Aylık deniz kültürü dergisi "Mavi Yaşam" yazarı Emin Kunt'un Hıncal Uluç'la deniz üzerine yaptığı sohbeti sizlere sunuyoruz. Bu yazı "Mavi Yaşam Dergisi Şubat 2004 Sayısında" yayınlanmış...

*************************

"Deniz deyince aklıma ismi 'Deniz' olan genç kızlar geliyor..."


Yaşam' yazarımız Hıncal Uluç'un 'mavi yaşam'ı gökyüzünden ibaret. Denizi ve deniz hayatını Kendisinden hep uzak tutmuş. Kapalı havuzlar dışında yüzmeyi de pek sevmiyor.
Kendisi ile ilgili araştırma yaparken adının deniz kelimesi ile yan yana bile geçmediğini görünce çok şaşırmıştım. Ama denizle alakalı bir dergide denizi çok seven insanlar kadar denizden nefret eden bir insanın da çok ilginç olacağı düşüncesi beni heyecanlandırdı. Ancak denize olan ilgisizliğinin sebebi aslında denizi sevmemesi değil, güneşten nefret etmesi. Bir müddet denizden konuşmayı denedikten sonra süpriz olmadığını anlayarak başladık sığ denizdeki dalgalı sohbetimize.

-Sizinle ilgili araştırma yaparken denizle ilgili hemen hemen hiçbir yazınız olmadığını ve denizle hiç ilgilenmediğinizi gördüm.

-Doğru, beni deniz kenarında görmek de çok ender bir olaydır, deniz mahsulleri yerken görmek de. Deniz dediğin zaman aklıma isimleri Deniz olan bir takım genç kızlar geliyor. Bunun dışında deniz lafına pek sempatim yok. (ilk soruda meşhur kahkahasını atıyor.)

-Bu çocukluğunuzdan beri böyle mi yoksa denizde kötü bir hatıranız mı var?

-Aslında çocukluğumda ve gençliğimde su benim en sevdiğim spordu. Ortaokuldayken evimiz Antakya'da olduğu için İskenderun'a denize uzaktık. Ama çok tehlikeli denmesine rağmen biz ağabeyim evden kaçar, Asi nehrine yüzmeye giderdik. O zaman şort falan da yok, okulda giydiğimiz jimnastik donlarıyla yüzerdik. 55 senesinde Ankara'ya geçtikten sonra da ağabeyimle her yaz İstanbul'a giderdik.
 

-İstanbul'da nerelerde denize giriyordunuz?

-Altıyol'da oturuyorduk ve yakın olduğu için Moda Plajı'na giderdik, bazen de tramvayla Fenerbahçe Plajı'na. O dönemler Moda Plajı bizim için pek cazip değildi, çünkü kadın, erkek bölümleri ayrıydı. Fenerbahçe ve Caddebostan ise karışık plajlardı. Paramız olduğu zamanlarda Suadiye Plajı'na giderdik çünkü orası sosyete plajıydı ve çok pahalıydı. Diğer plajlara 15 kuruşa girerken, oraya 75 kuruşa girebilirdiniz.

-Sonra ne oldu da küstünüz denize?

-Atletizm takımı ile beraber İstanbul'a gelmiştik. Yarışmalar falan yapıldı hepsi bitti. Ertesi gün "haydi plaja gidelim biraz eğlenelim", dediler. Hep beraber Florya Plajı'na gittik. Ben ilk defa gidiyordum. Burası diğer plajlar gibi değildi. Suya girip bir kilometre falan gidiyorsun, su göğüs hizasını geçmiyor. Çok sığ bir plaj. Biz bütün gün yüzmeden, suyun içinde çeşitli oyunlar oynayarak, deve güreşi yaparak falan akşamı ettik. Akşam yorgun argın eve geldiğim için hemen yattım. Sabah kalktığımda iki "omzumun üstüne ütü basılmış gibiydi. Benim o halimi görünce dayım Necati Bilgiç, beni hemen hastaneye götürdü. Doktor, dayıma "Sizi tanımasam bu çocuğa işkence yapılmış diye savcılığa ihbar ederdim" dedi. Ve ben bütün yazı omzumda iki tane cılk yara ile yalancı pehlivanlar gibi evin içinde yarı çıplak dolaşarak geçirdim. Dışarı çıkmak gerektiğinde gömleğimin omuzlarını iki elimle kaldırarak sünnet çocukları gibi dolaşıyordum.

