Kılıç: Yargı Siyasi Kuşatma Altında

Anayasa Mahkemesi’nin 47. kuruluş yıl dönümü dolayısıyla Yüksek Mahkemenin yeni hizmet binasında tören düzenlendi.

Yüksek Mahkeme Başkanı Haşim Kılıç, törende yaptığı konuşmada, hukuk devletinin, hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı idarenin tüm eylem ve işleminin yargı denetimine tabi tutulduğu, kişilerin her türlü korku ve endişeden arındırılarak hukuksal güvenliklerinin sağlandığı devlet olduğunu vurguladı.

''Devlet güç ve kudret demektir'' diyen Kılıç, bunun sınırlanmadığı ve denetlenmediği yerde keyfilik ve hukuksuzluk olduğunu belirtti.

Hukuk devletinin temel unsuru olan yargının, toplumu hukuk süzgeçinden geçirerek arındıran bir niteliğe sahip olduğunu dile getiren Kılıç, ''Bağımsızlığı ve tarafsızlığı sağlanmamış bir yargının, arındırmadan daha çok kirliliği artıracağı kuşkusuzdur. Güçlü ve tarafsız bir yargı demokrasinin, laikliğin ve sosyal devletin güvencesidir. Başına buyrukları hukuk içine çeken yargının en son sözü söyleyen güç olması sebebiyle tarafsızlığı ve bağımsızlığı yaşamsal önem taşır'' diye konuştu.

"Hakim mahalle baskısından kendisini kurtarmalı"

Bir yargıcın tarafsızlığının onun onuru olduğuna işaret eden Kılıç, yargıcın, vicdanında kurulan mahkemede tarafsızlığını etkileyecek duygularına, öznel düşüncesine ve öfkesine kayıtsız kalmak zorunda olduğunu dile getirdi.

Kılıç, şunları kaydetti: ''Hakimin verdiği veya vereceği hoşa gitmeyen kararlar nedeniyle içinde yaşadığı sosyal çevreden dışlanma korkusu, meslek onuru ile asla bağdaşmayan bir duygu olup, bu mahalle baskısından kendini kurtarması, tarafsızlığına yapacağı en önemli katkı olur.

Hak ve özgürlükleri, yani insanlık onurunu koruma, kollama ve güvenliğini sağlama görevi yargıya emanet edildiğine göre, bu emanetin güvenliği de ancak yargıç tarafsızlığıyla sağlanabilir.

Anayasa'nın 138. maddesinde, açıkça, 'hiçbir organ, makam, merci veya kişi yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz' denilmesine rağmen, yargıyı etkileme ve yönlendirme çabaları halen devam etmektedir.

"İnsanlık suçudur"

Her önemli davada yargı siyasi düşüncelerle kuşatılmakta, mahkeme hakimlerinden önce, medya ve siyaset dünyasının yargıçları kararlarını vererek davayı sonuçlandırmaktadır. Mahkemeleri yönlendirme ve etkileme çabaları ile hakimlerin ve savcıların özel hayatlarının didiklenerek vicdani kanaatlerinden uzaklaştırma gayretleri suçtur. Savcılarımızın işlenen bu suçlara karşı hareketsizliği düşündürücü ve üzücüdür. Yargı kararı olmadan suçlu ilan edilen insanların onurları yok edilmektedir. Bu bir insanlık suçudur. Yasaları uygulama aşamasındaki özensizlikler insanların haysiyet ve şerefi üzerinde onarılması güç yaralar açmaktadır. İnsan onuru ve kişi dokunulmazlığı, insan hakları sisteminin ve insan hakları bildirilerinin en önemli dayanağı ve Anayasa'nın da üstünde yer alan tek değerdir. Yok edilen insanlık onurunun doğurduğu öfke, demokrasiden ve hukuk devletinden intikam alma duygusuna dönüşmeden gerekli olan her türlü düzenleme acilen yapılmalıdır.

