Ulaştırma Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığı görevini sürdüren Suat Hayri Aka, özellikle AB ile ilişkilerde önemli çalışmalar yapmış bir bürokrat. Vira Dergisi, Suat Hayri Aka ile deniz kültüründen eğitime, denizcilik sektöründeki son gelişmelerden AB sürecine kadar röportaj yaptı.
 
Öncelikle Suat Hayri Aka’yı tanıyalım?

Tatvan’da Van Gölü’nün kıyısında büyüdüm. Hayat koşullarının denizci olmaya ittiği, bir memur çocuğuydum diyebiliriz. Zor şartlarda yetiştim. 1972 yıllarının sonlarında terörün en azgın olduğu dönemde, Yüksek Denizcilik Okulu benim için hem okuma şartları, hem de mezuniyetten sonraki iş imkanları açısından iyi bir kurtuluş oldu. Uzak yol kaptanı oldum. 5-6 yıl kesintisiz denizde çalıştım. Sonra deniz işletmeciliğine, deniz ticaretine fazla meyilli olduğumu görünce, beni 1986’da deniz nakliyatının kara kadrosuna aldılar. Fındıklı’daki genel müdürlükte Ticaret Daire Başkanlığı’nda şef olarak başladım. Orada Deniz Nakliyat’ın gemilerinin navlun sözleşmelerini yaparak, taşıma operasyonlarını yürütürdük. Bu işi sevdim, kendimi de geliştirmeye başlamıştım. Arkasından Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı bursu ile Malmö’deki Dünya Denizcilik Üniversitesi’nde liman ve denizcilik işletmeciliği yüksek lisansı yaptım. IMO’nun kurduğu ve yönettiği özel bir üniversite olduğu için dünyanın en iyi hocaları orada ders veriyordu. Yoğun bir eğitim alıp döndükten sonra, şartlar çok daha farklı olmaya başladı. Bir süre daha deniz nakliyatında çalıştıktan sonra, birkaç sınıf arkadaşımla sıfırdan iş hayatına atılma kararı aldık ve 1993’ten 2006’ya kadar deniz işletmeciliğinin hemen her branşında hizmet verdik. Sonra tekrar kamuya dönme imkanı doğdu, ben de bunu değerlendirdim ve kamuya döndüm.

Denizle ne zaman tanıştınız? Denizle aranız nasıl?

Denizle çocukluğumda tanıştım. Gerçek bir denizci sayabilirim kendimi. Önemli olan o deniz kültürünü almaktır. O da bende var. Van Gölü havzasında yaşayan çocukların ve gençlerin hepsi bu kültüre sahiptir. Van’da evimiz denize 200-300 m. mesafedeydi. Yaz aylarım Van Gölü’nde Tatvan sahillerinde geçiyordu. Bizim şehir hatlarına benzeyen dört beş tane gemi vardı. Gemilere, yüzme yarışlarına, deniz kültürüne, tekne, balıkçılık bunlara hiç yabancı değilim. Hatta hayvan gemileri vardı bizim oralarda. Bu gemileri bir Van’da, bir de derste gördüm. Çocukluğumdan beri Kabotaj Bayramı’nı kutlarız. Orada kabotaj denmezdi, deniz bayramı denirdi. 1960’lı 1970’li yıllarda Kabotaj Bayramı Van Gölü’nde çok geniş kutlanırdı. Yarışmalar yapılırdı, işte sizin yaptığınız Deniz Kültürü Festivali gibi aslında. 2005’te Ulaştırma Bakanımızla Denizcilik Müsteşarlığı resmi olarak Kabotaj Bayramı’nı Van Gölü’nde kutladı. Ben de katılmıştım. Güzeldi.

Uzun zamandır denizcilik sektörünün içindesiniz. Denizcilik sektörü nereye gidiyor?