-Bütün bir yazı bu şekilde mi geçirdiniz?

-Bütün yazı böyle geçirdim ve ondan sonra bir daha beni denize girerken gören olmamıştır. Her yaz Erdek'e gideriz ben güneşe hiç çıkmam. O yazdan sonra güneşin altında da beni kimse görmemiştir. Zaten denize girmeyişimin sebebi de güneşin altında olması, yoksa kapalı havuzlarda yüzüyorum. Yalnız, 1966 yılında zorunlu olarak denize girdim. O yıl Erdek'teki kampta radyodan 'Dünya Kupası'nı dinliyorduk. Bütün kamp Almanya'yı tutuyor, bir tek ben İngiltere'yi tutuyordum. Sonunda İngiltere şampiyon oldu ve beni elbiselerimle denize attılar. Mecburen girmiş oldum.

-Ama benim öğrendiğime göre en son Ercan Arıkh'nın teknesi ile mavi yolculuk yapmışsınız orada da denize girmediniz mi?

-Evet, yıllar sonra bir de Ercan Arıklı'nın teknesinde denize girdim. Teknede mankenler falan vardı. "Sen yüzme bilmiyorsun, bize hikaye anlatıyorsun," diye benle dalga geçtiler. Denizin de ortasındaydık, karizmayı çizdirmemek için yüzmek zorunda kaldım. Ama o tekne gezileri bana hep işkence olmuştur. Hatta bir tanesi tarihe geçti. Holi ile aramız şeker renk olmaya başlamıştı. Ercan ikimizi de çok sever; aramızı bulmak için fevkalade bir mavi yolculuk düzenledi. Altınyunus'tan Marmaris'e kadar. Teknede gitarı ile Ali Kocatepe falan var. 10 gün sonra biz tekneden indiğimizde doğru boşanmaya gittik.

-Onun için bir daha evlenmediniz herhalde. Deniz ve evlilik beraberce çıkmış hayatınızdan. Peki arada sırada güneye iniyorsunuz galiba, o zaman ne yapıyorsunuz?

-Daha çok Nisan, Mayıs ve Eylül aylarını tercih ediyorum. Yazın Günay'ın açılışı için birkaç defa Bodrum'a gitmek zorunda kaldım. Tam bir işkence oldu. Klimalı bir evde, klimanın karşısında oturarak 3 gün, 3 gece geçirdim.

-Bodrum'da şehrin içinde kaldınız tabii... Şehir merkezi her zaman daha bunaltıcı oluyor.

-Efendim ben şehir severim, şehir adamıyım. Ben kalabalığı seviyorum. Gidip öyle "denizde yakamozlara bak, gökteki yıldızlara bak, uçan martılara bak" filan hiç bana göre değil. Bu benim hayatım değil; onun için şehri ve oradaki coşkuyu seviyorum. Şehir sıcak olunca da o coşkuyu yaşayamıyorum.

-Ben de şehirden nefret eden biri olarak Hıncal Bey'e Türkbükü'ndeki akşamüstü partilerini tavsiye ediyorum. Şehir mi daha coşkulu yoksa orası mı, görmesi için bayağı ısrar ediyorum.

-Bir Temmuz akşamı Türkbükü'nde sahilde insan yığınları ile, hem de en elit insan yığınları ile omuz omuza yürüdükten sonra, bir daha şehre gideceğini pek zannetmiyorum. Mayıs ayında kendisini davet edeceğimi söyleyerek gölgeli röportajımıza devam ediyorum. O kadar çok güneşi ve denizi sevmediğini söyledi ki "yaz gelse de şöyle gölgede püfür püfür uyusam" diye benim de içim kıpırdadı. Bu arada sohbet esnasında dışarıda kar yağıyordu.

-Ya, siz gerçekten bu 'Happy Hour'ları hiç görmediniz mi?

-Adımımı bile atmadım. Son olarak Bodrum'a gitmek için Rahmetli Ercan beni ikna etmişti, akşamları kazak giymezsen ilk uçakla geri dön diye. Ancak otobüs kazası oldu ve Ercan'ı kaybettik. Ama Çeşme'ye gidiyorum. Herkesin şikayet ettiği rüzgar, orada benim için cankurtaran oluyor. Belki günün birinde Çeşme'ye yerleşebilirim. Doğacı olmadığım için insanın olmadığı yerde yaşayamam, insan doğayı güzelleştiren bir unsurdur.

-Bu kadar denizden uzak yaşamayı düşünmek bile benim moralimi bozuyor.

