek istenilen, katılımcılığın ve serbestliğin esas olduğu, fazla kurumsal bir yapının düşünülmediği ve yaklaşık 700 üst düzey katılımcının davet edilmesinin planlandığı bu forumun 5 Haziran 2006’de Bükreş’te düzenlenecek bir zirveyle başlatılması planlanmıştır. Karadeniz’deki ve bölge dışındaki devletlere, düşünce kuruluşlarına, iş çevrelerine açık olan bir yapısı bulunması ve hemen her konunun isteyenler arasında ele alınabilmesi öngörülmektedir. Ekonomi, enerji güvenliği ve demokratikleşme üzerine çalışmayı amaçlayan “Karadeniz Diyalog ve Ortaklık Forumu”nun Moskova tarafından boykot edilmesini önlemek içinde Ankara’dan en üst düzeylerde (Cumhurbaşkanı veya Başbakan seviyesinde) davet düşünülmektedir. Söz konusu toplantı sonunda bakanlar düzeyinde açıklanacak bir deklarasyon ile de toplantıya siyasi bir misyonun da verilmesi istenilmektedir. Böylece, bu toplantı ile birlikte Romanya hem Karadeniz’de liderliğini ilan edecek, bölgedeki faaliyetlerine bir meşruiyet kazandıracak ve hem de Karadeniz bölgesi ile iletişime geçmek için tek aracın KEİ olmadığını AB’ye göstermiş olacaktır.

Karadeniz’de Romanya dışında ikinci yeni işbirliği arayışı Gürcistan-Ukrayna ikilisinin girişimleri ile başlamıştır. Romanya’nın Türkiye’nin öncülüğünü önemsemez tavırlarına karşın, Gürcistan-Ukrayna ikilisi Türkiye’ye rağmen Karadeniz’de işbirliğinin yapılmayacağının farkındadır. Bu bağlamda, Gürcistan-Ukrayna ikilisinin öncülüğünü yaptığı ve bir anlamda Karadeniz Diyalog ve Ortaklık Forumu”na rakip olan “Demokratik Seçenek Topluluğu (The Community of Democratic Choice-CDC)” daha gerçekçi temeller üzerine 1-2 Aralık 2005’de Ukrayna-Kiev’de kurulmuştur. Demokrasi, insan hakları ve dondurulmuş çatışma bölgeleri üzerine çalışmayı amaçlayan, AB ve NATO ile yakın işbirliğini öngören CDC, ikinci toplantısını da 9-10 Mart 2006’da Gürcistan-Tiflis’te yapmıştır.

Yeni işbirliği arayışlarının üçüncüsü, Batlık ülkelerinden kaynaklanmaktadır. Baltık ülkelerinin kurmuş olduğu ve Litvanya’nın başkentinin adı ile anılan “Vilnius Groups”, Baltıkların NATO ve AB’ye giriş sürecindeki deneyimlerini Karadeniz ülkelerine aktarmak arzusundadır. ABD tarafından Baltık ülkeleri (Letonya, Litvanya, Estonya) ile Güney Kafkasya ülkeleri (Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan) arasında bir eylem planı da oluşturulmuştur. Amaç, Baltıkların ekonomik, sosyal, siyasal reformları konusunda bilgi ve deneyimini Güney Kafkasya’ya aktarmak ve bu ülkeleri NATO’ya ve AB’ye üyelik sürecine hazırlamaya katkıda bulunmaktadır. Baltık ülkeleri ve Güney Kafkasya ülkeleri eski Sovyetler Birliği ülkesidir. Kendi aralarında kültürel ve tarihsel yakınlık bulunduğu için bir blok olarak değerlendirilmektedir. NATO’ya ve AB’ye girmeyi başarmış ilk Sovyetler Birliği ülkeleri olarak gerek bu deneyimlerini, gerekse siyasî, ekonomik, askerî vb. dönüşüm deneyimlerini Güney Kafkasya’ya aktarmaya başlamışlardır. Vilnius’da 2006 yaz aylarında Karadeniz-Baltık ilişkilerini ele alacak bir konferansın yapılması beklenilmektedir.

