İlkokul yıllarından kalma bir bilmece gibidir; 'Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı?' sözü. 'Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıkar' kadar anlaşılması güç bir gizemdir bu aslında. Bu yazıya başlamadan önce çevremdekilere sordum; 'Kim daha çok bilir?' diye. Yayınevinde çalışan arkadaşlarım 'Tabii ki okuyan; diğeri turizmcilerin uydurmasıdır oyuna gelme' dediler; kimileri 'Hiç gezip göremeyeceğin yerlerin kitabını okusan fena mı olur?' diye yanıtladılar sorumu.

'Gezerken okuyan bilir' diyen de oldu, 'Okurken başkasının yorumunu okuyorsun, gezmek daha iyi' diyen de...

 Konu gezi kitapları olunca iş daha da karışıyor elbette! Üç günlük bir Paris gezisiyle Paris'i tanımak mümkün olmayacağı gibi, beş tane Paris kitabı okuyarak da Parisli olunmuyor. Sonunda nihai kararımı verdim; belli bir konu üzerine odaklanan gezi kitapları okumak en iyisi!

Beni bu kafa karışıklığına sürükleyen, Everest Yayınları'ndan çıkan bir üçleme. 'Mayi Kıta-İskenderiye', serinin ilk kitabı. Onu 'Venedik' ve 'İstanbul' takip ediyor. Fransa'da yaşayan Kanadalı gazeteci Nicholas Woodsworth'un 'Mayi Kıta' gezisi İskenderiye'de başlıyor. İkinci durak Venedik. Gezi, İstanbul'da noktalanıyor. Üçlemenin son kitabı, 'İstanbul' bu ay yayımlandı, ama tek başına bu kitabı okumak, bir şeyleri eksik bırakmak gibi olacağı için, sırasıyla üç kitabı da okuyarak yazara yolculuğunda eşlik ettim. Düşünsenize; sıcak evinizin rahat bir koltuğunda elinizde kahveniz, bir gün içinde üç ayrı limana uğruyorsunuz... Yunanistan, Arnavutluk gibi ara duraklar da cabası!

Tarihin en eski liman kentlerini geçmişten kopmadan bugünüyle anlatan Woodsworth, ciddi ama o oranda da keyifli bir işe imza atmış. Yazarın çıkış noktası 'Mayi Kıta' olarak adlandırdığı Akdeniz'e açılan limanlar. İskenderiye, tarihin en eski ve önemli kültür başkenti. Venedik bir dönemin ticaretine ve denizciliğine yön veren başka bir liman kenti. İstanbul ise, Doğu ile Batı'nın buluştuğu büyük bir imparatorluğun siyasi başkenti. Yazarın Akdeniz'e 'mayi' yani sıvı kıta demesinin sebebi ise, Asya, Avrupa ve Afrika kıtaları arasında kalan bu denizde, yüzlerini birbirlerine dönmüş ülkelerin her an karşılıklı olarak iletişim ve ilişki halinde olmaları, dolayısıyla tarihin ilk küreselleşme modelini kurmaları. Ticaretten savaşa, insan göçünden kültür etkileşimine kadar çağlar boyunca durmak bilmeyen bir alışveriş bu. Akdeniz'i bir kıta olarak gördüğünüzde ise, işin ciddiyeti ve buradaki kentleri, eskisiyle yenisiyle öğrenme isteğiniz artıyor.

AKDENİZLİ RUHU

Gazeteci, yazar ve fotoğrafçı Woodsworth, diplomat bir ailede büyüdüğü için doğuştan gezgin. Saygon, New York, Cape Town çocukken yaşadığı kentlerden sadece birkaçı. Eşi Jany ile tanışıp onu Fransa'da yaşadığı Aix-en-Provence'ta ziyarete gittikten sonra bir daha Akdeniz'den kopamamış. 'Janny'yi görmeye birkaç haftalığına gitmiştim. Sonra bu bir ay oldu, aylar yılları kovaladı' diyor yazar. Bir daha soğuk Kuyez'e dönememiş.