Anayasa'nın 153. maddesinde Anayasa Mahkemesi kararlarının yasama, yürütme ve yargı organları ile gerçek ve tüzel kişileri bağlayacağı açıkça ifade edilmesine rağmen, hiçbir tereddüte ihtiyaç duyulmayacak açıklıktaki karar gerekçelerinin yeniden yorumlanarak değiştirilmesi, başkalaştırılması, etkisiz ve sonuçsuz kılınması ve bu girişimlerin destek görmesi söz konusu maddeyi işlevsiz kılan tutumlardır. Siyasi hayatta yaşanan konjektürel sıcaklık, bu tür tutumlara karşı yapılan açıklamaların devamına izin vermemiştir.''

Kılıç, demokratik anayasaların en önemli işlevinin siyasi iktidarı etkili bir şekilde sınırlandırmak suretiyle bireyin hak ve özgürlüklerini korumak olduğunu belirtti.

Kılıç, anayasaların bu işlevinin toplumsal yaşamın olmazsa olmazı olan özgürlük ve otorite arasındaki denge arayışının sonucu olduğunu ifade etti.

Bireysel özgürlüklerin ancak otoritenin kullanım alanının hukuk kurallarıyla belirlendiği ve sınırlandığı durumlarda güvence altına alınabileceğini belirten Kılıç, tarihin sınırlandırılmayan iktidarın, hak ve özgürlükler için çok ciddi bir tehlike teşkil ettiğinin canlı şahidi olduğunu söyledi.

Kılıç, bu durumun çağdaş demokratik rejimlerin de geçerli olduğuna işaret ederek, ''Demokrasilerde elbette egemenlik halka ait olmakla birlikte egemenliği kullanan siyasal otoritesi de sınırsız değildir. Buradaki sınır bireylerin hak ve özgürlükleridir. Ancak bu hak ve özgürlüklerin belirlenmesi ve korunması sürecinde de ciddi sorunların ortaya çıktığı da bir gerçektir'' diye konuştu.

Geçen yüzyılın en önemli liberal düşünürlerinden Friedrich Hayek'in, demokratik rejimlerin temel meselesini, ''halk iradesinin, onun üstünde başka bir irade tesis etmeden nasıl sınırlandırılacağı'' konusunun oluşturduğuna dikkati çektiğini kaydeden Kılıç, Hayek'in bu sözünün anayasa yargısının varlığını ve sınırlarını belirlediğini ifade etti.

Kılıç, sözlerini şöyle sürdürdü: ''Anayasa mahkemeleri, halk iradesi sonucu ortaya çıkan yasama ve yürütme organlarını sınırlandırmak için kurulmuştur. Bu mahkemelerin meşruiyeti de temel hak ve özgürlükleri korumak amacıyla çoğunluğun iktidarını sınırlandırma işlevinden kaynaklanmaktır. Ancak negatif yasa koyucu olarak da nitelendirilen anayasa yargısı alanında faaliyet gösteren aktörlerin varoluş hikmetinden uzaklaştığı bireysel hakları koruyamadığı ya da demokratik siyasi iradeyi vesayet altına almaya kalkıştığı durumlarda anayasa yargısı anayasa yargısı meşruluk kriziyle karşı karşıya kalmaya mahkumdur. Anayasamızın başlangıç bölümünün 6. paragrafında her Türk vatandaşının bu Anayasa'daki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanma, milli kültür medeniyet ve hukuk içinde onurlu bir hayat sürdürme maddi ve manevi varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu belirtilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının maddi ve manevi varlığının gelişimini onurlu bir hayata bağlayan bu anlayış, üzerinde durulması gereken en önemli anayasal değerlerden biridir.''

Kılıç, 19. yüzyıla kadar filozoflar ve düşünürlerin çalışmalarında etik bir zorunluluk ifadesi olarak karşılaşılan insan onurunun, sanayileşme, sömürgecilik ve ulus devletlerinin teşekkül süreciyle yaşanan büyük sosyal kırılmaların ardından siyasi bir anlam kazanmaya başladığını vurgulayarak, insan onuruna uygun bir yaşamın ve sosyal koşulların sağlanmasının, bu dönemi ve sonraki dönemleri de etkileyecek bir söyleme dönüştüğünü kaydetti.