Karadeniz’in Değişen Jeopolitiği KapsamındaTürk Boğazları

1774 Küçük Kaynarca Antlaşmasına kadar Boğazlardan geçiş kurallarını Osmanlı Devleti tek başına belirlemiştir. 1774-1841 dönemi, geçiş rejiminin birtakım açık ve gizli anlaşmayla belirlenmeye çalışıldığı bir dönemdir. 1841 yılında imzalanan “Londra Boğazlar Sözleşmesi” ile geçiş rejimi uluslararası bir nitelik kazanmış ve bu sözleşme I. Dünya Savaşı’na kadar uygulanmıştır. I. Dünya Savaşı sonunda (Mart 1920) Boğazların kontrolü "Boğazlar Komisyonu" denilen uluslararası bir komisyona verilmiştir.

Türk Boğazlarındaki trafiği düzenleyen uluslararası belgelerin temeli ise “Boğazlar Rejimi Hakkında Montrö’de 20 Temmuz 1936 Tarihinde İmza Edilen Sözleşme”dir. Türkiye, Fransa, İngiltere, İrlanda, Japonya, Yugoslavya, Romanya, Bulgaristan, Sovyetler Birliği arasında imzalanan Montrö (Montreux) Sözleşmesi, 31 Temmuz 1936 günlü, 3056 sayılı Yasa ile TBMM tarafından onaylanmıştır. Sözleşmenin yürürlüğe girmesiyle, Uluslararası Boğazlar Komisyonunun yetkileri Türk Hükümetine geçmiştir. Sözleşmenin Boğazlardaki trafikle ilgili genel yaklaşımı, "geçiş serbestliği"dir. Geçişlerin kısıtlanabileceği durumlar ve kısıtlama biçimleri ayrıca gösterilmektedir.

Barış zamanında, ticaret gemileri; sancakları ve yükleri ne olursa olsun, gündüz ve gece, sağlık kontrolü dışında hiçbir engellemeyle karşılaşmaksızın Boğazlardan geçebilecektir. Bu gemiler anlaşmada belirtilen geçiş ücretinin tahsili amacıyla, Türk memurlara isimlerini, uyruklarını, geldikleri ve gidecekleri limanları, tonajlarını bildireceklerdir. Kılavuzluk ve römorkaj hizmetleri isteğe bağlı olacaktır.

Savaş zamanında eğer Türkiye savaşta değilse ticaret gemileri serbestçe geçiş yapabilecektir. Türkiye savaşta ise, düşmana ait olmayan ticaret gemileri için geçiş yine serbest olacak, ancak bu durumda geçişler gündüz yapılacak ve Türk makamları tarafından gösterilen güzergah izlenecektir. Barış zamanında, gündüz geçmeleri ve bildirilen rotayı izlemeleri koşuluyla; hafif su üstü savaş gemilerinin, küçük savaş gemilerinin ve yardımcı gemilerin (Karadeniz'e sahili olup olmadığına bakılmaksızın) ticaret gemilerinde olduğu gibi serbestçe geçişleri asıldır. Karadeniz'e sahili bulunan devletler her türlü savaş gemilerini boğazlardan geçirebileceklerdir. Karadeniz'e sahili bulunmayan devletlerin bu denizde bulundurabilecekleri savaş gemileri tonaj olarak sınırlamalara tâbi tutulmuştur. [9]

