Sabahın köründe Tokyo Balık Hali

satılanların üzerine hemen fırçayla yazılar yazılıyor.

Muhteşem kaosuyla Japon macera filmlerinin doğal setlerinden olan haldeki en çarpıcı ürünler, Türkiye açıklarında avlanmış dev orkinoslar. Hale gitmek için erken kalkmanın ödülü, saat 06.00'da suşiyle yapılan kahvaltı

Tokyo, belki çok şaşıracaksınız ama, altı üstü 400 yıllık bir kent. Ondan öncesi Edo adında bir küçük balıkçı köyü. O zaman Japonya’nın başkenti Kyoto. Dünyanın en uzun ve en kesintisiz hüküm sürmüş, hala da devletin başında bulunan imparatorluk ailesi, MÖ 660’dan itibaren ‘Tenno’ adıyla hüküm sürdükleri bu toprakların başkentini MS 8. yüzyılda Kyoto’ya taşımış.

Kyoto zaten başkent demek. Ama 12. yüzyıldan itibaren ülkenin yönetimi önemli bir askeri gücü de elinde bulunduran ‘Şogun’ denilen (30 yıl önce TRT’de yayınlanan James Clavell’in romanından uyarlanmış diziyi hatırlayan var mı?) yöneticilere geçmiş. İkili bir yönetim oluşmuş.

Ülkenin birliğini, bütünlüğünü ifade eden, güneş tanrısının oğlu kabul edildiği için dini bir özellik de taşıyan Tenno’lar Kyoto’da otururken, Şogunlar başka kentlerde oturup günlük işleri götürmüş, daha doğrusu ülkenin yönetimini üstlenmişler. Şogun nerede ise orası ikinci başkent olmuş.

Çalkantılı bir dönemin ardından Japonya’nın bütünlüğünü sağlayan, çok köklü reformlar yapan Şogun sülalesi Tokugava’ların kurucusu Ieyasu Tokugava imparatora, Tenno’ya çok yakın olmak istememiş ve tutmuş Sumida Irmağı’nın denize döküldüğü noktada kurulu Edo (kelime anlamı haliçin ağzı) köyünde, doğu başkenti anlamına gelen Tokyo kentini kurmuş.

Toplumu savaşçılar (samuray), çiftçiler, zenaatkârlar ve tüccarlar diye dört sınıfı ayıran Yeyasu, kenti de öyle planlamış. Limana bakan toprakları tüccarlara, onun ardındaki şeridi zenaatkârlara, en dış çevreyi de savaşçılara ayırmış.

Osmanlı benzeri toprak düzeni

Ülkeyi de Osmanlıların tımarı gibi hanlara bölmüş. 23 köyü olan han da var, 1018 köyü olan da. Hanlar ‘daimyo’ denilen yöneticilere bırakılmış. Bunlar topladıkları vergilerle savaşta ya da ülke içindeki güvenliği sağlamada kullanılan samuray beslemiş ve bunları ülke yöneticilerinin emrine vermiş. Tabii kendi aralarındaki kavgalarda da kullanmışlar samuray’ları.

Avrupa’daki gelişmeleri bilerek mi, içgüdüsel olarak mı bilemiyorum, Ieyasu bu daimyo’ların bir gün kendi başlarına buyruk hale gelmelerini önlemek için de her iki yılda bir yılı Tokyo’da, elinin altında geçirmeleri zorunluğu getirmiş. Böylece herkesi kontrol altına alan Şogun Japonya’ya uzun vadede çok hayrını göreceği kavgasız dövüşsüz 250 yıl yaşatmış (1600- 1860).

Sabahın köründe balık halinde

İşte Tokyo Tsukici Balık Hali’nin yeri o günlerden kalma. Tam limanın denize açık noktasında müthiş geniş bir alanı kaplıyor. Bir gece önceden akşamüstü saat 17’den itibaren kapılar açılıyor ve birbiri peşi sıra derin donduruculu kamyonlar sökün ediyor. Bu arada hemen belirteyim sadece balık değil, meyve, sebze ve diğer yiyecekleri de teslim alan gıda toptancıları alanı düzenlemeye başlıyorlar. Sabah saat 3’te tezgâhlar kurulmuş, açık artırma alanlarında balıklar kasalar halinde sıra sıra alıcı beklemekte. Aracılar gelip o günkü mallara bakıyorlar, arza göre bir fiyat belirliyorlar.

Bu arada en çarpıcı ürünler ise inanmayacaksınız ama Türkiye kıyılarının açıklarında yakalanmış devasa orkinoslar. Japon mutfağının en vazgeçilmez deniz ürünü ton/tuna/maguro denen orkinoslar, İstanbulllu balıkçıların tabiriyle derya kuzuları olarak sıra sıra diziliyorlar. Çoğu yakalanır yakalanmaz bir ilk temizlikten geçirildikten sonra şok dondurucuda neredeyse taş kesmiş orkinosları balık hali çalışanları bir tür kanca ile orak arası, bir vuruşta balığa saplanan ve onlarca kilo ağırlığındaki koca orkinosu bir hamle yerde kayarak çekilebilecek hale getiren aletleriyle çekiştirerek hizaya sokuyorlar.

Uzakdoğu macera filmi seti gibi

Bu arada açık artırma başlamış, sizin fark edemeyeceğiniz kadar küçük hareketlerle yüzlerce kilo balık el değiştirmede. Bir kenarda elinde bir fırça ve kırmızı boya bulunan bazı adamlar da satılan balığın hemen üstüne bir şeyler yazıyor. Üstü yazılan balık yerde kaydırılıp bir kenarda bekleyen dünyanın en garip araçlarından birinin üstüne konuluyor.