Bu temel değerin, devlet gücü kullanan kurum ve kuruluşlara egemen kılınması başka bir anlatımla anayasaların bu temel değerle bütünleştirilmesinin ancak 20. yüzyılda gerçekleştirilebildiğini belirten Kılıç, ''Bu yüzyıl anayasalarında ve uluslararası belgelerde yer alan insan onuru kavramı, bir yandan tarihsel dilimi yansıtırken diğer yandan bu yüzyılda yaşanan büyük felaketlere karşı bir tepkinin ifadesi oldu. Fakat yine de ulusların özgür iradeleriyle kendi anayasaları ve temel değerlerinin ürettikleri demokratik sistemlerin insan şeref ve hassasiyetini tanıması ve korunmasının ön şartı olduğu gerçeği ne yazık ki halen tam olarak anlaşılmış değildir'' dedi.

Çoğulcu bir toplumun hukukun üstünlüğüne dayalı, özgürlükçü demokratik bir yapı olarak varlığını sürdürmesinin, yargılar, kanaatler, düşünceler ve yaşam biçimi çeşitliliğine rağmen herkesçe kabul edilen evrensel değerlere sahip çıkmasıyla olanaklı olduğunu vurgulayan Kılıç, insan onuru düşüncesinin bu değerlerin başında, toplumsal bilincin yansıması ve insan haklarının korunması yönündeki duyarlılığın bir ifadesi olarak algılanılması gerektiğini kaydetti.

Feodal, militarist, teokratik veya sınıfsal üstünlüğe dayalı toplumlarda da özgürlük, eşitlik ve kardeşlik kavramlarının söz konusu olabileceğini, ancak bu sistemlerde özgürlüğün yalnızca bazıları için eşitlik ve kardeşliğin ise aynı inanca ve ideolojik tercihe sahip olanlar arasında yaşanabileceğini belirten Kılıç, bu mücadelenin günümüz çoğulcu demokrasi düşüncesini yaratan mücadele olduğunu ve bütün yoğunluğuyla devam ettiğini söyledi.

Militarizmin, otoriter ve totaliter anlayışların yarattığı yıkımın ardından dünya milletlerinin ortak iradesiyle kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin ana eksenini de insan onurunun oluşturduğuna dikkati çeken Kılıç, şöyle konuştu: ''İnsan onuru, hiç kimsenin bir eşya gibi muamele göremeyeceğini, bütünüyle haklardan mahrum bırakılamayacağını, haysiyet kırıcı ceza ve uygulamalara tabi tutulmayacağını, işkencenin yasaklandığını, devamına değer görülmeyen yaşamların sona erdirilmesine izin verilmeyeceğini, kişinin en kıymetli varlık olduğu hakkında hiç kimsenin, hiçbir devlet kurumunun, hangi ülkede yargıç kararı ne olursa olsun tasarrufta bulunamayacağını emreder. insan onuru sadece imtiyazlıların onuru değil, insan onuru ortak paydasına sahip her varlığın koşulsuz amasız, fakatsız sahip olduğu temel değerdir. Bunda belirli bir cins, etnik yapı, dini inanış felsefi veya ahlaki aidiyete göre ayırım yapmanın olanağı yoktur. Onurlu muamele etnik dini, ideolojik homojenliğin sağlanması şartına da bağlanamaz. Öyle bir değerdir ki onu lütfetmek hiçbir sistemin veya hiçbir devlet sisteminin haddine değildir. siyasal düzenler bunu yalnızca kabul eder, saygı duyar ve korumaya varlığının temel nedeni görür. Büyük filozof Kant'ın ifadesiyle 'insan amacın bizatihi kendisidir, hiçbir koşulda amaç için bir araca indirgenemez' İnsan onuru, ne başkalarının temel hakları gerekçe gösterilerek geçersiz kılınabilir ne de anayasa ve siyasi yapıda egemen olan anayasal değerler gerekçe gösterilerek zayıflatılabilir. Aksine anayasalarda yer alan normlar insan onurunun da bu şekilde korunduğunun da göstergesidir. Onu zayıflatan kurallara hangi anayasalarda yer verilmişse bu yalnızca toplumun özgür iradesinin ürünü olmamaktan kaynaklanmamaktadır. Hak ve özgürlüklere ilişkin temel değerler, siyasal işleyişin yönü ve içeriğini de belirler. Çoğulcu demokrasilerde bu temel değerler, 1789 Fransız Devrimi'nden beri özgürlük ve demokrasi üzerine kuruluyken bazı sistemlerde bu felsefeyi, devlet kurum ve kuruluşlarını yönlendiren ideolojiler oluşturmaktadır. Bu açıdan bakıldığında insan onurunun vücut bütünlüğüne saygı gösterilmesi ve onun korunması, hukuki ve sosyal eşitliğin tesis edilmesi, insani yaşam koşullarının sağlanması, insanın kendi öz tercihlerine göre kimliğini ve kişiliğini belirlemesi unsurlarıyla somutlaştırılabileceğini söyleyebiliriz. Bu somutlaştırma, temel hak ve özgürlüklerin tarihi gelişim serüvenine de uygun düşmektedir.''