Coğrafi özellikleri bakımından çok riskli bir yapıya sahip olan İstanbul Boğazı’ndan Montrö Sözleşmesi'nin imzalandığı 1936 yılında ortalama olarak yılda 4700 gemi geçerken, 2001 yılında 42 637 ve 2005 yılında 54 794 gemi geçmiştir. Görüldüğü gibi son beş yılda bile geçen gemi sayısında yüzde 22 artış olmuştur. Ayrıca, teknolojik gelişmelere, ticaret hacmindeki artışlara ve Karadeniz’in doğu-batı koridorunda önemli bir petrol, doğal gaz transit geçiş bölgesi haline gelmesine paralel olarak boğazlardan geçen gemilerin boyutları da büyümektedir. Hazar Havzası petrollerinin dünya pazarına çıkmasıyla, yük taşımacılığının ağırlığı giderek daha fazla tanker taşımacılığına kaymaktadır. 2003 yılında yalnız İstanbul Boğazından yılda yaklaşık 134 milyon ton petrol ve türevleri taşınmıştır. Bunun yanında boğazlardan geçiş yapan tanker sayısında da ciddi bir artış bulunmaktadır. İstanbul boğazından 2001 yılında 6 516 ve 2005 yılında 10 027 tanker geçmiş, son beş yıl içinde yüzde 36 yüzde artış olmuştur.

Boğaz trafiği, Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerin bağımsızlıklarını kazanmalarından sonra kendi filolarını artırması, Doğu Avrupa ülkelerinin Ren-Tuna su yolunu ve Hazar ülkelerinin Volga-Don kanalını kullanarak Karadeniz’e açılması ile daha da yoğunlaşmıştır. Böylece, uluslararası boğaz trafiği, yerel trafik ile birlikte dikkate alındığında güvenli bir geçişin sınırlarını aşmış durumdadır. Nitekim, İstanbul boğazında 1 milyonluk geçişte 6 kaza olurken, Süveyş kanalında bu oran yarı yarıya azdır. Ayrıca, İstanbul boğazının kanal genişliği bakımından dünyanın en dar, en girintili-çıkıntılı, sisli su yollarından biri olmasına; üst akıntıların kuzeyden güneye olması nedeniyle akıntının seyre etkisinin kaza nedenlerinden biri olmasına rağmen, Montrö Antlaşması’na göre klavuz kaptan alma zorunluluğunun olmaması boğazı daha da tehlikeli hale getirmektedir. [10] 

Söz konusu nedenlerden dolayı, Karadeniz’in değişen jeopolitiği çerçevesinde Türkiye’nin boğazların güvenliğini de tekrar gündeme getirmesi için zamanlama uygun olabilir. Örneğin, boğazlarda Türk Boğazları Gemi Trafik Hizmetleri (VTS)’nin uygulamaya girdiği 2003 yılından sonra gemi kazalarında ciddi azalma olmuştur. [11] 

Ancak, Montrö’nün tartışıldığı günümüzde kalıcı güvenliği temin etmek için boğazların “Özel Duyarlı Deniz Alanı” olarak ilan edilmesi uygun bir çözüm olabilir. Boğazların “Özel Duyarlı Deniz Alanı” olarak ilan edilmesi  için gemi taşımacılığı faaliyetlerinin risk oluşturduğunun belirlenmesi, söz konusu faaliyetlerinden dolayı oluşan bir kazanın ve hasarın var olması, bölgede karaya  oturma, çatma va çatışma gibi kazaların ve deniz kirliliğinin daha önceden meydana gelmiş olması gerekmektedir. 1982-2003 yılı yapılan kaza analizleri sonuçlarına gore, kazaya karışan gemilerin  yüzde 7,2’sinin kılavuz kaptan alması dikkate alındığında, Montrö Sözleşmesi’nin 2. maddesine göre “Kılavuzluk ve römorkaj ihtiyarî kalır” kılavuz alma zorunluluğu olmayıp boğazlardan geçen gemilerin kılavuz kaptan almalarının zorunlu hale  imkan tanıyabilecek “Özel Duyarlı Deniz Alanı” ilan edilmesi büyük önem arz etmektedir. Boğazlar, Avusturalya-Torres Boğazı’nın bir bölümünü de içine alan mercan kayalıklarının korunması gibi özel duyarlı deniz alanı kriterleri işletildiğinde “Özel Duyarlı Deniz Alanları” içine alınabilir. Boğazlardaki kazaların azaltılması için bu düzenlemeyle kılavuz kaptan alınması zorunlu hale getirilerek ve alınacak diğer önlemler ile birlikte bu bölgede meydana gelebilecek kaza riskleri azaltılabilir. [12]