Sektör son 5-6 yılda oldukça ciddi bir şekil değişikliğine girdi. Sayısal ve tonaj olarak eskiden kosterlerden oluşan mütevazı bir ticaret filomuz, bir de batı Avrupa’ya seferler yapan gemilerimiz vardı. Türk armatörleri Akdeniz’e yoğunlaşarak çalışan filolardan oluşurdu, bu değişti. Şimdi Türklerin çok büyük tonajlarda uluslararası seferler yapan palamas, capesize dediğimiz büyük dökme yük gemileri, süper tankerleri var artık. Yabancı bayraklı Türk sahipli gemileri de düşünürsek, gemi sayısı çoğaldı. Türkiye’nin 14-15 milyon DWT’luk bir filosu var. Türk denizciliği son 5-6 yılda lig değiştirdi. Denizcilik sektörü; acentesi, broker ve limancısıyla, diğer deniz hizmetleriyle sınıf atladı. Önemli olan bunun muhafaza edilmesi. Bu da biraz sermaye birikimi, finansman desteği, iyi bir koordinasyon, denizcisinden ofis boyuna varıncaya kadar insan kalitesinin yükselmesini gerektiriyor. Bu da yavaş yavaş oluşuyor. Kurumsallaşmak gerekiyor. 80’li 90’lı yıllarda gemileri teminat kabul etmeyen bankalar, şimdi denizcilik sektörüne çok büyük sermayeler yatırdılar. Bu büyük bir değişim. Bu devam ederse, Türkiye denizci bir millet olur. Güzel bir örnek vereyim; Dünya Denizcilik Üniversitesi’ndeyken bize Birleşmiş Milletlerin Uluslararası Denizcilik Teşkilatı’nın yapısını anlatmışlardı. Hoca; “uluslararası alanda Birleşmiş Milletler’de üç ana kategoride sınıflandırılma yapılmıştır” demişti. İlki geleneksel tüccar milletler; Almanya, İsrail, Amerika… İkincisi geleneksel denizci milletler; Yunanistan, Norveç, Japonya, Hollanda, Danimarka, Portekiz, İspanya… Bu iki sınıfa girmeyen ülkeleri de diğer başlık altında adlandırıyordu. Ben o zaman hocaya şakayla karışık, “burada haksızlık var” dedim. “Madem öyle, bir de geleneksel asker milletler olması lazım. Biz de o sınıfa gireriz o zaman” demiştim, gülmüştü hoca. “Siz de denizcisiniz, Osmanlı’nın deniz tarihini iyi oku” demişti bana. Sonra hoca bana Commercial History of Shipping (Denizciliğin Ticari Tarihi) isimli kitabı hediye etmişti. Kitabı okuduğumda deniz tarihi konusunda çok eksik bir eğitim aldığımı fark ettim. Osmanlı’nın da Akdeniz’de çok ciddi bir denizcilik gücü olduğunu gördüm. Kitabın neredeyse yarısı Osmanlı’nın denizciliğinden bahsediyordu. Türkiye, geçmişte ne kadar denizci olduğunu tekrar idrak etmeli, ona göre yeniden bir yapılanmaya gitmeli. Bunu yaparsak, tekrar denizdeki parlak günlere döneriz. Denizde parlak günler yaşayan milletlerin hepsi kalkınmıştır.

Sizce global olarak yaşanan ekonomik kriz denizcilik sektörünü nasıl etkiler?   

Krizin etkilemeyeceği hiçbir şey yok. Sonuçta, adı üzerinde olumsuzluk göstergesidir kriz. Tamam bu fırsatlara dönüştürülebilir, ama bunlar marjinal ve ekstra sonuçlarıdır. Krizin negatif tarafıdır. 3 ay önce 200 bin dolara kiralanan bir gemi, bu günlerde 3-4 bin dolara kiralanıyor. Bu, çok büyük bir fark ve bunun katlanabilir bir tarafı yok. İşte bu nedenle bu son derece ciddi bir krizdir.