Hak ve özgürlüklerin özü olan insan onurunun, devletin değişmez nitelikleriyle olan bağlantılarının yaşamsal düzeyde olduğunu vurgulayan Kılıç, çağdaş demokrasilerin muhtaç olduğu hoşgörü ve çoğulculuğu sağlamanın mümkün olmadığını söyledi. ''Demokrasi, gerginlikleri ve çatışmaları yok etme iddiasında bulunmayan ancak hoşgörü kültürüyle tarafları birlikte yaşamaya ikna eden bir barış tekniğidir'' diyen Kılıç,Tolstoy'un, ''kafa yapısınca düşünce, yürek yapısınca sevgi vardır'' sözlerinin toplumun çok renkliliğini anlattığını belirtti.

Kılıç, büyük kurtarıcı Gazi Mustafa Kemal'in ''dogma istemiyorum, donar kalırız'' sözüyle sorgulayan, eleştiren ve bilimin aydınlık yolunda kaybettiklerini arayan bir toplumu işaret ettiğini, ''En büyük eserim TBMM'dir'' diyerek milli iradenin ve demokratik rejimin öngördüğü onurlu bir hayatın programını çizdiğini kaydetti.

Haşim Kılıç, Anayasa'nın 2. maddesindeki demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti niteliklerinin gücünü insan onurunun dokunulmazlığından aldığını söyledi.

Din ve laiklik kavramlarının bir takım siyasi hareketlere stratejik ve lojistik destekler sağlarken, bireysel hak ve özgürlük alanında daralmalara neden olduğunu vurgulayan Kılıç, dini ilgilendiren alanlarla siyaseti ilgilendiren alanlar arasındaki sınır anlaşmazlıklarının sağlıklı bir tartışma zeminini ortadan kaldırdığına dikkati çekti.

''Siyasilerin ilgi alanı haline gelen din ve vicdan özgürlüğüne ilişkin sorunlar çözülmedikçe siyasetin dinden beslenmesi kaçınılmaz görülmektedir'' diyen Kılıç, Anayasa'nın öngördüğü laik ve demokratik ilkelerin devletin ideolojiler, inançlar ve inançsızlıklar karşısında tarafsız ve eşit uzaklıkta kalmasını zorunlu kıldığını söyledi.