Sonuç: Karadeniz’in Jeopolitiğinde Değişim Sürecinde Türkiye 

Gürcistan Kadife Devrimi ile başlayan süreç, değişim ve kimlik isteyen Karadeniz halklarının karşısında duran Rusya Federasyonu’nun bölgede sonun başlangıcına geldiğini göstermektedir. Nitekim, Karadeniz halkları değişim ve kimlik isteminde ısrarcı olduğu takdirde, Rusya Federasyonu’nun bölgedeki görünümü “koruyucu” olmaktan “işgalci” olarak nitelendirilmeye doğru kayacaktır. Bu nedenle, Güney Kafkasya, Moldova ve Ukrayna’da Rus askerî üslerine gereksinim kalmadığı için Karadeniz’de bulunan Rus üslerinin boşaltılması, üsleri bulunduran devletler tarafından talep edilmeye başlanmıştır. Kremlin’in Karadeniz’de bulunan Rus askerî üslerini boşaltması için uluslararası baskı da oluşmaktadır. Karadeniz’deki dondurulmuş çatışma bölgelerinin (Dinyester Bölgesi, Abhazya, Güney Osetya, Dağlık Karabağ, Azerbaycan-Ermenistan) Karadeniz’in yapısını daha kırılganlaştırdığı, politik istikrarsızlığı artırdığı ve ekonomik kalkınma önünde ciddi engel olarak durduğu bilinmektedir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Karadeniz’de ağırlığını yıldan yıla yitirmeye başlayan Rusya Federasyonu, dondurulmuş çatışma bölgeleri sorunlarının çözümü için anahtar ülke konumunu da kaybetmektedir.  

Karadeniz’de Rusya Federasyonu’ndan doğan boşluk ancak Türkiye tarafından doldurulabilecek iken Türkiye uyuyan dev konumunu korumaya devam etmektedir. Karadeniz’de en uzun sınırı olan Türkiye’nin önümüzdeki on yıllarda bölgedeki ağırlığının ne olacağı belirsizliğini korumaktadır. Bu koşullar altında, AB, Kıbrıs ve Ortadoğu (Irak) gündemiyle yorgun düşen Türkiye’nin Karadeniz coğrafyasındaki tarihsel miras ve sorumluluğuna sahip çıkması, bu bağlamda Karadeniz’deki çıkar ve hedeflerini yeniden tanımlaması gereği her zamankinden daha çok öncelik arz etmektedir. Çünkü, bir Karadeniz ülkesi olan Türkiye’nin Karadeniz halkları ile tarih, dil, din, kültür, etnik bağlara dayanan akrabalığı bulunmaktadır.

Türkiye nüfusunun önemli bir yüzdesi Karadeniz’den (Balkanlardan, Kuzey ve Güney Kafkasya’dan) son iki yüz yıldır zorunlu göç ve soykırım sonrası göçenlerin torunlarından oluşmaktadır. Rusya Federasyonu’nun ardından bölgenin en büyük ekonomik ve askerî gücüne sahip ülkesi olan Türkiye, aynı zamanda bölgenin Batı’ya en entegre siyasî, ekonomik, askeri ve kültürel sistemine sahip ülkesidir.