Bu ilk bakışta bir zamanlar Türkiye’de çok mode olan üç tekerlekli bir motosiklet. Arkadaki iki tekerleğin üstünde kasa var. Satın alınan balık da bunun üstüne konuluyor. Aracın ön tarafı ise altında bir tekerlek takılı varili andırıyor. Aracın sürücüsü bu varilin arkasında kasanın hemen önünde ayakta duruyor. Varilin üstünde iki yatay çember var. Dıştaki çember bir tür direksiyon, onu çevirdikçe varil, yani tekerlek sağa sola dönüyor. Teknenin dümeni gibi. İçteki ince çember ise hem gaz hem fren. Bu çembere bastırdıkça araç inanılmaz bir şekilde hızlanıyor. Elini kaldırınca ise kazıklayıp fren yapıyor.

İste balıkhalinin tezgâhlarının arasında, koridorlarında, çevresinde bu araçlar fink atıyor. Şaşırtıcı bir hızla gidip geliyorlar, üstelik birbirlerine de çarpmıyorlar. Türkiye’deki korna vb kullanacaklarına nara atıyorlar. Bu araçlar ve bunlara eklenen bizim Kapalıçarşı usulü el arabaları bu kaosu muhteşem bir hale getiriyor.

Az ileride küçük bir akvaryum içinde canlısı daha makbul olan yılanbalıkları yüzüyor, bir tarafta balıkçı kırmızı kırmızı barbunyayı andıran balıkları kasalara muntazam olarak sıralıyor. Kasalar kalkıyor, kasalar iniyor. İçindeki yengeçler takır takır sesler çıkarıyor. Büyük bir renk ve hareket cümbüşü. Uzakdoğu’nun vurdulu kırdılı filmlerinin ustası Hong Kong’lu yönetmen John Woo’nun niye film seti diye buraları seçtiğini anlamak çok mümkün. Her an bir köşeden James Bond ya da bir başka macera kahramanı üstünüze atlayacak gibi.

Ödül kahvaltı niyetine suşi

Bir saat süren bu şamatanın ardından İnan ile kendimizi ödüllendirmeye karar veriyoruz ve balık halinin hemen yanında, hem boyutu hem kalabalıklığıyla yağmurlu havadaki kapalı otobüs durağını andıran, inanın abartmıyorum, iki kolumu açsam iki duvara değeceğim kadar dar bir suşiciye dalıyoruz. 

Sabah saat 06.00 olmuş, kahvaltı saati ve biz çiğ balığa sarılmış, sirkeli suda bekletilmiş pirinçten oluşan suşileri götürmeye başlıyoruz. Somon, karides, levrek ve ahtapota sarılı suşiler birer birer kayboluyor tabaktan. Üstene de yosunla ve yeşil soğanla yapılmış miso çorbası gidiyor.

Türkiye suşiyle ilk kez 1980’lerde Turgut Özal döneminde yanlış hatırlamıyorsam Bulmumcu’da açılan Japan Club’da tanıştı. Oldukça yüksek fiyatları ödemeyi kabul edenler burada yere açılmış, bacaklarınızı sallandırabileceğiniz bir çukurun üstüne oturtulmuş masada suşi yerlerdi. İşte bu lokantanın işletmecisi Osamu Noguçi ile Kyoto’da karşılaştık.

Bay Noguçi, ya da Japonya deyişiyle Noguçi -san artık Japonya’ya dönmüş, tarihi başkent Kyoto’ya yerleşmiş ve oradaki Türk -Japon Dostluk Derneği’nin başkanı olmuş. Yaşı hayli ileri olan Noguçi -san İstanbul’u çok güzel anılarla hatırlıyor ve hatırladıkça önündeki sake kadehine sarılıp ‘kanpay’ diyerek  bizi sake içmeye davet ediyor. Sake hoş tadı biraz tuzluca, içinde alkol olduğu izlenimi vermeyen ama belli bir miktarda içilince de kafada hiçbir sarhoşluk belirlisi yaratmamakla birlikte insanı ayaklarına hükmedemez hale getiren çok ama çok tehlikeli bir içki. Japon dostlarla yemek yerken kanpaylar birbirini kovaladığı için sayıyı kaçırırsanız acıklı durumlar meydana geliyor.

Noguçi -san suşinin sırrının taze balık olduğunu söylüyor. Balık taze değilse çok tehlikeli. Şimdi Türkiye’de pıtırak gibi hemen her köşede, neredeyse her alışveriş merkezinde suşici açıldığını anlatınca şaşıyor. Abarttığımı sanmayın İstanbul’daki suşici sayısı 50’yi geçti, bazı marketlerde bile hazır suşi satılıyor. Ama tanrının bir mucizesi olarak daha suşiden hastalanana rastlamadık.

Tabii Tsukici Balık Hali’ndeki suşicide öyle bir tehlike yok. Çünkü suşiler birkaç saat önce alınmış balıktan hemen oracıkta hazırlanıyor ve afiyetle yeniliyor. Midede her şey yerli yerine yerleşirken, satılan balıklar da kamyonetlere, kamyonlara doluşmuş, öğlen ve akşam yemeğinde Tokyolulara sunulmak üzere lokantalara doğru yola çıkıyor.

Biz de bu keyifli yerden ayrılıp Japonya’daki biraz daha reel konularla ilgilenmeye yöneliyoruz.

 

Editör: TE Bilişim