Hukuk devleti olma niteliğinin de bu tarafsızlığı sağlama görevini üstlendiğini dile getiren Kılıç, şunları kaydetti: ''Cumhuriyet'in laik ve demokratik yapısını bunca olumsuzluklara rağmen korumaya kararlı gözüken Türkiye halkı, bugüne kadar ki deneyimlerinden toplumsal taleplerinin devlete düşmanlık biçiminde algılanmasının sorunları ötelemekten ve büyütmekten başka sonucu getirmediğini görmektedir. Devletin organları toplumun bir bölümünü kendine dost bir bölümünü de düşman ilan ederek ayrımcılığa sebep olamaz. Toplumsal sorunlara ilişkin çözüm yolları hayata geçirilirken bir kesimin zaferi diğer kesimin hezimeti şeklinde yaratılacak psikolojik ortamlar, barışa ve demokrasiye katkı sağlamadığı gibi rövanş alma duygularını da tetiklemektedir. Demokratik anlayışın zorunlu kıldığı karşı dengelerin sağlanması toplumsal uzlaşmayı sağlarken sorunların çözümünü de kolaylaştıracaktır. Nitekim sayısal çoğunluğun gücüne bağlı olarak her toplumsal sorunu karşı dengeleri gözetmeden anayasal norm bazında çözme girişimleri yakın zamanda onarılması çok zor tarihi hataların yapılması sonucunu doğurmuştur. Üzeri örtülerek yeraltına itilen inanç ve düşünceler hak etmedikleri bir çekiciliğin avantajını yaşamaktadırlar. Bu haksız rekabetin ortadan kaldırılması, özgür bir ortamdaki tartışma zemininin varlığına bağlıdır. Bireyleri sahte kimliklerle kendini tanıtmaya ve dolaşmaya zorlayan ifade özgürlüğünün önündeki engeller insan onuruna zarar vermeden kaldırılmalıdır. Bu bağlamda siyasi partiler de ifade özgürlüklerine ilişkin sorunları yaşamaya devam etmektedir.''

Siyasi partilerle ilgili anayasal düzenlemelere de değinen Kılıç, Anayasa'nın 68. maddesinin 4. fıkrasında siyasi partilerin Anayasa'ya aykırı eylemlerinin belirtildiğini ancak Siyasi Partiler Yasası'nda bunların açılımlarının yapılmaması nedeniyle belirsizliklerin yargı kararlarıyla doldurulduğunu söyledi. Kılıç, şöyle konuştu: ''Siyasi partilerin temelli kapatılmasına ilişkin yaptırım kaldırılmamalı, ancak kapatma öncesi aşamalarda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nde belirtilen standartlara uygun çerçevenin çizilmesi öncelikle benimsenmeli, terör, şiddet, baskı içeren eylem ve söylemler ile barışçıl çözümler birbirinden ayrılarak uygulanacak yaptırımlar geciktirilmeden düzenlenmeli ve kapatma davaları demokratik siyasi hayatı biçimlendirme aracı olmaktan çıkarılmalıdır. Anayasa'nın 68. maddesinde koruma altına alınan Anayasal değerlere aykırı faaliyette bulunan siyasi partilere belirtilen suçların Anayasa Mahkemesi'nce tespiti halinde temelli kapatılma yerine Hazine yardımından yoksun bırakılma cezasının verilmesi siyasi suçun niteliğiyle uyuşmayan bir ara yaptırımdır. Karşı ağırlık bu değildir ve gözden geçirilmeye muhtaçtır. Kapatma öncesi ara yaptırımlar ağırlığına göre çeşitlendirilmeli ve siyasi nitelikle dengeli ve uygun hale getirilmelidir. Böylece siyasi partilerin kapatılma davalarında Hazine yardımından faydalananlarla yaralanmayanlar arasındaki yaptırım eşitsizliğinin de giderilmiş olacağı kuşkusuzdur. Siyasi partilerden mali denetimler aşamasında hesabını eksik veren, tamamlamayan veye hiç vermeyenlere karşı mali yaptırımlar uygulanması niteliği gereğince isabetli olabilir. Ülke genelindeki seçimlerde uygulanan yüzde 10'luk seçim barajı ile siyasi partilere hazineden yapılacak mali yardım için öngörülen en az yüzde 7'lik oy barajının bir demokratik rejimin katılımcılığıyla ne de hakça dağıtım ilkesiyle izahı mümkündür. Bu düzenlemeler demokratik katılımcılığın özünü zedelemeden değiştirilmelidir.''

"Reform bitmeyen senfonu oldu"

Kılıç, yargı reformunun yıllardır bitmeyen bir senfoniye dönüştüğünü söyledi.