Türkiye’nin önemli gelişmelere gebe görünen Karadeniz’de yeni politikalar oluşturmasına ve uygulamasına gereksinim olduğu açık bir gerçektir. Türkiye,  başta Rusya Federasyonu olmak üzere Karadeniz’deki bütün ülkelere ve ABD ile AB’ye yakın ve onların güvenine sahip bölgedeki tek aktör olarak bir orta yol bulabilir. Böylece, Karadeniz’de muhtemel bir bölünmenin önüne geçebilir. 

Boğazlardan Geçen Gemi Sayısı (2001-2005)

Yılı

Çanakkele

İstanbul

2001

39 249

42 637

2002

42 669

47 283

2003

42 648

46 939

2004

48 421

54 564

2005

49 077

54 794

 

Boğazlardan Geçen Tanker Sayısı (2001-2005)

Yılı

Çanakkale

İstanbul

2001

7 064

6 516

2002

7 627

7 424

2003

8 114

8 097

2004

9 016

9 399

2005

8 813

10 027

 

Deniz Kazaları (Çatma, Çatışma, Karaya Oturma, Yangın) (2001-2005)

Yılı

Çanakkale

İstanbul

2001

8

13

2002

7

9

2003

8

12

2004

9

23

2005

6

23

Karadeniz

Doğu Avrupa, Balkan ve Kafkasya arasında yer alan Karadeniz, bir başka tanımla Türkiye’nin kuzeyinde doğu-batı doğrultusunda uzanan bir iç denizdir. Yüzölçümü 424 000 km²’dir. Ada bakımından fakir, derin bir denizdir. Kıyılarından itibaren derinlik hemen 1 500 m.’yi ve ortalarına doğru 2 200 m.’yi bulur. 150-200 metreden sonra adı gibi karanlıktır. Suları oksijensizdir. Hidrojen sülfitçe (HS) zengindir. Bu nedenle, su altı canlılarının yaşamasına olanaklı değildir. M.Ö. 6'ıncı binyıla kadar tatlı su gölü olan Karadeniz, bu tarihten sonra tuzlu bir denize dönüşmüştür. Bol yağış aldığı ve birçok akarsuyun dökülmesinden ve buharlaşmanın az olmasından dolayı az tuz içeren bir denizdir. Karadeniz’de tuzluluk oranı binde 18 civarındadır. Bu oran Marmara’da binde 22, Ege’de binde 38, Akdeniz’de ise binde 40’ın üzerindedir. Karadeniz’e beş büyük nehir dökülmektedir: Romanya’dan Tuna, Ukrayna’dan Dinyeper ve Dinyester, Rusya Federasyonu’ndan Don ve Kuban. Türkiye’den ise Sakarya, Kızılırmak, Yeşilırmak ve Türkiye’den doğup Gürcistan-Batum’dan dökülen Çoruh. Karadeniz, Türkiye’nin en soğuk su sıcaklığına ve en ağır deniz koşullarına sahip denizidir. Kuzey rüzgarları nedeniyle dalga boyu yüksektir.

Karadeniz’i çevreleyen ülkeler ve önemli limanları: Türkiye (İstanbul, Zonguldak, Samsun, Trabzon), Bulgaristan (Varna, Burgaz), Romanya (Köstence), Ukrayna (Odessa, Sivastopol, Yalta), Rusya Federasyonu (Rostov-Na-Donu, Novorosisk, Soçi), Gürcistan (Sohum, Poti, Batum)’dır. Kıyı uzunluğu ise, Türkiye (ODTÜ’ye göre 1400 km., DSİ’ye göre 1778, DİE’ye göre 1965 km.), Bulgaristan (300 km.), Romanya (225 km.), Ukrayna (1628 km.), Rusya Federasyonu (475 km.), Gürcistan (310 km.).