-Bak bu büyük gemilerle seyahat etmeyi severim. Hayatın bütün güzelliklerini beraber taşıyan casinolar, şovlar, restoranlar, alışveriş, sinemalar, kapalı-açık havuzlar ve gece kulüpleri ile 10 gün, 15 gün hiç sıkılmadan yaşarım.

-Hiç gitme fırsatınız oldu mu?

-Bir keresinde Stockholm'den Helsinki'ye gittik. Tek gecelik bir yolculuktu ama muhteşemdi. O gemiler tam çılgın gemiler oluyor. Ancak İskandinavyada'ki bu gemi turları, adamlar içki içmeyi bilmedikleri için bazen kabusa dönüşebiliyor. Evet, gemide içkinin vergisi düşük olduğu için Baymavi ucuz bulmuşken dibine kadar içiyorlar. Sabaha kim kimin kamarasında belli değil. (Yine kahkahasını patlatıyor.)

-Peki bu kadar sporla iç içesiniz, hiç yüzme, yelken yarışları ilginizi çekmedi mi?

-Gazetelerin spor sayfalarının spor sayfası olduğu dönemde yazdım. 0 zaman Dragon, Pirat, Sharpie vardı, onların yarışlarını yazardık. Şimdiki gibi büyük tekneler yoktu. Yüzmede de doğru düzgün yarış seyretmek için olimpiyatı beklemek zorundaydık. Olimpiyatlardaki bütün yüzme yarışlarında oradaydım.

-Biraz konuyu değiştireceğim. Sevmediğiniz denizle çok sevdiğiniz şehir bir araya gelince aklıma şu soru geldi, istanbul'da deniz ulaşımını neden yeterince kullanamıyoruz? Trafikle ilgili yazılar da yazan birisi olarak ne düşünüyorsunuz?

-1980'de İstanbul'a taşındığımdan beri o kampanyayı başlattım ben. Metrodan falan önce, "allan size doğal bir metro vermiş" diye. "Bunu kullanın şehrin yollarını da denize dik olarak yapın, paralel değil," dedim, İstanbul'un bütün yolları aptalca denize paralel yapılmıştır. Denizden giderken zaten, niye ona bir de paralel yol yapılır anlamıyorum, iskelelere insanları taşıyacak denize dik yollar yapılmalı. Bizim yollar tamamendenizi yok farz ederek yapılmış bir planın eseri. Barbaros Bulvarı'nın eski bir resmini görmüştüm. Adamlar kaç sene evvel düşünmüşler yolu denize dik yapmışlar. Siz söyleyince aklıma geldi şimdi.
Ben o yol büyütülürken gazetecilik yapıyordum. Adnan Menderes'e o yol yüzünden çok saldırıldı. "Tayyare mi indireceksin buraya?" diyorlardı. 0 zaman kuş uçmaz, kervan geçmez bir yer; ama bugün o yolun bırakın çok genişliğini, ne kadar dar yapıldığı ortada.

-Sizinle ilgili araştırma yaparken çok enteresan şeylerle karşılaştım. Biraz acayip olanlarına da... Mesela şu meşhur kahkahanızı atmak için günlerce ayna karşısında çalıştığınız doğru mu? Eskiden hiç yüzü gülmez, somurtkan bir insanmışsınız.

-Ben yüzümdeki ifadeyi değiştirmeye çalıştım, yoksa kahkaha atmaya değil. Yani melankolik bir ifade vardı yüzümde ve bu kimsenin hoşuna gitmezdi. Sonra benim de hoşuma gitmemeye başladı, içimden hiç gülmek gelmiyordu. İçinden gülmek gelmeyen birisinin gülmesi, ancak oyunculukla mümkün. Oyunda için kan ağlar ama rolün komedidir, çıkar oynarsın. "Onlar yapabiliyorsa ben de yapabilirim, diye düşündüm ve kötümser bir adamdan iyimser bir adama geçiş yaptım. Önce yüzümü değiştirdim, sonra o ifade ruhuma da yansıdı.

-Yazılarınızda da benim tespit ettiğim bir karamsarlık var. Yazılarınızda fırtınalar kopuyor. Sakin ve yol gösterici başlayan bir yazı, sonuna doğru insanları iyiye yönlendireyimden ziyade, bunlar adam olmaz karamsarlığı ile fırtınalı, kantarın topuzu kaçmış olarak bitebiliyor.