Hemen her dönemde bu konuda çalışmalar ve tartışmalar yapıldığını, beyanatlar verildiğini ancak bir türlü hayata geçirilemediğini dile getiren Kılıç, ''Ötelenen, gizlenen yargıya ait sorunlar yıllar geçtikçe büyümeye devam etmektedir. Hakimin ve savcıların çalışma şartlarının iyileştirilmesi bağlamında son yıllarda yurt çapında yapılan adliye sarayları, motivasyonu arttıran ne kadar umut verici gelişmeler ise yargının işlevselliğine ilişkin çağdaş reformların yıllardır bekletilmesi de o derece üzüntü verici gecikmelerdir'' dedi.

Kılıç, önceki yıllarda mahkeme başkanlarının ısrarla üzerinde durdukları Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun yapısından, bazı kurumların yargı dışı bırakılan eylem ve işlemlerinden, yargıçların disiplin ve terfilerine ilişkin sorunlardan söz etmek istediğini ifade ederek, bu sorunların artık hukuk dünyasına mensup olmayanlarca da bilinen gerçekler olduğunu kaydetti. Kılıç, sözlerini sözlerini sürdürdü: ''Ancak son yıllarda adli ve idari yargıdaki iş yükünün olağanüstü sayılara ulaşarak bu kurumlarda önemli bir tıkanıklığın yaşanması nedeniyle hukuka ve adalet düzenine olan inancın zayıflaması endişe ve kaygıyla izlenmektedir. Hemen belirtmek gerekirse adli ve idari yargıda görevli değerli meslektaşlarımızın olağanüstü özverili çalışmaları hızla artan bu birikimleri azaltmaya yetmemiştir. Dava dairelerinin sayısının veya üyelerinin arttırılması da sorunun çözümüne katkı sağlamamıştır. Artan dava sayısı nedeniyle yargılamanın yıllarca devam etmesi veya zamanaşımına uğramasıyla Anayasamızda ve taraf olduğumuz temel insan hakları sözleşmelerinde güvence altına alınan 'adil yargılanma hakkı' ciddi biçimde ihlal edilmektedir.''

Kılıç, bu bağlamda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) yapılan başvurular ve sonuçlandırılan davalar bakımından istatistiki bilgiler verdi. AİHM'in faaliyet raporuna göre, 2008 sonunda mahkemenin önünde bulunan 97 bin 300 derdest dosyanın 11 bin 100'ünün Türkiye aleyhine yapılan başvurulardan oluştuğuna işaret eden Kılıç, mahkemenin bakmakta olduğu dosyaların yüzde 11,42'sinin Türkiye'ye ilişkin olduğunu kaydetti. Türkiye'nin Rusya'dan sonra aleyhine en çok başvuru yapılan ülke konumunda olduğuna dikkati çeken Kılıç, son on yıl içinde AİHM'in verdiği toplam 8 bin 172 ihlal kararının bin 652'sinin Türkiye'ye ait ve kararların yarısının da adil yargılanma hakkının ihlali ile ilgili olduğunu belirtti. Kılıç, ''Köklü bir Anayasa yargısı geleneğine sahip olan ülkemiz açısından bu tablo, bağımsız, tarafsız, hızlı, etkili, verimli adalet dağıtan bir yargı sisteminin önündeki engellerin kaldırılmasının hayati bir yükümlülük olduğunu göstermektedir'' diye konuştu.