Kıyı dillerinde Karadeniz: Osmanlıca (Bahr-i Siyah: “Karadeniz”), Bulgarca ve Rusça (Chernoye More-Чёрное море: “Kara Deniz”), Romence (Marea Neagra: "Kara Deniz"), Ukraince (Çorne More: “Kara Deniz), Adigece (Hi Fitse: “Kara Deniz”), Abhazca (Amsin Eykua: “Kara Deniz”), Lazca (Uça Zuğa: “Kara Deniz”), Gürcüce (Saviz Jgva: “Kara Deniz”), Yunanca (Pontos Aexeinos: “Dost sevmeyen Deniz”; Pontos Euxinos-Πόντος Εύξεινος: "Konuksever Deniz"; Mavro Thalassa-Μαύρη Θάλασσα: "Kara Deniz"), Latince (Pontus Euxinus: "Konuksever Deniz"); Arapça (Bahr-i Esved: “Kara Deniz”).


 [1] Adem Işık, “Antik Kaynaklarda Karadeniz Bölgesi”, Türk Tarih Kurumu, 2001, ss. 1-2. 

 [2] Avrupa Komisyonu Başkanı Romano Prodi, geliştirilen işbirliği ile AB’nin komşularının AB’nin bütün ekonomik avantajlarından yararlanabileceklerini, siyasî katılıma ise haklarının bulunmadığını açıklamıştır. Bkz. Sabine Herre, “Ukraina Doljna Ostatysya za Bortom”, Die Tageszeitung, 13 Nisan 2004, http://www.inosmi.ru/208994.html.; Avrupa Birliği Resmî Internet Sayfası:

http://europa.eu.int/eur-lex/en/com/cnc/2003/com2003_0104en01.pdf

 [3] Federico Bordonaro, ''Bulgaria, Romania and the Changing Structure of the Black Sea's Geopolitics'', The Power and Interest News Report (PINR) İnternet Sayfası, 20 Mayıs 2005:

http://www.pinr.com/report.php?ac=view_report&report_id=302&language_id=1. 

 [4] “Ulduz savaşlarının Övladı Azerbaycanda”, Ekspress, 29-31 Ekim 2005, Bakü, 

 [5] “Ulduz savaşlarının Övladı Azerbaycanda”.

 [6] “Ulduz savaşlarının Övladı Azerbaycanda”.

 [7] Necdet Pamir, “Kafkaslar ve Hazar Havzasındaki Ülkelerin Enerji Kaynaklarının Türkiye’nin Enerji Güvenliği’ne Etkileri”, 13 Mart 2006, ASAM İnternet Sayfası:

http://www.avsam.org/tr/analizler.asp?ID=71. 

[8] KEİ’ye Üye Ülkeler: Arnavutluk, Azerbaycan, Bulgaristan, Ermenistan, Gürcistan, Moldova, Romanya, Rusya, Sırbistan, Türkiye, Ukrayna ve Yunanistan; KEİ’ye Gözlemci Ülkeler: Mısır, Fransa, Almanya, İsrail, İtalya, Polonya, Slovakya, Tunus, Çek Cumhuriyeti, ABD, Hırvatistan, Beyaz Rusya; Avusturya gözlemciliğe başvuruda bulunmuştur. İngiltere’nin de başvurmayı değerlendirmektedir.

 

 [9] Montreux Sözleşmesi için bkz: T.C. Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu, “Kıyı Emniyeti ve Gemi Kurtarma İşletmeleri Genel Müdürlüğünün 2001, 2002, 2003 Yıllarındaki Eylem ve İşlemleriyle, Denizcilik Müsteşarlığının Eylem ve İşlemlerinin Araştırılıp Denetlenmesine İlişkin Rapor Özeti”, Sayı: 2004/6, 6 Temmuz 2004; T.C. Dışişleri Bakanlığı Araştırma ve Siyaset Planlama Genel Müdürlüğü, “Türkiye Dış Politikasında 50 Yıl Montreux ve Savaş Öncesi Yılları (1935-1939)”, Ankara.