-Karamsarlık yok. Ben kendimi çok değiştirdim. Kendimde çok çözümler ürettim, işimde ve özel hayatımda bunu yapabildiğim için de çözüm üretemeyenlere fena şekilde öfkeleniyorum. Oradaki öfke bu. Yaşam çözümlerden oluşur, mazeretlerden değil. Onun için de mazeret anlatanlara çok fena sinirleniyorum.

-Peki yaşamınızdaki bu kırılma noktası ne zaman?

-Üniversitede. Gayet melankolik bir adamken bu hayat böyle gitmez diye kendi kendime karar verdim.

-"Üniversite" dediniz yine aklıma sizinle ilgili bulduğum enteresan bir şey geldi. Son sınıfa geldiğinizde doktordan 'entelektüel sürmenaj' diye bir rapor almışsınız.

-Doğru. Üç sene üst üste aldım.

-Nedir bu 'entelektüel sürmenaj'?

-Bilmiyorum. O zaman Siyasal Bilgilerde sınava girmediğin zaman, imtihana girmiş ve kalmış sayılıyordun. Sınava girmediğini ispat edebilmek için de rapor götürmek gerekiyordu. Bizim inönü Üniversitesi'nde çalışan asabiyeci bir arkadaşımız vardı. Rapor almaya ona giderdik. O da böyle yazardı. Ne demek olduğunu dahi bilmiyorum.

-Yazılarınıza dönecek olursak, çoğu zaman şeytanın avukatlığını yapan bir görünüm içerisindesiniz. Bu kadar şeytanın avukatlığını yapmak, okurun moral motivasyon dengesini bozması açısından doğru mu?

-Doğru nedir?.. Doğrunun ne olduğunu hiç kimse söyleyemez. Çünkü doğru dedikleri her şeyin aslında doğru olmadığı kanıtlanmış.

Yani yazılarınızda felsefe mi yapıyorsunuz?

Herkesin kendi doğrusu var. Doğru diye bir şey yok. Bunu anlatmaya çalışıyorum. "Özellikle doğru bildiğiniz şeylere, bir de başka açıdan bakmaya zorlayın kendinizi" diyorum. Gelişmenin yolu tartışma. Ama evvela kendimizle tartışmalıyız. Mutlak doğru olmadığına kendimizi inandırırsak,
başka fikirlere bu kadar öfkelenmeyiz.

-Bunu söylüyorsunuz ama bazı insanları da acımasızca eleştiriyorsunuz? Mesela Lucescu'yu.Benim doğrum öyle. Türkiye'de herkes Lucescu'yu göklere çıkarırken, ben derhal bu ülkeden çıkarılmasını söylüyorum. Çünkü Türk toplumuna korkaklığı, tehlikesizliği, risk almamayı öğretiyor.

-Belki de biraz tedbirli olmamız gerektiğini öğretiyor.

-O da senin fikrin. Erman hoca hergün yazıyor "haddini bileceksin, haddini bileceksin," diye. Adamlarda diyor ki "ileriye gitmezsen ileriyi göremezsin". Hangisine inanacaksın? Türkiye'nin bunu tartışması lazım. Ama ben bakıyorum Lucescu'yu benden başka eleştiren bir adam yok.

- Peki ben size başka bir soru soracağım. "Yapan yapar, yapamayan eleştirmen olur," diye Bernard Shaw'un çok güzel bir lafı var. Geçmişte bir çok şeyde başarısız olmuşsunuz. Mesela arkadaşlarınızla sporun her dalında takımlar kurmuşsunuz, ama ilk olarak sizi yedeğe almışlar.
 

- Evet. Hemen hemen sporun her dalında başarısız oldum.

-Siz bu mantıktan yola çıkarak mı her konuda yazı yazıyorsunuz? insanlar sizin ihtisas alanınızı çok merak ediyor. Nedir ihtisas sahanız?

-Bak o da bir felsefe. Ben vatandaşa iki şeyi söylüyorum. Birincisi fikrinizi söylemekten kaçınmayın. Türkiye'ye en büyük ihanet Uğur Mumcu'nun söylediği bir lafın yanlış anlaşılmasıdır: "Bilgisi olmadan fikir sahibi olmak". "Ben bu romanı beğenmedim, ben bu oyunu beğenmedim, ben bu filmi beğenmedim.' demem için neyi bilmem lazım arkadaş? Bunlar için hangi bilgi lazım?


Genelde o konularda değil de, "sen bunu yanlış yapıyorsun," diye sert bir tutumla birini eleştirdiğinizde tepkiler geliyor.