Bu olumsuz tablonun oluşmasındaki en büyük etkeni, gerekli iç denetim sisteminin kurulup işletilememesi olarak gösteren Kılıç, bu konuda atılması gereken en önemli adımı, AİHM'e gitmeden önce başvuruların ülke iç hukukunda incelenmesini sağlayacak bir yöntem olan ''anayasa şikayeti''nin hayata geçirilmesi olduğunu vurguladı. Kılıç, şöyle devam etti: ''Avusturya, İtalya ve Almanya'dan sonra dördüncü sırada kurulan ve bugün 47. kuruluş yıl dönümünü idrak ettiğimiz Türk Anayasa Mahkemesi'nin, bu tarihi süreçte kendisinden beklenen 'özgürlüklerin mahkemesi' işlevini yerine getirebilmesi için bireysel başvuru hakkının varlığına ihtiyaç duyulmaktadır. Bireysel başvuru ya da anayasa şikayeti, Anayasa'da belirtilen temel hak ve özgürlüklerin yasama, yürütme ve yargı organları tarafından ihlal edilmesi durumunda bireylerin başvurdukları olağanüstü bir kanun yolu olarak tanımlanmaktadır. Yalnızca kendi devletinin değil, doğrudan uluslararası hukukun da süjesi olduğunu gören vatandaşlarımız, uluslararası kuruluşlar üzerinden de hukuksal koruma sağlayabilme mutluluğunu yaşamaktadır. Ancak bu mutluluğun bir de hüzünlü yönü vardır. Vatandaşlarımız uluslararası yargı organları nezdinde temel hak ve özgürlüklerini dava edebildikleri halde, kendi ülkesinde temel hak ve özgürlükleri dava edebilecekleri anayasa şikayeti olanağına sahip değildirler. Bu ise hak arama özgürlüğü yönünden eksik bir düzenleme ve negatif sınırlamadır. Bu durum, temel hak ve özgürlüklerini ancak uluslararası yargı organları aracılığı ile koruyabileceklerine yönelik bir inanca dönüşürken kendi milli kurumlarına karşı ise inançsızlığa yol açmakta, ayrıca uzun süre bu taleplere kayıtsız kalan siyaset kurumunun meşruiyetini de zayıflatabilmektedir.''

Haşim Kılıç, AİHM'e bireysel başvuru hakkının tanındığı 1980'li yılların sonundan beri anayasa şikayeti kurumuna yöneltilen eleştirilerin bir kısmının bu kurumun yeterince bilinmemesinden kaynaklandığını belirtti.

Kılıç, ''Eleştirilerin, daha çok, mahkeme kararlarına karşı bireysel başvuruyu kabul etme yetkisinin Anayasa Mahkemesi'ne verilmesi halinde mahkemenin 'süper temyiz mahkemesi' olabileceği konusundaki yanlış varsayımlara dayandığı gözlemlenmektedir'' dedi.

Bireysel başvuru ile Anayasa Mahkemesi'nin temyiz mahkemesi gibi çalışmasının söz konusu olmayacağını söyleyen Kılıç, bireysel başvurunun ancak tüm yargı yolları tüketildikten sonra yapılabileceğini ifade etti.

Kılıç, Anayasa Mahkemesi'nin denetiminin ise yasaların uygulanmasında tercih edilen yorumun, kişinin Anayasa'da yer alan temel hak ve özgürlüğünü ihlal edip etmediğiyle sınırlı olacağını belirterek, mahkemenin hiçbir koşulda olay incelemesi, eylem tanımlaması veya uygulanacak yasanın saptanmasıyla ilgili hüküm kurmayacağını bildirdi.

Kılıç, ''Uzman mahkemelerin yetkilerine Anayasa Mahkemesi'nin müdahalesi söz konusu olmayacağından, yeni bir temyiz yolundan da söz edilemez. Kuşkusuz, Anayasa Mahkemesi ile diğer mahkemeler arasında doğabilecek yetki çatışmasını ve olağanüstü temyiz merciine dönüşmesini engelleyecek düzenlemelerin yapılması da zorunlu olacaktır'' şeklinde konuştu. Anayasa Mahkemesince davaların kabul edilebilirliği konusunda özel olarak oluşturulacak komisyonlara verilecek takdir yetkisinin geniş tutulmasının yapılacak gereksiz başvuruların ayıklanmasında önemli bir süzgeç oluşturacağını dile getiren Kılıç, ''Başta yargı organları olmak üzere bütün devlet kurumlarında temel insan haklarının korunması yönünde önemli ilerlemeler sağlayacak bireysel başvuruya ilişkin öneriye, özgürlük alanındaki engellerin kaldırılması amacından başka bir anlam yüklenmemelidir. Bu önerilerin kurumlararası rekabete konu yapılması, yargısal sorunlarımızı çözümsüz bırakmaktan başka işe yaramayacaktır'' dedi.

Editör: TE Bilişim