 

 [10] Türk Boğazları; Ege Denizi ile Karadeniz'i birbirine bağlayan 31 km. uzunluğundaki İstanbul Boğazını, 70 km. uzunluğundaki Çanakkale Boğazını ve 224 km. uzunluğundaki Marmara Denizi geçişini kapsayan, yaklaşık 325 km.'lik bir su yoludur. Su yolu "uluslararası" değildir; Türkiye'nin egemenliğindedir. Üzerindeki ulaşım uluslararası niteliktedir. Türk Boğazları; güvenli bir seyri güçleştiren coğrafi, morfolojik ve oşinografik özellikler taşımaktadır. İstanbul Boğazında 1500 m. olan ortalama genişlik, en dar yerinde 700 metreye düşmektedir. Ortalama harita su derinliği 35 m.dir. Güzergah üzerinde çok sayıda sığlık, topuk ve adacık bulunmaktadır. Sert dönüşler, yolculuk boyunca 12 kez rota değiştirmeyi gerektirmektedir. Çanakkale Boğazının en dar yeri ise 1200 m.dir ve burada gemilerin çok keskin bir rota değişikliği yapmaları gerekmektedir. Su yolunda, Karadeniz'den Marmara Denizine doğru yüzey akıntısı ve Marmara'dan Karadeniz'e doğru dip akıntısı vardır. Yüzey akıntısının girinti ve koylarda yarattığı su dönüşleri ve kuvvetli lodosta yüzey akıntısının ters yöne çevrilmesi (orkoz), İstanbul Boğazının denizciler için yarattığı öteki zorluklardandır. Çanakkale Boğazındaki yüzey akıntısı, genellikle Marmara'dan Ege yönüne doğrudur; zaman zaman kuvvetli lodosta yön değiştirebilmektedir. Deniz trafiğini en fazla etkileyen sis; Marmara'nın Karadeniz'e bakan yamaçlarında daha fazla görülmektedir. Sis yüzünden deniz ulaşımı İstanbul Boğazında yılda ortalama 10-15 gün, Çanakkale Boğazında ise 5-6 gün aksamaktadır. Bkz: T.C. Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu, “Kıyı Emniyeti ve Gemi Kurtarma İşletmeleri Genel Müdürlüğünün 2001, 2002, 2003 Yıllarındaki Eylem ve İşlemleriyle, Denizcilik Müsteşarlığının Eylem ve İşlemlerinin Araştırılıp Denetlenmesine İlişkin Rapor Özeti”.

 

 [11] VTS öncesinde boğazlarda radar sistemi bulunmuyordu. Operatörler gemilerin nereye gittiğini ve ne yaptığını bilmiyorlardı. Sadece telsizle konuşabiliyorlardı. Ayrıca, VTS sistemi öncesinde boğazlardaki deniz kazaları sayıları çok sağlıklı değildi. Çünkü, VTS sistemi devreye girmeden önce kazaların neleri kapsadığı açık değildir. VTS alanı ise kesin olarak bellidir (Çanakkale ve İstanbul boğazının kuzey ve güneyinin 20 mil açığı). Uzun yıllardır kurulması planlanan VTS (GTH) sistemi, 2000 yılında başlatılan proje ile start almış, birçok nedenden dolayı sekteye uğrayan proje 1 Temmuz 2003 tarihinde fiziki açılışı gerçekleştirilerek 1.aşamada çalışmaya başlamıştır. 30 Aralık 2003 tarihinde sistem testleri ve hepsi uzakyol kaptanı olan operatörlerin görev başı eğitimlerinin tamamlanması ile 2. aşamada devreye alınmıştır. VTS’nin sisteme sokulduğu 6 aylık süreçte, yapılan etkin trafik organizasyonu sonucunda, Türk Boğazlarında seyir güvenliği tesis edilmiş, gemi beklemeleri ortalama 5 saat’e indirilmiş, geçen gemi sayılarında güvenlikten ödün verilmeden yüzde 20’ye varan artış sağlanmıştır. 2006 yılı içerisinde Marmara denizi etabının da sisteme dahil edilmesi planlanmıştır. Böylece, VTS 3. aşamada da devreye alınarak 204 millik bir alanda elektronik izlemeyle dünyanın en uzun VTS kapsama alanlarından birisi olacaktır. Türk boğazlarından geçecek olan yabancı askeri gemiler ile ilgili “gemi isimleri, ülkeleri,geçiş yapacağı günler” bilgileri de Deniz Trafik Operatörlerine bir hafta kadar önce bildirilmektedir.