Yazılarını derlemek için gezdiği onca memlekete ve Fransa'da yaşamasına rağmen, yazar Akdeniz insanına ve alışkanlıklarına hala uzaktan bakabiliyor. 'Bütün bu yerlerde aynı sonuca vardım' diye yazıyor 'İskenderiye' kitabında: 'Gerçek Akdenizliler, sayıları azalmış olsa da, fiziksel duyularını artık çoğumuzun unuttuğu şekillerde kullanmaya devam ediyorlar. Provence'ta bir tür 'yapay köylü', 'keçi peyniri' ve 'lavanta' duygusallığı var ki bunun çoğu etrafa kuşe kağıda basılmış yaşam stili dergilerinden yayılıyor. Ama Akdenizli'nin aynı zamanda gerçek bir duygusallığı, kendisine ait gelişmiş bir duygusal yaşamı var. Etrafını saran dünyayla doğrudan temas etmekten, bireylerin çevrelerindeki basit şeylerle kurdukları içten bağlardan kaynaklanan bir şey bu. Akdenizliler içinde büyüdükleri coğrafyaların, ailenin ve cemiyetin, mevsimlerin döngüsel ritminin, günlük çalışma rutinlerinin ve çağlar boyunca korunan eski alışkanlıkların güçlü tatlarına ve duyumlarına yanıt veriyorlar'.

 Ve elbette Akdeniz üzerine kitap yazıp, bu kanı taşıyanların 'anlık şuur yitirmelerine' değinmemek olmaz. 'Ne kadar sevimli ve cana yakın olsalar da, İskenderiyeliler de diğer Akdenizliler gibi makul bir şekilde araba kullanma becerisinden yoksundurlar. Bir kere direksiyona geçmeyegörsünler, hepsi birden çılgına döner' diyen yazara hak vermemek elde değil. Zira Napoli'de sadece çift şeritli bir yolda, trafik ışıklarının olduğu bir noktada karşıdan karşıya geçmem 10 dakika sürmüştü. Hem yayalar hem de şoförler renk körü olmalıydı; kırmızı ışıkta kimse durmuyordu! Bu beceriksiz deneyimimden sonra İstanbullu sürücülere haksızlık ettiğimi düşünmüştüm gün boyu...

BÜYÜLEYİCİ DENİZ GEÇİDİ

İstanbul'u görüp de hayran kalmayan var mı? Elbette yazar Woodsworth da  İstanbul'a hayran kalmış. Kente geldiği ilk günlerde çıktığı motor gezisi sonrası bakın Boğaz'ı nasıl tarif ediyor: 'Dünya donanmalarının amiralleri Boğaziçi'nin stratejik önemi hakkında konuşabilirlerdi. Gemiciler ticari avantajlarını övebilirlerdi. Jeologlar tektonik işlevlerini, coğrafyacılar kıtaları, iklimleri ve kültürleri ayıran rolünü tartışabilirlerdi. Ama biz ölümlüler Boğaziçi'nin bütün bunların üstünde ve ötesinde ne olduğunu derhal bilebiliyorduk: Yerküre üzerindeki en güzelim, en büyüleyici deniz geçidiydi.'

Yaşarken kanıksadığımız, bu nedenle de farkına varmadığımız, belki de hayatın temposu nedeniyle artık önemsemediğimiz güzellikleri bir yabancının gözünden okumak, insana hem gurur hem de biraz utanç veriyor doğrusu...

GAZETECİ GEZGİN

Nicholas Woodsworth, kitabını yazarken gezgin kimliğinin yanında gazeteci kimliğinden de kopmuyor. İstanbul'da bir otobüs durağında sadece birkaç dakika konuşma fırsatı bulduğu Ermeni rahibin izini günlerce sürüp ona ulaşması bunun en güçlü göstergesi. Farkı toplumsal statü ve görüşlerden insanlarla yaptığı diyalogları kitaplarına roman tadında eklemesi ve hiçbir noktada kaybetmediği objektif bakış açısı, yazarın gazeteci kimliğini net bir biçimde ortaya koyuyor.

Editör: TE Bilişim