Kesinlikle yanlış. Benim bütün tepki çeken şeylerim zevkimle ilgili şeyler. "Efendim, sen yemek yazısı yazma hakkını nereden buluyorsun?" diyorlar. Niye efendim? Yemek bana yapılıyor, parasını ben ödüyorum. Herhangi bir şey benim için üretilmişse, ben bununla ilgili fikrimi söyleyebilmeliyim.

-İnsanlar sizden uzman olduğunuz konularda bunun daha doğru olacağını bekliyor olmasın? Siyasal Bilgiler'i bitirmişsiniz, gazeteci olarak 17 yaşından beri sporun her dalını takip etmişsiniz.

-Ben bütün yazılarımı insan olarak yazıyorum. Ben tüketiciyim. Bütün bunlar benim tüketimim için yapılmış şeyler. Tüketilmeyen şey üretilmez!

-Tüketilen her şey doğru mudur? Toplumu doğru yönlendirmek gerekmez mi? Niye İngiltere'de bu kadar çok özel kanal yok mesela? Niye insanların özel hayatı bizdeki gibi tüketilmiyor? Orası Avrupa'nın en gelişmiş ülkesi değil mi?

İngiltere'de taşlar yerine oturmuş yavaş yavaş. Biz daha işin başındayız. Bizde de taşlar yerine oturacak.

"Sabırlı olalım" mı diyorsunuz?

Ben şu lafa çok kızıyorum: "Türkiye de popülizm yapılıyor". Niye yapmayalım? Popülizm people'dan geliyor, insandan geliyor, insancıl olmak ayıp olabilir mi ?

O dediğinizin karşılığı hümanist kelimesi değil mi?

Niye popülist olmayasın arkadaşım. Ben senin okuduğun şeyi yazmak istiyorum arkadaş. Dünyanın en doğru şeyini yazayım, sen okumadıktan sonra işe yarar mı?.. Kütüphanelerde duran kitabın sana faydası var mı?.. "Bestseller roman kötüdür, gişe yapan film kötüdür". Niye? halk gidiyor. "Böyle bir 'aydın' düşüncesi olabilir mi?... Enis Batur, 'Elma' diye bir kitap yazmıştı. Çok hoşuma gitti, oturdum köşemde yazdım. "Mahvettin beni" diye bana telefon etti. Niye?... "Senin bu yazından ..sonra en az üç baskı daha yaparız. Oysa, benim entel karizmamın çizilmemesi için o kitabın satışının sekiz yüzü geçmemesi lazım," dedi. işte olay bu.

Onun için mi size vasatizmin temsilcisi diyorlar?

Çünkü bunlar insan olmayı aşağılık görüyorlar. Onlar 'aydın', onlar bir tepede sekiz yüz kişiler. Bu sekiz yüz kişi aralarında konuşacak. Bunların arasında değilsen halksın, aşağılıksın... Onun için onların bana ne dediği umurumda değil. Ben Türkiye'nin en çok okunan yazarıyım ve bundan çok mutluyum.

Son sorum genelde herkese sorduğum bir soru. Türkiye'nin turizm tanıtımının doğru yapıldığına inanıyor musunuz?

Ben turizmle ilgili en iyi tanıtımı buraya gelenlerin yapacağına inanıyorum. Yani dünyanın dört bir tarafına "Türkiye" diye reklamlar asmanın doğru olduğuna inanmıyorum. Türkiye'ye gelen memnun dönerse, her gelen 10 kişi gönderir. Turizmde buraya gelenleri memnun etmemiz gerektiğine inanmalıyız. Bu bilinç yavaş yavaş yerleşiyor. Eskiden "aman gelmiş ne kazıklasak kardır" düşüncesi vardı. Lezzetsiz yemeklerle, ucuz otellerin içinde insanları yoluyorduk. Ama bu bize pahalıya patlıyordu. Onun için reklamdan ziyade bu önemli, insanlar bugün nerede güzel bir şey varsa bunu bir şekilde öğreniyorlar. Kısacası turizmde toplumsal değil, bireysel bilince ihtiyacımız var.

Son olarak, Hıncal Bey'den aldığım cesaretle ben de kendisine bir fikrimi belirtmek istiyorum. Acaba bu öfke ile sinirlendiği, çözüm üretmeyip mazeret üreten kişiler, çözüm bulmak için gereken bilgilerden yoksun olduklarından yapıyor olmasınlar?
 

Editör: TE Bilişim