Bkz: T.C. Ulaştırma Bakanlığı, Kıyı Emniyeti ve Gemi Kurtarma İşletmeleri Genel Müdürlüğü İnternet Sayfası:

http://www.coastalsafety.gov.tr/default.asp?id=1&sid=73&srt=&recNo=2&lng; Deniz Trafik Operatörü ve Deniz Trafik Operatörleri Derneği Başkan Yardımcısı Sayın Cem Bora Atikol’a VTS sistemi ve Boğazlar üzerine verdikleri bilgilerden dolayı teşekkür ederim.

 

 [12] Avustralya, Torres Boğazı’nın bir bölümünü de içine alan mercan kayalıklarının korunması için The International Maritime Organization (Uluslararası Denizcilik Örgütü-IMO)’a başvurmuştur. Avustralya mercan kayalıklarının “Particularly Sensitive Area” kavramı içine sokulmasını ve bu düzenlemeyle zorunlu kılavuz kaptan alınması, belli bir tonun üzerindeki gemilerin geçişinin yasaklanmasının uluslararası bir formda kabul edilmesini talep etmiştir.  Söz konusu bölgenin “Özel Duyarlı Deniz Alanı” ilan edilmesi 1990 yılında hazırlanan Ana Hatlar IMO Genel Kurulu’nda kabul edilmeden Deniz Çevresini Koruma Komitesi’nin 30. Oturumu’nda kabul edilmiştir. Ancak,  IMO’nun Torres Boğazı konusunda aldığı kararda  zorunlu kılavuzluk kabul edilmemiştir. Avustralya ise kendi limanlarına giden ve gelen gemiler için Torres Boğazı geçişinde kılavuzluğu ilan etmiş ve seyir güvenliği önlemleri almıştır. Türkiye’de 6 Mart 1948'de Cenevre'de imzalanan "İstişari Denizcilik Teşkilatının Kurulması Hakkındaki Devletlerarası Sözleşme"yi 16 Temmuz 1956 günlü, 6812 sayılı Yasa ile onaylayarak IMO’ya katılmıştır. IMO'nun, ülkelerin uygulamalarını, uluslararası deniz ticareti düzenlemelerini, örf ve adetleri birbirine yaklaştırmak; deniz ticaretinde verimliliği ve seyir güvenliğini artıracak kuralları yerleştirmek gibi amaçları vardır. IMO bünyesinde hazırlanmış, Türkiye'nin taraf olduğu çok sayıda denizcilik sözleşmesi vardır.

Bkz: T.C. Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu, “Kıyı Emniyeti ve Gemi Kurtarma İşletmeleri Genel Müdürlüğünün 2001, 2002, 2003 Yıllarındaki Eylem ve İşlemleriyle, Denizcilik Müsteşarlığının Eylem ve İşlemlerinin Araştırılıp Denetlenmesine İlişkin Rapor Özeti”; Dr. Jale Nur Ece, “İstanbul Boğazındaki Deniz Kazaları”, 22 Şubat 2006, DenizHaber İnternet Sayfası:

http://www.denizhaber.com/index.php?sayfa=yazar&id=11; Hydrobiyolog Sayın Figen Çokacar’a Karadeniz’in deniz yapısı ile ilgili verdiği bilgilerden dolayı teşekkür ederim. 

Hasan KANBOLAT

E-Mail: [email protected] 

Editör: TE Bilişim