Denizcilik sektöründe son yıllarda yaşanan gelişmeler bir devrim niteliğinde. AB müzakerelerinde de ulaştırma başlığında başarılar var. Şu anda kapanmış başlıklara bakıyoruz, aslında biz hiç kapanmamış gibi devam ettiğimizi görüyoruz…

AB ile müzakere çalışmalarında ulaştırma geniş bir alan kaplıyor. Her ne kadar ulaştırma faslı politik kararlarla askıya alınmış olsa da, biz müzakere yapıyormuş gibi hazırlıklarımızı yürütüyoruz. Ulaştırma Bakanlığı’nın direkt olarak koordinatörlüğünü yaptığı iki tane fasıl var. Beş tane de Ulaştırma Bakanlığı’nın etkin bir şekilde yer aldığı, ama diğer bakanlıklarca yürütülen müzakere başlıkları var. Ulaştırma Bakanlığı’nın faaliyet ve kararları bu fasılların kapanış kriterlerinin çok önemli bir kısmını karşılıyor. Trans-Avrupa Şebekeleri faslı var, 2009 yılı içerisinde tamamlayarak kapatmayı planlıyoruz. AB fonlarından nasıl faydalanacağımızı belirledik. Gerekli altyapı çalışmaları tamamlandı. IPA adı altında katılım öncesi mali yardım fonlarının nasıl yönetileceği, nasıl kullanılacağı, hangi şartlarda faydalanabileceğinin bütün esasları belirlendi. İlgili organizasyon yapısı oluşturuldu. 2009 yılı içerisinde kısmetse, bu projeyi hayata geçirmek için ilk adımı da atmış olacağız. İlerleme raporlarına da bakınca, Ulaştırma Bakanlığı’nın planlandığı ve programladığı gibi AB ile müzakerelerde adım adım ilerlediğiz görünüyor zaten. Denizcilik ve sivil havacılığın uluslararası karakterleri gereği uyum oranı çok yüksek. Kara ulaştırmasında da yaptığımız mevzuat uyumu, adaptasyon çalışmaları ile ciddi bir uyum sağlandı. Biraz demiryollarında yapmamız gereken işler var. Onun da çalışmaları devam ediyor. Yasal düzenlemeler gerekiyor. Kolay bir şey değil bu, 150 yıllık bir kurumu ele alıp yeniden yapılandıracağız.

Biraz da deniz kültüründen bahsedelim. Nedense bir türlü deniz kültürünü yaygınlaştıramadık. Ne yapmak lazım?

Biz 21. yüzyılda, Kâtip Çelebi’nin 17. yüzyılda yazdığı kitabının dörtte birini bile yazacak denizci bilim adamları yetiştiremedik. Burada geri kaldık. Önemli olan eğitim. Deniz kültürünün, ilkokullarda bir dersin içine enjekte edilerek verilmesi lazım. Bir çocuk; bir damla yağın deniz yüzeyi üzerinde beş yüz metrekarelik bir alanda film tabakası oluşturacağını, bunun da yüzyıl denizde kalacağını, bir plastik parçasının denizde canlılara ne kadar tahribat vereceğini bilebilmeli. Çok güzel bir örnek vereyim: Bugün İngiltere veya İskandinav ülkelerinde herhangi bir çocuğu sokaktan çevirin, ona denizle ve denizcilikle ilgili sorular sorun hepsine cevap verir. Gemiyi, limanı tanır, denizciliği, deniz fenerini, radarı, kaptanı bilir, denizlerdeki fırtınalardan haberdardır. Türkiye’de sokaktan bir çocuğa denizle ilgili soru sorun, hemen hemen hiçbir konuda istisnalar hariç cevap alamazsınız. Bir gemiye baktığında, “o bir tanker mi, yolcu gemisi mi, kuru yük gemisi mi? ayırt edemez. Deniz sporlarına çok aşina değildir. 8000 kilometre sahil şeridimiz var. Deniz, kum, güneş cennetiyiz, bütün dünya bizde tatil yapıyor. Biz denizden o anlamda da yeterince faydalanmıyoruz. Deniz kültürü bir yaşam biçimidir aslında. Deniz kültürü demek; denizden nasıl faydalanacağını, denize nasıl sahip çıkılacağını bilmek demektir. Bugün Marmaray’ın kazılarında kalyonlara, teknelere rastlıyoruz. Demek ki bu bölgelerde limanlar, tersaneler varmış yüzyıllar önce. Biz denizden faydalanmamış bir millet değiliz. Ama çeşitli nedenlerle ara vermişiz, öyle bakmak lazım.

Ticaretin ve uluslararası ilişkilerin ötesinde, denizin sosyal boyutlarını da destekliyorsunuz…

Uğraşmamız lazım, çünkü hepsi bir bütün. Örneğin, Avrupa limanlarında seaman house dediğimiz gemi adamlarının kalabilecekleri sosyal tesisler var. Bizde öğretmen evi, polis evi, hâkim evi, PTT evi, postacı evi var… Ama hiç denizci evi, gemici evi yok. Oysa dünyada gittiğiniz her limanında bir “Seaman House” bulabilirsiniz. Gidip orada kalabilir, yemek yiyebilirsiniz, sosyal tesisleri var, bunlardan faydalanabilirsiniz. Türkiye’de de öyle şeyler oluşturmamız lazım. Ukrayna’da Odesa’da limanın en uç noktasında bir heykel var. Odesa Limanı’nda kucağında bir bebek ile denize bakarak denizden bir yeri işaret eden bir kadın heykeli var. Sordum, “Odesalılar hep denizcidir. Bütün Odesalı aile reisleri denizdedir, denizde çalışırlar, bizim çocuklarımız, eşlerimiz hep denizci yolu gözlemiştir. Biz bu heykeli onların anısına diktik” dediler. İşte bu da bir kültür… Bizim bu kültürü el birliği ile oluşturmamız lazım. Bu sadece kamunun görevi değil, deniz medyası oluşursa, denizci toplum örgütleri güçlenirse, denizci idareler buna önayak olursa, bir de bunları yapabilecek mali yardımlaşma organizasyonu ve sponsor mekanizmaları gelişirse ki, bunun için denizcilik şirketlerinin biraz mali yapısını kuvvetlendirmesi gerekiyor. Şirketlerin sosyal sorumluluk projesi meselelerine el atabilmesi için mali yapılarının buna el vermesi lazım. Bunlar bir süreç, öyle kolay olmuyor. 50 -100 yıl gibi süreler gerekiyor. Ama Türkiye bence bir denizci millet olma yolunda raya girmiş, ivmeyi almış durumda.

Vira Dergisi’ni nasıl buluyorsunuz?

Gayet ciddi, verimli, okurken keyif aldığım, lüzumsuz hususlardan arındırılmış, laf olsun diye haber yapmayan, masamda tutmaktan hiç imtina etmediğim, hatta konuklarıma bile gösterebildiğim bir dergi diyebilirim. Sektörde birçok deniz dergisi var, onları da desteklemek gerekiyor. Hepsinin belli bir kulvarı var. Vira Dergisi deniz kültürü, lojistik, AB gibi çok farklı bir boyutunu aktarıyor. Ben onu fark edebiliyorum. Virahaber’i de takip ediyorum. Sık kullanılanlara koyduğum web sitelerinden bir tanesidir.

Son olarak vermek istediğiniz bir mesaj var mı?

Üniversitede ders verirken öğrencilerle birlikte denizcilik sektörünün aktörlerini sıralamıştım. İnanılmaz geniş bir liste çıkmıştı. Ben onların hepsini aileleriyle birlikte denizci kabul ediyorum. Hepsine daha güzel, daha mutlu, daha sağlıklı yıllar diliyorum. Vira Dergisi’ne de başarılar diliyorum.

Editör: TE Bilişim